“İnsanları değil, fiyatları dondurun”
Ashley Smith
28 Ekim 2022
Dünya ekonomisi, yetmişlerden
beri stagflasyon, durgunluk içinde enflasyon belasıyla cebelleşiyor. Ekonomiler
yavaşlıyor ve resesyona giriyor, merkez bankaları, enflasyonu kontrol altına
almak adına faiz oranlarını yükseltiyor, krizin ve güya ona karşı sunulan
çözümlerin yükünü ise işçiler ve ezilenler sırtlıyor. Spectre
dergisinden Ashley Smith, k Michael Roberts ile küresel ekonomik kriz, bu kriz
konusunda ana akım iktisatçıların Marksistlerin sunduğu açıklamalar ve bugün
solun neleri talep edip ne için kavga etmesi gerektiği konusunda bir söyleşi
gerçekleştiriyor.
The Long Depression: Marxism and
the Global Crisis of Capitalism (Haymarket 2016) isminde bir kitabı bulunan
Michael Roberts, yorumlarını ve analizlerini düzenli olarak The Next Recession isimli blogunda
aktarıyor.
* * *
Ana akım medya, enflasyon,
durağan büyüme ve küresel resesyonun tehlikesine dair yığınla hikâye anlatıyor.
Gelişmiş kapitalist ülkeler, gelişmekte olan ülkeler ve azgelişmiş ülkeler açısından
dünya ekonomisi ne durumda?
2021’de Kovid sonrası yaşanan “canlılık”
ardından, büyük ekonomilerin hızı düştü. Bugün bu ülkeler, düşen kâr oranlarına
bağlı olarak (ki 2021’de kâr marjları açısından rekor kırıldı, ama artık kârlar
düşüyor) 2023’te yaşanacak yeni ekonomik krize doğru ilerliyorlar. Bu gelişme
sebebiyle yatırımdaki büyüme hızı düşecek. Aynı zamanda küresel tedarik zinciri
önündeki engellerin büyüklüğü, Kovid krizi öncesinde ulaştığı düzeyin üzerine
çıkacak. Başka bir ifadeyle, 2020’den sonra yükselen, Rusya’nın Ukrayna’yı
işgal etmesi ve Batılı devletlerin Rusya’ya karşı uyguladıkları yaptırımlar
sebebiyle hızla artan enflasyon, bir süre Kovid öncesi düzeye bile gerilemeyecek.
Yüksek enflasyonu faiz oranlarını
artırıp para arzını daraltmak suretiyle kontrol altına almaya çalışan merkez
bankaları, emlak fiyatlarında düşüşe, şirketlerin ve kamunun borçlarının yol
açtığı maliyetlerin artmasına, böylelikle bir yatırım krizinin ortaya çıkmasına
yol açtılar. Doların güçlendirilmesi, dünyanın geri kalanına, bilhassa bugün
dolarla borçlanmanın yol açtığı ve giderek artan maliyetlerle, düşen gelirlerle
ve para birimlerindeki değersizleşmeyle yüzleşen güneyin azgelişmiş ve zayıf
ekonomilerine zarar verdi.
Adam Tooze, kısa süre önce New
York Times için yazdığı makalede, küresel kapitalizmin krizini gayet güzel
tarif ediyor. Ama görebildiğimiz kadarıyla, bu krizi pek izah edemiyor. Bugünkü
stagflasyona ne sebep oldu? Bunun sebebi Kovid mi, tedarik zincirlerindeki
tahribat mı yoksa daha derinde işleyen başka bir süreç mi?
Bu önemli bir soru. Kapitalist üretimde
bir krizin nasıl geliştiğini bilmek yetmez, asıl önemlisi, krizin neden
olduğunu bilmektir. Bu bilgi olmadan, ileride nelerin olacağını, başka bir
krizin gelip gelmeyeceğini bilemeyiz. Bir üretim tarzı olarak kapitalizm, bu
gezegende yaşayan milyarlarca insanın ihtiyacını karşılamak için gerekli üretim
gücünü geliştiremiyor, aynı zamanda kapitalizm, dünyadaki ekosistemi yok etmeye
başladı.
İyi teknolojiye, kamu hizmetlerine
ve temel mal ve hizmetlere yönelik yatırım, son otuz kırk yıl içerisinde iyice
yavaşladı. Esasında küresel finans krizinden beri büyük ekonomiler, düşük
yatırımın ve üretkenlik artışının damgasını vurduğu, benim “Uzun Buhran” adını
verdiğim kriz koşullarının içinde yaşıyorlar, bu da büyük çoğunluk için reel
ücretlerin yerinde saymasına sebep oluyor. Üretime yönelik yatırımların yerini
alan finansal varlıklar ve emlak sahasındaki spekülatif canlanmalardan sadece aşırı
zenginler, muazzam ölçülerde kazanç elde ettiler.
Ama geçmişte şişirilmiş olan bu
balonlar, bugün patlamaya başladılar. Kovid krizi, büyük ekonomilere telafi
edilmesi mümkün olmayan, büyük zararlar verdi: Kovid’den bu yana büyüme oranı
pandemi öncesine kıyasla düşük, hatta pandemiden on yıl öncesinde dünya, 2008’deki
finans krizinden önceki büyüme oranının bile gerisinde kalmıştı. Bu anlamda
büyük ekonomiler, iktisatçıların “histerezis” dediği, “ekonomide uzun Kovid
dönemi” olarak da niteleyebileceğimiz, etkilerin kalıcılaştığı bir süreçle
yüzleştiler.
2021’de ekonomi, kısa süreliğine
toparlandı, ama bu toparlama süreci çok kısa sürdü, ekonomiler, pandeminin
müdahalesini içermeyen, 2020’de yaşanan ekonomik kriz koşullarına geri
döndüler. Yalnız bu sefer toparlanma sürecine son kırk yılın en yüksek
rakamlarına ulaşan enflasyon oranları eşlik etti. Dolaysıyla enflasyon
oranlarının üst sınırını şiddetli bir iflas durumu tayin edecek ve bu oranların
azalmasını sağlayacak. Merkez bankaları, bu amaca ulaşmak adına, sıkı para
politikası üzerine kurulu şok tedavisini uygulamaya kararlıymış gibi görünüyor.
Bugün Marksizm, enflasyonu nasıl açıklıyor?
Marksizmin açıklaması ile diğer açıklamalar arasındaki farklar nelerdir?
Ana akım iktisat, enflasyonu iki
şekilde açıklıyor. İlk açıklamaya göre, çok az sayıda mala çok fazla para denk
düşüyor. Monetarist Milton Friedman, bu durumu “enflasyon her zaman parayla alakalı
bir olgudur” cümlesiyle izah ediyor. İkinci açıklamada, artan enflasyonun
sebebi olarak maliyetlerde, bilhassa emek piyasasının daralıp işçilerin yüksek
ücret talep ettiği koşullarda yaşanan artış görülüyor. Keynesçiler, bu durumda
ücret-fiyat sarmalının oluştuğunu söylüyorlar. Monetarist teori, parayı ve
merkez bankalarını; Keynesçilerse işçileri suçluyorlar. Oysa iki teori de
teorik ve empirik açıdan yanlış.
Doksanlardan 2019 yılına dek
uzanan dönem boyunca enflasyon oranları, çok düşük düzeyde seyretti, hatta epey
düşük düzeyde kaldı, ama öte yandan para arzı ile kredilerdeki büyüme oranı
arttı. Bu durum, empirik düzeyde monetarist teoriyi yalanlıyor. Son iki yıl
içerisinde enflasyonda yaşanan artışın sebebi, artan para arzı değil, bilâkis,
bu dönemde para arzındaki büyüme oranı düştü. Monetarist teori, paranın
fiyatlara yön verdiğini varsaymak suretiyle önemli bir teorik hata yapıyor,
oysa tam tersi geçerli.
Ücret-maliyet teorisinin de empirik
düzeyde yanlış olduğu görüldü. Yetmişlerde işsizlik arttı, işçiler pazarlık yapma
güçlerini yitirdiler, ama enflasyon hızla yükseldi. Düşük işsizlik ile yüksek
enflasyon arasında bir bağ olduğunu söyleyen Phillips eğrisinin yanlış olduğu
görüldü. Birçok ekonomi (en azından resmi rakamlara göre) oldukça düşük
işsizlik oranlarına ulaştı, ama bu son Kovid krizine dek enflasyon oldukça
düşük kaldı. Esasında merkez bankaları, kendi amaçlarına ulaşmak adına, enflasyon
oranlarını yükseltmek için çaba sarf ettiler.
Peki Marksizm, enflasyonu nasıl
açıklıyor? Burada öncelikle bir metadaki değerin başına gelenlere bakarak işe
koyulmak gerekiyor. Bir metanın veya hizmetin fiyatını Marx’ın “sabit sermaye”
dediği makine ve hammadde kullanımı, bunun yanında, üretimde emeğin yeni değer üretme
pratiği meydana getiriyor. Kapitalistler, sermaye birikim süreci içine
giriyorlar (kâr elde ediyorlar), bu sebeple, emeğin payını düşüren teknolojiyi
kullanmak suretiyle emeğin maliyetini (ücretleri) sürekli azaltmaya
çalışıyorlar.
Ama bunu yaptığında, bir metanın
toplam fiyatına nispetle oluşan yeni değerdeki artış oranı düşüyor. Bu sebeple
fiyat enflasyonu, zaman içerisinde yavaş seyrediyor. Bu süreçte başka faktörler
de devreye giriyor. İlk faktör, bugün de tanık olduğumuz üzere, hammadde
fiyatlarındaki ani artış. İkinci faktörse, bir ekonomide para arzının miktarını
değiştirme yetkisine sahip olan ve para konusunda otoriteyi elinde bulunduran
güçler. Bu güçler, enflasyon oranlarını düşürüp paranın fiyatlarını artırmak
için yeni değer artış hızını düşürmek gibi hamlelere başvurabiliyorlar.
Bu da bize şunu söylüyor: eğer
ekonomiler krize girmişse, yeni değer artışı oranı sıfır oluyor veya düşüyor,
böylelikle deflasyon meydana geliyor. Eğer para otoriteleri arzı kısmaya devam
ederlerse, o vakit enflasyon oranları da düşüyor.
Mevcut krize dair sunduğunuz
açıklamanızda, kâr oranları ile ilgili krizin reel ekonomide yatırımları düşürdüğünü
söylüyorsunuz. Şirketlerin yüksek miktarlarda paraya sahip olduğuna işaret eden
insanların kafası bazen bu noktada karışıyor. Bazı isimlerse enflasyonun şirket
kârlarını inanılmaz ölçülerde artıran fahiş fiyat uygulamasının bir sonucu
olduğunu iddia ediyor. Kâr oranları ile fahiş fiyat uygulaması arasındaki
farklılık ve ilişki nedir?
Çok büyük şirketler, bilhassa
enerji, teknoloji ve medya sahasında faal olanlar, bu süreçte muazzam kârlar
elde ettiler. Enerji tedariği ve üretimi konusunda tekel olan şirketler, “fahiş
fiyat” uygulamasına başvurdular. Fakat öte yandan şirketlerin büyük bir kısmı, faal
oldukları pazarlarda sert rekabet koşulları ile yüzleştiler, hammadde
maliyetlerindeki artışların ve faiz oranlarındaki artışın çilesini çektiler, bu
da onların kârlarını düşürdü.
Dolayısıyla, bugün bilhassa ABD’de
enerji, teknoloji ve medya sahasında faal olan, yüksek miktarlarda kârlar elde
eden şirketlerin azınlık olduklarını, küçük bir kesimi meydana getirdiklerini
görmek gerekiyor. Yatırılan sermayeye oranla elde edilen ortalama kâr, son
yetmiş yılda görülen en düşük düzeye gerilemiş durumda. Kendi borçlarını
karşılayacak kârı elde edemeyen, bizim “zombi şirketler” dediğimiz, “şirket
sermayesinin yaşayan ölüleri” olarak nitelendirdiğimiz şirketlerin oranı, yüzde
on beş ilâ yirmi civarında.
Burada şu önemli tespiti yapmak
lazım: enflasyonun ve kâr artışlarının ana sebebi, fahiş fiyatlar veya
tekellerin takdiri değil. Ana sebep olarak bunları görenler, fiyatlara tavan
değer getirilip tekellerin dağıtılmasını istiyorlar, böylelikle kapitalist
üretimin pürüzsüzce, enflasyon belasıyla uğraşmadan ilerleyebileceğini söylüyorlar.
Oysa tavan fiyat türünden tedbirler, emekçi halka geçici süre fayda sağlar,
kapitalist krizin ortadan kalkmasına sebep olmaz, yaşanan krizin yükü taşınmaya
devam eder.
Resesyon ve krizle yüzleşmeden,
enflasyon sorununa, ancak sadece enerji sektöründe gördüğümüz, “doğal” tekeller
değil, büyük stratejik şirketler ve finans kurumları da yatırım, istihdam ve
iklim kontrolü için geliştirilmiş bir plan dâhilinde kamu mülkiyetine ve kontrolüne
tabi kıldığımız vakit son verebiliriz.
Tooze yazısında bir de faiz
oranlarındaki koordinasyon dâhilinde yapılmayan artışların dünyayı büyük bir
resesyon riskiyle karşı karşıya bıraktığını söylüyor. Bugün ne kadar büyük bir
tehlikeyle karşı karşıyayız? Bu tehlikeye mani olacak bir para politikasını,
koordinasyon fikrini daha fazla içeren bir yaklaşımla ele almak mümkün müdür? Bu
türden bir koordinasyon gerçekleştirilebilir mi?
“Koordinasyon dâhilinde
yapılmayan artışlar” mı? Koordinasyon dâhilinde yapılsa sorun yok demek ki. Bence
gene de sorunlu. Dünya genelinde faiz artışlarının nedeni, tahvil
fiyatlarındaki düşüş ve merkez bankalarının gerçekleştirdikleri müdahaleler. Bir
anlamda bu artışlar, koordineli bir biçimde gerçekleştiriliyorlar, zira her bir
ülke diğer ülkeyi takip etmek zorunda, aksi takdirde bu ülkeler para
birimlerinde ciddi bir değer kaybıyla yüzleşirler.
Resesyon, koordineli bir para
politikasıyla savuşturulamaz. Bu tür bir politikanın söz konusu artışları
durdurması ve artış yönünü terse çevirmesi gerekir.
22 Eylül 1985’te Fransa, Almanya,
Japonya, İngiltere ve ABD arasında yapılan, dolar kuruna müdahale edilmesini
öngören, doların gücünü kırmayı amaçlayan Plaza Anlaşması, güçlü ekonomilerin
ekonomik büyümesi üzerinde çok az etkiye yol açmıştır. Üstelik bu tür bir anlaşmanın
bugün imzalanma ihtimali bulunmamaktadır.
Koordinasyonu, yatırım, iklim
kontrolü ve yoksulluğun azaltılmasını amaçlayan küresel bir plan için ortaya
konulacak pratik kapsamında ele almak gerekir. Oysa böylesi bir pratiğin
gerçekleşme imkânı bulunmamaktadır.
Faiz oranlarındaki artışlar,
dünya ekonomisinin farklı kesimlerini nasıl etkiliyor? Gelişmiş kapitalist
ülkelerde bu artışlar nelere sebep oluyorlar? Küresel güneyi, bilhassa en fazla
borca sahip olan ülkeleri nasıl etkiliyor? Bir kez daha ülkelerin büyük bir borç
kriziyle yüzleşeceği bir döneme mi giriyoruz?
“Yeni yeni güçlenen” birçok
azgelişmiş ülke, borç ve iflas sorunuyla yüzleşmeye başladı bile (Sri Lanka,
Zambiya, Pakistan). Önümüzdeki yıl içerisinde daha fazla ülkeye daha fazla
kredi vermeyi planlayan IMF, birçok yoksul ülkeyi borç bataklığının dibine çekiyor,
onları mali disiplinine daha fazla tabi kılıyor.
Bu da söz konusu ülkelerde daha
fazla kemer sıkma tedbirlerinin gündeme geleceği anlamına geliyor. Bu tür bir
durumla gelişmiş ülkeler de yüzleşecek, zira hükümetler, Kovid sonrası yapılan
harcamaları kısacak ve hem kamuda hem de özel biriken borçları azaltmak için
uğraşacak.
Resesyonların, birbirini izleyen zayıf
toparlanma süreçlerinin damga vurduğu uzun vadeli bir küresel buhranın
içerisinde yaşadığımızı söylüyorsunuz. Bunun bir sebebinin de devletlerin
rekabet edemeyen, zombi olarak nitelenen şirketleri düşük faiz oranları ve
kurtarma paketleriyle desteklemesi olduğundan bahsediyorsunuz. Yetmişlerin sonunda
Paul Volcker’ın bahsini ettiği, faiz oranlarındaki ani artışlar enflasyonu
dizginledi ve uzun süren bir neoliberal canlılık dönemine girildi, fakat bunun
karşılığında yoksul güney ülkelerinde iflaslar yaşandı, işsizlik rakamları
yükseldi, borç krizi ile yüzleşildi. Merkez bankaları bu adımı bir kez daha
atabilir mi, “yaratıcı yıkım” dedikleri işlem, kapitalist büyüme sürecinde yeni
bir dönemin başlamasını sağlayabilir mi?
Yetmişlerin sonunda gündeme gelen
“yaratıcı yıkım” veya Volcker’ın sözünü ettiği türden bir “şok tedavisi”ne 2008’deki
küresel finans piyasalarındaki çöküşte ihtiyaç duyulmamıştı. Esasında o dönem
Amerikan merkez bankasının başındaki isim olan Bernanke, zıt bir politika
benimsedi ve para arzını büyütüp kapitalistleri kurtarmak için onlara krediler verdi
(hatta bu sebeple başkana Nobel ödülü bile verildi.)
Sonrasında bu şirketler, neredeyse
yüzde sıfır faizle verilen kredilerle ve düşük enflasyonla beslenip büyütüldüler,
ama bu büyüme, gene de oldukça yavaş seyretti. Uzun buhran denilen süreç yerini
“yaratıcı yıkım”a bıraktı. 2019’da yeni bir resesyon eşikte beklemekteydi. Bugün
2022’deyiz ve kredi verme önerisi gündeme değil. Enflasyonun yüksek seyrettiği
koşullarda merkez bankası bugün enflasyon konusunda “şok tedavisi”ni
uygulamanın yollarını arıyor.
Görebildiğimiz kadarıyla, neoliberal
dönem boyunca ABD’nin hegemonik güce sahip olduğu koşullarda gelişen küresel
kapitalizmin mevcut yapıları yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya. Kovid ve ABD
ile Çin aynı zamanda Rusya arasında artan jeopolitik gerilimler, küresel
tedarik zincirlerindeki sorunları ortaya çıkarttı. Bu sorunlar, bugün
devletleri ve şirketleri, bildiğimiz küreselleşme düzeyinden geri çekilmeye
zorluyor. Peki bu tespit doğru mu? Dünya ticaretindeki düşüş geçici mi yoksa
dünya ekonomisinde yeniden bloklaşma eğilimi mi ortaya çıkıyor?
Ana akım iktisatçıların bir
bölümü küreselleşmenin bittiğini, bir bölümü de devam ettiğini söylüyor. “Küreselleşme”
derken bu iktisatçılar, dünya ticaretinin gümrük ve kota olmaksızın büyümesini
ve dünya genelinde finans yatırımlarının artmasını kastediyorlar. Fakat küresel
finans krizinden beri dünyadaki emtia ticareti (yeterince yavaş seyretmiş olan)
GSYİH artışından daha yavaş büyürken, dünya genelinde özellikle yeni gelişen
ülkelere akan sermaye küçüldü.
Bazı iktisatçılar, hizmet temelli
ticari faaliyetlerdeki küreselleşmenin bu boşluğu doldurduğunu, bu anlamda
küreselleşmenin ölmediğini söylüyorlar. Lâkin ABD ve Çin arasındaki gerilimlerin
tırmandığı, ticaret sahasında engellerin arttığı, Rusya ve İran gibi ülkelere
yönelik yaptırımlara tanık olunduğu koşullarda, elimizde azalmakta olan emtia
ticaretinin yerini hizmet temelli ticaretin aldığını söyleyen herhangi bir
kanıt bulunmuyor.
Büyük ölçülülük olarak anılan
küreselleşme dönemi sona eriyor. Bu da sadece ticaret ve yatırım sahasında
değil, diğer birçok alanda da rekabetin ve çatışma süreçlerinin daha da
yoğunlaşacağı anlamına geliyor. Marx’ın dediği gibi, kapitalistler emeğin
karşısında can ciğer kardeşler, ama kendi aralarında birbirlerine düşman ve
kavga eden kardeşler gibi hareket ederler.
Fakat öte yandan bir başka
anlamıyla küreselleşmenin capcanlı ve zinde olduğunu görmek gerekiyor. ABD’nin
öncülük ettiği emperyalist blok, kendi çıkarlarına karşı gelen ülkeleri ve o
çıkarlara karşı direniş sergileyen her türden gücü zayıflatmak için yeni tedbirler
uyguluyor. Emperyalist blok, ABD hegemonyasını kabule hazır olmayan güçlerin
artan itirazıyla yüzleşiyor. Fakat ben, bu bloğun koordineli bir muhalefet bloğu
olduğundan pek emin değilim. Muhalefet, hâlen daha beş benzemezin meydana
getirdiği bir yapıymış gibi görünüyor.
Son soru: en güçlü devletler ve
onların merkez bankaları üzerinden yürüttükleri politikalar, işçileri ve ezilen
ülkeleri harap ediyor. Sınıf savaşı ve eski tip emperyalizm kendisini bu tür
politikalarla dışa vuruyor. Peki bugün işçi hareketleri ve ezilen uluslar
neleri talep etmeli? Sol, kısa ve uzun vadede ne için propaganda faaliyeti
yürütmeli?
Kısa vadede artan hayat pahalılığı
ile mücadele yürütmeliyiz. Bu noktada, işyerlerinde işçileri savunan yegâne güç
olarak sendikaların verdikleri mücadeleye destek olmalıyız. İnsana yaraşır bir
ücret, en azından reel gelirlerin korunmasını sağlayacak ölçüde, enflasyon
oranlarını karşılayacak ücret artışları için mücadele vermeliyiz. Faiz oranlarının
artırılmasına yönelik her türden öneriye, devletin hizmetler ve sosyal yardım
konusunda yaptığı harcamaları kesecek ve/veya büyük çoğunluğun ödediği
vergileri artıracak tedbirlere karşı çıkmalıyız.
Enflasyon, bankacılık sektörü ve
ekonominin stratejik sektörleri kontrol altına alındığı takdirde kontrol altına
alınıp düşürülebilir. Enerji gibi kimi piyasalarda, iklim kontrolü, teknolojiye
yatırım ve düzgün iş imkânları yaratmak amacıyla, toplumsal ihtiyaca yönelik
demokratik devlet planlamasını yürürlüğe koymalıyız.
Irak’ta, Afganistan’da, Ukrayna’da,
Sahra Altı Afrikası’nda yaşanan, belki de yakında Orta Asya’da gerçekleşecek
yıkıcı savaşların hepsine son vermek zorundayız. Bu savaşlar, sadece yüz
milyonlarca insanın canına ve geçim imkânlarına mal olmakla kalmaz, çevreyi tahrip
eder, kaynakların heba edilmesine neden olurlar.
Dolayısıyla şunu söylemeliyiz:
yaşam standartlarında kesinti yapılmamalı, devletin halk için yaptığı
harcamalarda kesintiye gidilmemeli, savaşlara son verilmeli, dünya ekonomisi
halka ait ve planlı olmalı, bu ekonomi, kapitalist piyasanın ve kâr peşinde
koşan milyarderlerin değil, halka ait kurumların demokratik kontrolünde olmalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder