Emperyalizm/antiemperyalizm
ikiliği politik filmleri kategorize etmek için bir yol sunuyor. Politik
filmler denilen kategori ise bir dizi farklı bağlamı, pratiği ve türü kapsıyor,
en genel hâliyle, Avrupa, Latin Amerika, Orta Amerika, Afrika ve Asya’da
gelişen sinema geleneklerini, bu bağlamda, tüm endüstriyel, ticari, bağımsız ve
devlet eliyle çekilmiş filmleri içeriyor.
Yirminci
yüzyılın ilk otuz yıllık kesitinde sinema, sömürgeci propaganda aracı olarak
ele alındı. Sinema ile imparatorluk arasındaki ilişki, Hollywood’u ve İngiliz
sinema endüstrisini bugüne dek belirlemeye devam etti.
Bu
makale, sinemada antiemperyalizmin farklı, çok yönlü bir dizi siyaset ortaya
koyduğunu, hatta bazen, bilhassa Üçüncü Sinema’nın emperyalizmin kadınların
koşulları üzerindeki dolaysız etkisini ele alamadığı koşullarda, çelişkili
ideolojileri takdim ettiğini söylüyor.
Bu
makalenin amacı, geleneksel emperyalizm/antiemperyalizm ikiliğinin ötesine
geçip, antiemperyalist sinema çalışmaları ile eleştirel kozmopolitizm
değerlendirmeleri arasındaki ahlaki bağları ortaya koymak.
Mike
Wayne 2001 tarihli Politik Sinema: Üçüncü Sinemanın Diyalektiği isimli
kitabının başında şunu söylüyor: “Tüm filmler politiktir, fakat hepsi, aynı düzeyde
politik değildir.”
Emperyalizm/antiemperyalizm
ikiliği, politik filmleri kategorize etmek konusunda bize tek bir yol sunuyor.
Fransız akademisyen Nicole Brenez, “politik bir davaya bağlı olan bir yönetmen,
her şeyden önce kolektif tarih üzerinden düşünen, gerçekleşmesini istediği
geleceği dikkate alan, ileride gelişip serpileceğini bildiği adalet tohumlarını
görüntüler formunda toprağa eken kişidir” diyor.
Yirminci
yüzyılın başlarında sinema, sömürgeci propaganda için kullanılan bir araç
olarak görülüyordu. İmparatorluk Perdede: Emperyalizm ve Popüler Sinema
(2009) isimli çalışmalarında James Chapman ve Nicholas J. Cull, sinema ile
imparatorluk arasındaki ilişkinin otuzlarda devam ettiğini, bu tarihten sonra
Hollywood ve İngiliz film endüstrisini belirlemeyi sürdürdüğünü söylüyor.
Otuzlarda
Hollywood, Hint sineması ve Çin sinemasında İngiliz ve Japon emperyalizmine
yönelik ilk eleştirilere tanıklık edilse de yönetmenler, antiemperyalist
mücadelelere ve politik stratejilere dair formüllere daha çok ellili ve
altmışlı yıllarda bağlanıyorlar. Bu dönem, İngilizlerin Güneydoğu Asya
sömürgelerinde, Fransızların Afrika sömürgelerinde açığa çıkan, sömürgelikten
kurtulma mücadelelerinin beslediği sömürgecilik karşıtlığı ile ABD’nin
uyguladığı ekonomik diplomatik siyasete yönelik olarak Orta ve Güney Amerika
genelinde açığa çıkan ve giderek yoğunlaşan hoşnutsuzluğun sebep olduğu
antiemperyalizmin yakınlaşmasına ve bu söylemlerin derinleşmesine tanıklık
ediyor.
Yakın
dönemde ise küreselleşmenin yeni hâkim paradigma olarak kabul edilmesiyle
birlikte, kültürel homojenleşme, ulusötesi şirketlerin tekelci politikaları,
küresel eşitsizliklere yönelik ilginin ve geçmişe ait karşıtlıkların yerini
coğrafyaların kesişimine ve örtüşmesine bakan yaklaşımlar aldı.
Sinemada
antiemperyalist hareketin yürüttüğü siyaset çoğuldu, çok yönlüydü, hatta bazen
birbiriyle çelişen ideolojileri kucaklıyordu. Örneğin ilginç bir biçimde,
Üçüncü Sinema akımı, emperyalizmin kadınların koşulları üzerindeki dolaysız
etkiyi ele almadı.
Politik
sinemanın tarihinde uzun süren o altmışlı yıllar, yani ellilerin ortasından
başlayıp yetmişlerin başında sona eren dönem, devrimci militan sinemanın altın
çağı olarak görülüyor. Sömürgeci ve faşist propaganda faaliyetleri kapsamında
sinemanın araçsallaştırıldığı yirminci yüzyılın ilk yarısının aksine savaş
sonrası döneme solun politik sinemaya verdiği önem damgasını vurdu.
“Politik
Sinema” kavramı, bu dönemde burjuva toplum değerleri, sömürgeci zulüm, askeri
ve ekonomik emperyalizm ve serbest piyasa kapitalizmini suçlayan eleştiri
pratiği ile eşanlamlı hâle geldi.
Afrika’daki
ve Güneydoğu Asya’daki bağımsızlık savaşları Avrupa sömürgeciliğine diz
çöktürdü. Halk devrimleri Güney Amerika’yı kasıp kavurdu, dünya genelinde
toplumsal ve politik bir karışıklığın yaşanmasına neden oldu. Avrupa ve ABD’de
kitleleri gösterilerinde Vietnam ve Cezayir’de sürmekte olan sömürgeci
savaşların son bulması istendi, eylemciler, toplumsal cinsiyet ve ırk gibi
konularda eşitliği savundular, kültürel elitizmi eleştirdiler, toplumsal
özgürlüklerin artmasını talep ettiler.
Sinema,
bu hareketlerin görünür olması konusunda önemli bir katkı sundu. Daha da
önemlisi sinema, yirmilerin başında Sovyet sinemasının sinemanın ideolojik
niteliğiyle ilgili olarak başlattığı tartışmaları güncelledi ve bu tartışmaların
Latin Amerika’da yürütülmesini sağladı.
Küba
Devrimi’nin ve Castro’nun elde ettiği zaferin yarattığı ilk sarsıntının
ardından, Arjantin, Şili ve Brezilya yeni kurulan askeri hükümetlere karşı
yürütülen silâhlı halk isyanlarına sahne oldu. Bir dizi yönetmen, bu süreçte
halktan yana saf tuttu. Birçok manifesto kaleme alındı. Glauber Rocha, “Açlığın
Estetiği” (Brazil, 1965), Fernando Solanas ve Octavio Getino “Üçüncü Sinemaya
Doğru” (Arjantin, 1969), Julio García Espinosa “Kusurlu Bir Sinema İçin” (1969)
başlığını taşıyan, yeni ve devrimci sinemanın estetik ve ekonomik ilkelerini
tarif eden manifestolar yazdı.
Bu
yönetmenlere göre, üçüncü sinema, Avrupa’daki yeni dalganın meydana getirdiği
ikinci sinemanın ulaşamadığı hedefe ulaşabilir, bu anlamda, sistemin dışına
çıkıp birinci sinemanın seyirciyi gerçekten kaçmasını sağlayan, albenili
görselliğine ve pasif tüketimciliğine estetik ve sanayi düzleminde
alternatifler geliştirebilirdi.
İkinci
sinemayı birinci sinemanın gösterişli ve parlak yüzeyselliğinden kurtarma
çabası olarak gören üçüncü sinemacılar, Avrupa’daki muadillerinin düştükleri
mali ve endüstriyel tuzakları eleştirdiler ve bu filmlerin uluslararası sinema
endüstrisi dâhilinde asimile edilişlerini büyük bir üzüntüyle izlediler. Bu
asimilasyon, sanat filmlerinin uluslararası planda meşrulaşmasında ve yeniden
üretiminde festivallerin, ödül törenlerinin ve eleştirilerin oynadığı rol
bağlamında hâlen daha devam ediyor.
Üçüncü
sinemanın amacı, sömürgelikten kurtulma sürecini ve bağımsızlığı belgelemek, kendi
toprağına egemen olanların pratiğini perdeye aksettirmek, ama aynı zamanda, her
şeyden önce, Frantz Fanon’un Yeryüzünün Lanetlileri isimli çığır açıcı
çalışması temelinde, seyircinin “zihninin sömürgeleştirildiği sürece son
vermekti. Bu da politik bilinç konusunda etkili bir zemin sunan sinemanın
üretildiği, sergilendiği ve yeniden üretildiği yapıların dışında ve onlara
karşı faaliyet yürütmeyi gerekli kılıyordu.
Brezilya’da
Glauber Rocha, Küba’da Julio García Espinosa, ülkelerinin azgelişmişliğini karşı-estetiğe
dair bir argümana ve politik müdahale aracına dönüştürdü. Bu anlamda
yönetmenler, açlığı ve kusurlu oluşu Hollywood’un beslediği ticari eğlence
kültürünün panzehri olarak takdim ettiler. Bu noktada para meselesi gündeme
geldi.
Mike
Wayne’e göre, devletten gelen para üçüncü sinema için sorunlu ama zaruri bir
paraydı.[1] David M. J. Wood ise bu değerlendirmeye şu katkıyı sunuyordu:
“İlk başta devlet
desteğini istemediler. Ama özele ve kamuya ait olan bölgesel film arşivleri,
filmlerin dağıtımında ve antiemperyalizm dilinin yaygınlaşmasında önemli bir
rol oynadı. Böylece yönetmenler, merkezi bulunmayan mekânlara kavuşmak
suretiyle, proleter sinema seyircisi oluşturmak adına, mevcut burjuva tarzın
dışına çıkacak adımlar atabildiler.”[2]
Benzer
politik değerlere sahip olan ve ulusötesi toplumsal bilinci kuşanmış sinema
anlayışını savunan Fransız militan yönetmen Luc Moullet, mali konularda gündeme
gelen bu türden şüpheleri ve kendisinde de hasıl olan, antiemperyalist
belgeseli Bir Yemeğin Yaratılışı (1978) filminde ortaya koyduğu sanatsal
iki yüzlülüğü alaya alıyor.
Latin
Amerika’da açığa çıkan üçüncü sinema geleneği, Avrupa’daki militan sinema ve postkolonyal
sinema üzerinde kalıcı bir etkiye yol açtı. Bu, sahip olduğu politik ajandanın
özgünlüğüyle ve uzak görüşlülüğüyle alakalı bir durumdu. Hareket, Avrupa
sömürgeciliğini, ABD emperyalizmini, hatta anakronik bir tutum dâhilinde,
küreselleşmenin ulusötesi mekanizmalarını yekten karşıya attı. Ayrıca bu sinema
geleneği, üç kıtayı kesen ulusötesi dayanışma ilişkileri için gerekli yapıyı
temin etti, bu bağlamda, Che ve Frantz Fanon gibi politik isimlerin ve
aydınların altmışların sonunda bahsini ettikleri Üç Kıta Devrimi’ne destek
sundu. Solanas ve Getino’nun 1969 tarihli manifestosunda da dile getirildiği
biçimiyle, yerel ve ulusal kimi özgül koşulların ürünü olsa da üçüncü sinema,
her iki ölçek dâhlinde toplumsal devrimin başarılı olacağı vaadinde bulunuyordu:
“Ulusal gerçekliğe dair
şahitlik, küresel ölçekte diyalog ve bilginin hesaplanması mümkün olmayan
araçları hâline gelebilir. Mücadelenin herhangi bir enternasyonalist biçimi, halkların
emperyalizmin muhafaza etmek için çabaladığı mevcut kopukluk ve dağınıklık
koşullarını aşamamaları durumunda, onların deneyimlerini paylaşmadıkları sürece
asla başarıyla yürütülemez.”[3]
Afrika’da
Muhammed Lahdar Hamina’nın Aures’in Rüzgârları (1967) ve Ahmed Raşidi’nin
Ateş Yıllarının Tarihçesi (1975) ilk dönem Cezayir sinemasında şiddeti,
savaşla ulus inşasının iç içe geçtiği süreci örnekleyen çalışmalar olarak öne
çıkıyor. Güneye indiğimizde, Fransa’nın elindeki Sahra altı Afrika ülkelerinde sömürgecilik
karşıtı ve sömürgecilik sonrası döneme ait sinema, daha çok ülkelerin ekonomilerine
ayak bağı olan ekonomik bağlılığa odaklanıyor. Bu durum, yönetmenlerin Afrika
sinemasını kendi istedikleri temel üzerine inşa etmelerine mani oluyor. Film, kurgu
ve sesle ilgili işlemler için Fransa’ya gönderildiğinde taviz vermek zorunda
kalınıyor.
İlk
dönemde Fransa’ya bağımlı olan sinema, bu durumu Sovyet sinemasının yaratıcı
sonuçlara yol açan etkisiyle dengelemeye çalıştı. Birçok genç yönetmen, sinema
eğitimi için veya film çekmek üzere Moskova’ya gitti. Osmane Sembène, Süleymane
Cissé ve Abdürrahman Sissako bu isimlerden. Bu anlamda, sömürgecilik sonrası
dönemde Fransız desteğiyle gelişen Afrika sineması, esasen üç ayrı kültürel ve
ideolojik kökten beslendi: Afrika’nın kendi kültür gelenekleri ve deneyimleri,
Fransız (yeni) sömürgeciliği ve Sovyetler’den ilham alan, sinemaya dair diyalektik
yaklaşım.
Yetmişli
ve seksenli yıllar boyunca Afrikalı yönetmenler, Avrupalıların kıta ve halklara
dair sundukları hikâyelerden ve imajlardan kurtulma, Latin Amerika’da olduğu
gibi, kendi filmlerini yapma, bu noktada Sembène’nin de ifade ettiği biçimiyle,
“onlardan miras kalan tüm sömürgeci ve yeni sömürgeci sistemi ortaya çıkartıp kapı
dışarı etme”[4] gibi bir imkâna kavuştular. Son yıllarda ise sömürgecilik
sonrası dönemin ulusal egemenliğe ve Afrika’nın kültürel bütünlüğüne yönelik vurgusuna
küreselleşmenin yol açtığı sınırsız ekonomik ve kültürel baskılara dair
kaygılar eşlik ediyor.
Doksanlardan
itibaren üçüncü sinemanın belirlediği ilkeler ve bu ilkeleri esas alan pratik,
çatallandı: belge aktarımını esas alan küçük ve yeni bir medya oluştu. Bu medya,
büyük medya şirketlerinin ve mali tekelin gücünü alt etmeyi bildi. Mümkün olduğu
yerde alternatif dağıtım ağları oluşturdu. Öte yandan, uzun kurgu film üreten sinema
pratiği, sömürgeci, emperyalist ve küreselci dürtülerin yön verdiği bir dünyada
yönetmenin konumuna etki eden derinlikli jeopolitik dolayımlar üretmeyi bildi.
Örneğin Brezilya sineması, “çöplüğü” eşeleyip kendince bir sembol buldu:
“Eldeki kırıntı
malzemelerdeki melez, çoklu ve kurtarılması gereken üç konu bir araya
getirildi. Böylelikle kıtlık içerisinde hayatta kalması gereken marjinallik hissi
yakalandı, ulusötesi kapitalizmin atılacağı çöp alanı belirlendi, hâkim kültüre
ait malzemelerin geri dönüşüme tabi tutulması gerektiği görüldü.”[5]
Afrika
sineması, sömürgecilik sonrası dönemde çözüme kavuşturulmamış olan asimetri
sorununu çözerken, kavşakta olma hâline vurgu yaptı.[6] Moolaadé (“Koruma”
-Sembène 2005) filminde, ekonomik, toplumsal, cinsel ve politik her türden
işlem bir köyü merkeze alarak, oradaki karakterler üzerinden anlatılıyor. Farklı
insanların farklı kaderleri, çarpıcı bir biçimde bir kavşakta buluşuyor ve “yolculuk,
tam da o noktada başlıyor. Sonrasında yola çıkan kişi, gerisin geri o noktaya
dönüyor.”[7]
Bamako (2006)
isimli filminde Abdürrahman Sissako, Batı Afrikalıların günlük hayatında
gerçekleşmesi imkânsız olan bir kesişimi anlatıyor. Film, güneyin yoksul
ülkelerinde azgelişmişliğin yarattığı koşullarla IMF, Dünya Bankası, DTÖ ve
Avrupa’nın yeni sömürgeciliğinden oluşan yeni imparatorluğu birlikte anlatıyor.
Filmlerde
sömürgecilik ve küreselleşme çoğunlukla ekonomik bağımlılığı ve hegemonik
güçler arasındaki kültürel hiyerarşileri dayatan sömürü ve zulüm araçları
olarak ele alınıyor. Hegemonik güçler hiyerarşisinin tepesinde Avrupa, ABD, Japonya,
Çin ve ulusötesi finans şirketleri, altta ise eskiden üçüncü dünya denilen, Orta
ve Güney Amerika’dan, Afrika’dan ve Güneydoğu Asya’dan oluşan küresel Güney
duruyor.
Dünya
imparatorluğu, amorf bir niteliğe sahip. Bu hâliyle bilinci, ikinci ve üçüncü
sinema arasındaki sınırları bir biçimde silikleştiriyor.
Frank
Ukadike’nin tespitiyle, İngilizlerin elinde olan Afrikalı medya kuruluşları,
seksenlerden itibaren Nijerya’daki ticari video endüstrisine atfen, Nollywood’u
inşa etti ve bu sektör, kendi dağıtım/teşhir sistemlerini geliştirdi, böylelikle
üçüncü sinemanın hedeflerine uygun bir biçimde, eskinin seyirci tipolojisinden
koptu. Bu videolar, birinci sinemanın, ticari filmlerin popüler klişelerinden
toplumsal ve ahlaki düzlemde kopmak istiyorlar.[8]
Hintlilerin
Bollywood’u ve Nijeryalıların Nollywood’u Hollywood karşısında bir güç hâline
geldi. Böylelikle kültürel üretim ve tüketimin eski yapısı ortadan kalktı.
Hollywood
da zaman içerisinde kendi içinde işleyen üretimle alakalı yapıların hegemonik
ve emperyalist niteliğini eleştiren filmler çekti. James Cameron’ın gişe rekorları
kıran 2009 yapımı Avatar filmi bu bağlamda, ABD’deki popüler kültür ve
antiemperyalist politikaya dair eleştirilerle karşılandı. Filmdeki askeri
neoliberalizm eleştirisi ve ekolojik vurgu, emperyalizm karşıtı bir duruş
olarak görüldü. Ama kimse, filmin emperyalizmin Batı merkezli olduğu gerçeğini
dillendirmemesine laf etmedi.
Sistem,
antiemperyalist filmleri ve uygulamaları asimile etti. Bu tehdit, doksanlardan
sonra gelişen dijital teknolojilerle birlikte daha da arttı. İnternet ve yeni
teknolojiler, filmlerin yeniden üretimi ve dağıtımı konusunda yeni kapılar
açtı. Sosyal medya ve platformlar sayesinde üretim sahası da yeni imkânlara
kavuştu.
İnternet
ve yeni gelişen teknolojiler, ayrıca politik video çekim pratiğini ve sinemayı
da değiştirdi. Bu pratik, zamanla işbirliğine dayalı bir proje olmaktan çıkıp,
bireysel bir gayrete dönüştü. Üçüncü sinemanın temel aldığı bu işbirliği
meselesi, ayrıca Afrika’da sömürgecilik sonrası dönemde ulusal sinema inşasına
dair arzular, zamanla üretim, yeniden üretim ve mübadele süreçlerini etkiledi.
Michael
Chanan’ın son çalışması, yirmi birinci yüzyılda yeni medyanın oynayacağı rolün
yanında, politik sinemanın dijital planda yenilenmesi sürecine dikkat çekiyor.
2012 tarihli e-kitabı, Bir Video Blog Yazarının Masalları’nda Chanan,
üçüncü sinemanın ikinci sürümünün içeriğine ve biçimine dair örnekler sunan, “yurttaş
gazeteciliği”ne ait bir dizi çalışmanın tarihçesini aktarıyor. Chanan, İngiltere’deki
2010 seçimleri esnasında çekilen ajitasyon videolarının ve Arap Baharı
olaylarında cep telefonu kameralarının kullanımının 2001’de Arjantin’de açığa
çıkan, işsiz eylemlerini esas alan, gözcü sineması (cine piquetero) yanında,
Meksika, Şili ve Brezilya’da seksenlerin sonunda çekilen yerli videoları gibi
deneyimleri uyarladığını ve yeniden icat ettiğini söylüyor.
Chanan’ın
tespitiyle, emperyalizm ve ona yönelik eleştiriler iç içe geçiyor, zira “çok
sayıda insan, bugün dijital toplumsal iletişim araçlarını satan aynı küresel
şirketlerin kapitalizmi elindeki gücü yargılamak ve onunla cedelleşmek için
tüketimciliğin ürünlerini kullanıyor.”[9]
Dünyaya
dair eşit, adil ve saygın bir anlayış geliştirme çabaları dâhilinde antiemperyalist
sinema pratikleri, hep ortaya konulan deneyimin farklı coğrafi ölçekleriyle
meşgul oldular. Bu bağlamda, antiemperyalist sinema hem yerel, hem ulusal hem
de küresel bir nitelik arz etti.
Antiemperyalizmin
sinema pratiğinin en iyi tarifi şu: seyircinin filmle, daha da önemlisi, onu
kuşatan dünyayla ilişkisi konusunda sürekli yeni kapılar aralamak.
Bu
politik sinema örnekleri, coğrafi sahayı sürekli değiştirse de her daim emperyalizme
karşı konum aldılar. Bu teorik konumsa sömürüyü esas alan dürtülerin normatif
üstünlüğünü kendince taklit etmek zorunda kaldı.
Michael
Chanan, üçüncü sinemanın yeni coğrafi alanlarına dair tespiti dâhilinde,
küresel imparatorluğun sınırlarını ve çatlaklarını yeniden merkeze
yerleştiriyor. O böylelikle, kuzeydeki ve güneydeki toplumsal paryaların
deneyimlerine uygun kolektif direniş siyasetinin koşullarını yeniden tariflemeyi
umut ediyor.
Latin
Amerika’da, Afrika’da ve Güneydoğu Asya’da antiemperyalist sinema gelişti,
değişti, ama Batı ve Amerika merkezli küreselleşmenin kurallarını sorgulamaktan
hiçbir vakit vazgeçmedi. Aslında altmışlardaki antiemperyalist mücadelelerdeki değişimler
sabitlendiğinde, bu mücadelelerin toplumsal, kültürel ve teknolojik dönüşümlere
bugünde verdikleri tepkilerdeki karmaşıklığın üzeri örtülmekteydi.
Başka
bir coğrafya mümkün. Bu sinema pratikleri, emperyalizmdeki süreklilik arz eden
değişkenliğin üzerindeki örtüyü kaldırdılar, onun politik, toplumsal, kültürel
ve ekonomik bir sistem olduğunu ortaya koydular, seyirci olarak bizi,
modernitenin emperyalist özüne alternatif teşkil edebilecek (ütopik) kurguları
tahayyül etmeye davet ettiler.
Son
elli yıl içerisinde antiemperyalist hareketin ortaya koyduğu politik sinema
pratikleri, alternatif dünya tasarımlarını biçimlendirdi. Bu pratikler, “boyun
eğdirme üzerine kurulu tüm sistemsel ilişkilere karşı koyan küresel adalet mücadeleleri
içine girmenin yanında, ayrıca eşitlikçi ve çoğulcu bir evrenselcilik
projelerinin geliştirilmesine katkıda bulundular, bu hâlleriyle söz konusu pratikler,
emperyalizmin antitezi olan kozmopolitizmin yeniden tarif edildiği eleştiri
sürecine katkıda bulundular.”[10]
Audrey Evrard
[Kaynak:
The Palgrave Encyclopedia of Imperialism and Anti-Imperialism, Yayına
Hazırlayanlar: Immanuel Ness ve Zak Cope, İkinci Baskı, Palgrave Macmillan,
2021, s. 2241-2245.]
Dipnotlar:
[1] Mike Wayne, Political cinema: The Dialectics of Third Cinema. Londra:
Pluto Press, 2001: s. 79.
[2]
David M. J. Wood, “Film and the Archive: Nation, Heritage, Resistance. Cosmos
and History”: The Journal of Natural and Social Philosophy, 6(2), 2010: s.
167.
[3]
Fernando Solanas ve Octavio Getino, Towards a Third Cinema, yayına
hazırlayan: Michael T. Martin, New Latin American Cinema, 1. Cilt içinde
(Çeviri: Julianne Burton). Detroit: Wayne State University Press. 1997/1969: s.
46.
[4]
Aktaran: Françoise Pfaff, Focus on African Films. Bloomington: Indiana
University Press. 1984: s. 11.
[5]
Robert Stam, “Beyond Third Cinema: The Aesthetics of Hybridity”. Yayına hazırlayanlar:
A. R. Guneratne & W. Dissanayake, Rethinking Third Cinema içinde (s.
31–48). Londra: Routledge. 2003: s. 40–41.
[6]
Adesokan Akinwumi, African Expressive Cultures: Postcolonial Artists and Global
Aesthetics. Bloomington: Indiana University Press. 2011: s. 9.
[7]
Akinwumi, a.g.e., s. 10.
[8]
Nwachukwu Frank Ukadike, “Video Booms and the Manifestations of ‘First’ Cinema
in Anglophone Africa”. Yayına hazırlayanlar: A. R. Guneratne & W.
Dissanayake, Rethinking Third Cinema içinde (s. 126–144). Londra:
Routledge. 2003: 140.
[9]
Michael Chanan, Tales of a Video Vlogger. PDF. 2012: s. 36.
[10] Fuyuki Kurusawa, “Critical Cosmopolitanism”. Yayına hazırlayanlar: M. Nowicka & M. Rovisco, Ashgate Research Companion to Cosmopolitanism içinde (s. 279–293). Farnham: Ashgate Publishing Group. 2011: s. 290.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder