Demokrasi,
devrimci sabırsızlığa “doğada sıçrama yoktur” olarak özetlenebilecek evrimci
tezle karşı çıkar. Oysa bugün yapılan araştırmalar ve ortaya konulan deneyim, sıklıkla
bu kesin bir dille ifade edilen tezle çelişmektedir.
Biyoloji
ve tarih alanında yürütülen incelemeler, evrimcilik karşıtı eğilimlerle
maluldür. Öte yandan, bugün olaylar evrimci kanala dar gelmektedir.
Diğer
krizlerin yanı sıra yaşanan dünya savaşı, evrimciliğin zayıf bir görüş olduğunu
ispatladı. Bu dönemde Darwinizm bile itibarını yitirdi.
Türkiye,
baş döndürücü ve sıra dışı bir dönüşüme sahne oldu. Son beş yıl içerisinde
Türkiye, kurumlarını, yürüdüğü yolu ve fikriyatını köklü bir biçimde
değiştirdi. Tüm iktidarın sultandan halka geçmesi, eski teokrasinin koltuğuna
laik ve liberal-demokratik cumhuriyetin oturması için beş yıl yetti.
Tek
bir sıçramada Türkiye, Avrupa ile aynı biçime kavuştu. O yabancı, nüfuz
edilmesi mümkün olmayan, egzotik bir olgu olarak görülen halkıyla ülke, başka
bir şeye dönüştü. Artık Türkiye’de hayatın nabzı başka şekilde atıyor. Ülke, Avrupai
hayatın dertleri, duyguları ve sorunları ile yüklü. Toplum meselesi, Türkiye’de
tıpkı Avrupa’daki gibi mayalanıyor, aynı ekşiliğe kavuşuyor.
Türkiye’nin
de kıyılarını komünist dalga dövüyor. Öte yandan Türkler, çok eşliliği terk
ediyorlar, tek eşliliğe yöneliyorlar, yargıya dair fikirlerini reforma tabi
tutuyorlar, Avrupa alfabesini öğreniyorlar. Hâsılı, Türkiye, Batı medeniyetine
iştirak ediyor. Bunu yaparak Türkiye, yabancıların veya dış güçlerin
dayatmalarına itaat ediyor değil. Onun hareketi, kendiliğinden ve içten gelen
bir dürtünün eseri.
Bugün
tarihin gördüğü en hızlı geçiş süreçlerinden birine tanık oluyoruz. Türkiye’nin
ruhu, tümüyle İslam’a bağlıydı, İslamî öğretiyle bir bütündü. Herkesin bildiği
gibi İslam, sadece dinî ve ahlakî bir sistem değildi, ayrıca politik, toplumsal
ve hukukî bir sistemdi. Musa şeriatına benzer şeyler söyleyen Kur’an, müminlere
ahlak, hukuk, yönetme ve hijyen kurallarını temin ediyor. Bu şeriat, herkesi ve
kâinatı kapsayan, o bağlamda inşa edilmiş bir hukuka denk düşüyor.
Türkler,
hayatları konusunda Batılıların hayatları dâhilinde güttükleri amaçlardan
farklı amaçlara sahipler. Batılılar, faydacı ve pratik dürtüler üzerinden
hareket ederken, Müslümanlar, dinî ve ahlakî dürtüler temelinde hareket ediyorlar.
Dolayısıyla, iki medeniyete ait hukuk ve hukukî kurumlar, dayandıkları fikriyat
açısından farklılaşıyorlar.
İslam
halifesi, Türkiye’de siyasi bir güce sahipti. O, hem halife hem de sultandı. Din
ve devletse aynı kurumsal yapı içinde bir arada duruyorlardı. Zamanla Yüzeysel
ele alınsalar da Avrupa’ya ait bazı fikirler, Batı’nın geliştirdiği görüşler, ülkede
karşılık bulmaya başladı.
1908
devrimi, Türkiye’de Avrupa liberalizmine, bilimine ve modasına uygun toprağın
oluşturulması için ortaya konulmuş bir çabaydı. Fakat Kur’an, Türk toplumunu
yönetmeye devam etti. Osmanlı biliminin temsilcileri, genelde ülkenin İslam
dairesinde gelişebileceğine inanıyorlardı. İstanbul Üniversitesi’nde profesör
olarak çalışan Fatin Efendi, “İslamcılığın dışarıdan ithal edilen fikirlerle
değil, içteki evrim süreciyle ilerleyebileceğini” söylüyordu. Dr. Şehabeddin
Bey ise bu tespite temelsiz görüşe meyyal olan Türk halkının yoldan çıkmak veya
bölücülük yapmak gibi bir maharetinin olmadığını, yaratıcı bir muhayyileye
sahip bulunmadığını, onun kendi inançlarını düzeltme ihtiyacını görmesini
sağlayacak eleştirel muhakemeden yoksun olduğunu söyleyerek katkıda bulunuyordu.
Kimse, Batı düşüncesinin içeri sızan kısımlarına veya ekonomi ile üretim
konusunda oluşan yeni ilgiye önem vermiyordu.
Bu
noktada Türk devriminin ana dönemeçlerini hızla ele alalım.
Öncelikle
şu hatırda tutulmalı: dünya savaşı öncesinde Avrupa, Türkiye’ye aşağılık ve
barbar bir halk olarak muamele ediyordu. Kapitülasyon rejimi sayesinde
Avrupalılara ülke içerisinde bir dizi mali ve hukuki imtiyaz bahşedildi.
Avrupalılar, Türkiye’de özel bir statüye kavuştular. Böylelikle Kur’an’dan, âlimlerden
ve hocalardan yüce bir konuma yerleştiler. Sonrasında Balkan savaşları yaşandı
ve bu savaşlar, Osmanlı’nın gücünü ve egemenliğini iyiden iyiye azalttı. Ardından
dünya savaşı koptu.
Yüzleştiği
kader, Türkiye’yi Avusturya-Almanya bloğunun yanına itti. Düşman, zafere ulaştı
ve Türkiye’yi harap etmeye karar verdi. İtilaf Kuvvetleri, Türkiye meselesini
büyük bir hınç ve öfkeyle ele almayı seçti. Bu noktada Türkiye, mücadelenin
kanlı ve tehlikeli bir biçimde sürmesinin ana sebebi olarak gösterilip
suçlandı. Türkiye’ye bu yaklaşım üzerinden büyük bir ceza kesildi.
Halkların
kendi kaderini tayin hakkı konusunda hassas olan Wilson bile acımadı Türkiye’ye.
O, üniversite görmüş, presbiteryen kilisesiyle atan kalbindeki şefkati sadece
Ermenilere ve Yahudilere göstermeyi seçti. Wilson, Türk halkının Avrupa
medeniyetine yabancı olduğunu, Avrupa’dan sonsuza dek kovulması gerektiğini
düşünüyordu. İstanbul’u, Çanakkale Boğazı’nı ve Türk petrolünü ele geçirmek
için can atan İngiltere ise Wilson’ın bu tespitine doğal olarak onay verdi. Türkleri
Asya’ya sürmek için kollar sıvandı. İstanbul’da muzaffer ülkelerin iradesine
teslim olmuş bir bakanlar kurulu teşkil edildi. Bu kurulun görevi, ülkenin lime
lime edilmesine dönük çabaları uysal bir koyun gibi kabullenmek ve bu sürecin
çilesini çekmekti.
Uykuda
olan Türk ruhu, bu ağır ve acılarla yüklü gelişmeye tepki göstermeyi seçti.
Anadolu’da bölgedeki ordunun komutanı olan Mustafa Kemal Paşa başkaldırdı. Ülkenin
haklarını savunmak adına Trabzon cemiyeti tesis edildi. Ankara’da millet
meclisi hükümeti kuruldu. Ardı ardına başka devrimci ekipler ortaya çıktı: Yeşil
Ordu, Halk Zümresi ve Komünist Parti. Tüm bu gruplar, emperyalizme karşı kurulan
direniş hareketi içerisinde bir araya geldiler. Yeni bir toplumsal ve politik
örgütlenme sürecinin başladığı bu dönemde, güçsüz ve evcilleşmiş İstanbul
hükümeti devre dışı bırakıldı.
Türk
ruhu ayağa kalkınca, İtilaf kuvvetlerinin niyetleri de hükmünü yitirdi. Sevr Konferansı’nda
savaştan zaferle çıkmış olan ülkeler, Türkiye’ye topraklarının üçte ikisini
kaybetmesine neden olacak, İstanbul’u ve Avrupa’daki toprağın bir kısmını o da
şartlı olarak bırakan bir barış anlaşması önermişlerdi. Anlaşmaya göre Türkler,
Avrupa’dan tümüyle kovulmuyor, hilafete saygı duyuluyordu. İstanbul hükümeti
anlaşmayı imzaladı. Mustafa Kemal ise Anadolu hükümeti adına anlaşmaya karşı
çıktı. Anlaşma, ancak güçle uygulamaya konulabilecekti.
Fırtınanın
az çok dindiği bir dönemde İtilaf Kuvvetleri, o büyük ordularını Türkiye’nin
üzerine sürdü. Bu da o büyük devrimci dalganın kabarmasını sağladı. İtilaf
Kuvvetleri askerlerini Mustafa Kemal’in üzerine sürdüğü için bu ülkelerde
burjuva düzeni sarsıldı ve temelsiz kaldı. Dahası, İngilizlerin çıkarları ile
Fransızların çıkarları Türkiye konusunda çatıştı. Sevr’deki çalışmalara uzun
zamandır destek olan Yunanistan, isyan etmiş olan Osmanlı iradesine o anlaşmayı
dayatma görevini kabul ettiğini söyledi.
Yunan-Türk
savaşı, inişli çıkışlı bir seyir izledi. Ama ilk günden itibaren Türk devrimi,
bu süreçten güçlü çıkmayı bildi. Fransa, alelacele birleşik cepheden koptu ve
Ruslarla işbirliği konusunda görüşmeler yapıp ilişki kurmaya başladı. Başkaldırı
dalgası, Doğu’ya yayıldı. Bu isyanların elde ettiği başarılar, Türk ruhunu
heyecanlandırıp kuvvetlendirdi.
Nihayetinde
Mustafa Kemal, Yunan ordusunu yenip onu Anadolu’nun dışına sürdü. Ardından Kemalist
askerler, İtilaf Kuvvetleri askerlerinin işgali altında bulunan İstanbul’u
kurtarmak için hazırlık yürütmeye başladılar. İngiliz hükümeti, bu tehdidi
savaşla savuşturmak istedi. Fakat İşçi Partisi, böylesi bir hamleye karşı
çıktı. Zira emekçi halk kitleleri, diğer dönemlerde olduğu gibi işgal
harekâtına rıza gösterebilecek veya onu pasif bir tutumla karşılayabilecek bir
durumda değildi.
Türkiye’deki
ayaklanmanın mevcut aşaması, Sevr Anlaşması’nı iptal eden ve Türkiye’ye Avrupa’da
kalma, kendi toprakları üzerinde kendi egemenliğini tesis etme hakkını bahşeden
Lozan Anlaşması’nın imzalanması ile kapandı. İstanbul yeniden Türk halkına
verildi.
Dış
güçlerle barışı tesis eden devrim, yeni düzenin örgütlenmesi sürecini başlattı.
Ülke geneline devrimci bir hava hâkim oldu. Millet meclisi, demokratik ve cumhuriyetçi
bir anayasa hazırladı. Zaferle taçlanan ayaklanma sürecinin lideri olan Mustafa
Kemal, cumhurbaşkanı seçildi. Halife, siyasi gücünü yitirdi. Din-devlet işleri
birbirinden ayrıldı. Kur’an’ın Türk hayatı üzerinde sahip olduğu yetki ve güç
azaldı. Bu süreçte yeni yargı yöntemleri ve anlayışları benimsendi.
Ama
hilafete dokunulmadı. Halifenin etrafında gerici bir çekirdek meydana geldi. İngiliz
ajanlar, kendi nüfuzlarına ses etmeyen bir hilafeti meydana getirmek adına,
Müslüman ülkelerde faaliyet yürütüyorlardı. Gerici hareket, bu dönemde millet
meclisine sızmaya başladı. Devrim, kendisini savunmak zorunda olduğunu gördü ve
hızla savunma hattını terk edip saldırı hattına geçti. Devamında da hilafeti
lağv edip, tüm kurumları laikleştirdi.
Bugün
Türkiye, Batılı tarzda bir ülkedir. Günbegün fizyonomisi, bu gerçeği teyit
etmektedir. Devrimin meydana getirdiği politik ve toplumsal koşullar, yeni
ekonominin gelişimini teşvik edecektir. Teokratik krallığa geri dönülmesi,
maddi açıdan imkânsızdır. Batı medeniyeti ve Muhammedî hukukun uzlaşması mümkün
değildir.
Devrim
denilen olgu, Osmanlı ruhunda derin köklere sahipti. Türkiye, yeni insanı ve
yeni şeyleri seviyor. Kemalist devrimin en büyük düşmanları Türkler değil,
İngiliz kapitalizmine hizmet eden kişiler. Times gazetesi, yaşananları
unutmuş olduğuna delalet eden bir açıklamayla, gözlerindeki yaşı sile sile, “hilafetin
Türkiye’nin geçmişte büyük olduğu dönemle bağlantılı bir kurum” olduğu yorumunu
yapıyor. Batı burjuvazisi, Doğu’nun Batılılaşmasını istemiyor. O, aslında kendi
ideolojisinin ve kurumlarının kapsamının genişlemesinden korkuyor. Bu da onun Batı
medeniyetinin hayatî önemi haiz çıkarlarını artık temsil etmediğinin bir başka
kanıtı.
José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder