Liberalizm, hemen her dile özgürlükçülük olarak
tercüme edilir. Halbuki liberalizm, “özgürlükçülük” kavramının eşanlamlısı değil, kendine özgü bir “özgürlükçülük”
modelidir.
Bir başka deyişle liberalizm, kavramsal olarak “özgürlükçülük”
değil; siyasetten ekonomiye, güvenlikten adalete, kültür-sanattan bilime ve felsefeden dinî hayata varıncaya kadar toplumsal hayatın her alanına
ilişkin burjuva sınıfının öngördüğü “özgürlük” anlayışını öneren bir dünya görüşünün adıdır.
Dolayısıyla felsefî
kavramları ifade için daha zengin bir dil olan Arapçanın imkânlarıyla tercüme edilecek olursa, liberalizmi “özgürlükçülük” olarak değil, “ibahacılık” olarak tercüme etmek daha doğru gözüküyor.
İlk anda yabancı gibi gelse de Türkçede kullanılan
türevlerinden “mubah” kelimesi, “ibahacılık” kelimesinin anlamına dair fikir verebilir.
Hayat Mubahlardan mı İbarettir?
Dinî hukuk,
hayatı dört kavrama göre belirliyor: “vacip”, “haram”, “mekruh” ve “mubah”. Vacip, dini hukukun yapılmasını, “haram” ise
kaçınılmasını emrettiği işlerdir.
Din, vacipleri yapana uhrevi ödül vaat ediyor,
haramlardan sakınmayanı da uhrevi ceza ile tehdit ediyor.
“Vacip”le “haram”ın
arasında yer alan “mekruh”, yapılması hoş görülmeyen; ancak haram düzeyinde de
kaçınılması vurgulanmayan işler olduğundan,
mekruhu yapmaktan kaçınan övülüyor, yapan ise sadece kınanıyor; ancak ödül veya
ceza söz konusu edilmiyor.
“Mubah” ise
yukarıdaki üç kavramın tamamının kapsamının dışında kalan işler. Yani yapılması
ya da yapılmaması konusunda herhangi bir emir ya da tavsiye söz konusu
olmadığından, mubah kapsamındaki
işlerden dolayı fail için; ne ödül, ne ceza, ne övgü, ne de kınama söz konusu.
“Eşyada aslolan ibahadır” şeklindeki Mecelle kaidesi, hayatın mubahlardan
ibaret olduğunu değil, hakkında açık bir hüküm bulunmayan her yeni şeyin mubah
kabul edilmesi gerektiğini ifade eder.
Liberalizm, Özgürlükçülük Değil İbahacılık
Liberalizmin “ibahacılık” diye tercüme edilmesi, onun hayatı “mubah”lardan
ibaret tanımlaması dolayısıyladır. Elbette bir şeyin mubah kılınmasının bireye
yapma veya yapmama yönünde bir “özgürlük” alanı açtığı doğrudur; ancak özgürlük alanı açması, onu kavramsal olarak özgürlükçülükle eş anlamlı
kılmıyor.
Öte yandan hayat,
gerçekten sadece mubahlardan mı ibarettir? Hayat tasavvurunda “kırmızıçizgi”lerin
yeri yok mudur?
Yahut sadece dinlerin mi kırmızıçizgileri vardır?
Liberalizm dışındaki ideolojilerin kırmızıçizgileri yok mudur? Ve daha da
önemlisi liberalizm, gerçekten kırmızıçizgiye sahip değil midir?
Hayatın sadece mubahlardan ibaret olamayacağı son
derece açık. Bireysel hayatta fayda veya zarar, toplumsal hayatta da kaosun,
yahut orman kanununun geçerli olmaması için zorunlu olan hukuksal sistem,
bireye veya topluma “vacipler”, “haramlar”, “mekruhlar” belirler.
Dolayısıyla da aslında sadece şeriat sahibi dinler
değil, liberalizm de dâhil olmak üzere
hiçbir ideoloji, hayatı tamamen mubahlardan ibaret tanımlamıyor.
Sorun Kırmızıçizgi Değil, Onu Kimin ve
Ne Kadar Çizdiği
Sorun,
vaciplerin, haramların, mekruhların ve mubahların sınırlarının kim tarafından
belirlenmesi gerektiği ve bunların sınırlarının ne kadar olacağı konusunda
ortaya çıkıyor.
Örneğin sosyalist bir devlet; ekonomik hayatın,
üretimin, tüketimin, yerleşimin, mülkiyetin vs. devlet tarafından
planlanmasını, yönetilmesini ve gerektiğinde devletin bunlara müdahalesini
öngörüyor.
Batı liberalizminin ürettiği yaşam tarzı, insanlığın doğası, ona karşı direnmek de doğal olana
ve tarihin akışına direnmek gibi sunulur veya algılanırken, örneğin Sovyetler’in
Rusya gibi bir topluma içki yasağı getirmesi[1] veya Batılı tüketim anlayışından korumak için
tedbirler alması[2] elbette “diktatörlük” veya “ideolojik
bağnazlık” olarak yansıtılacaktır.
Çünkü topluma “vacipler”, “haramlar”, “mekruhlar” ve “mubahlar” tayin edilmesi söz konusu olduğunda liberalizm
ibahacılığı savunuyor.
Peki ekonomik hayat, üretim, tüketim, yerleşim,
mülkiyet vs. devlet planlamasından,
yönetiminden ve müdahalesinden “azat” olunca gerçekten “özgür” mü oluyor? Yoksa bu alanlarda devletin bıraktığı
boşluğu hâkim sınıflar mı
dolduruyor?
Yani tüm toplumsal sınıfların çıkarını gözetmekle
görevli olan devletin bu alanlardan çekilmesiyle toplumsal altyapı ve ilişkiler
“özgürce”
mi gelişiyor; yoksa güçlü sınıfın çıkarlarına göre mi şekilleniyor? Sorunun
cevabı açık.
O hâlde
devletin küçültülmesi, özelleştirme, serbest piyasa, “özgürlükçülük”
için değil, burjuva sınıfının çıkarlarının garanti edilmesi içindir.
İran’da Devletin Bireysel Hayata
Müdahalesi ve Mehsa Emini Olayı
Mehsa Emini adlı genç bir kızın topluma belirli bir
kıyafet standardı tayin eden devletin polisinin gözaltında hayatını kaybetmesi,
hem içeride hem de dış dünyada yoğun bir tartışma başlattı.
Mehsa Emini, yakınlarıyla 12 Eylül akşamı Talegani
Parkı’ndayken kıyafeti uygun görülmediği
için polis tarafından gözaltına alındı.
Yasaya aykırı davrananlara yönelik rutin uygulama
çerçevesinde Mehsa Emini de kılık kıyafet kriterlerini ve yasa hükümlerini
açıklayan 30 dakikalık bir semineri dinlemesi için polis merkezindeki seminer
salonuna getirildi; ancak salonda görevliyle tartışırken fenalaştı ve
kaldırıldığı hastanede vefat etti.[3]
Eski Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi, kılık kıyafete
polis müdahalesinin “yasalara, mantığa ve şeriata aykırı” olduğunu belirtti ve “İslam’ın
ve nizamın çehresinin daha fazla karartılmamasını ve buna sebep olanların
cezalandırılmasını”[4] istedi.
Ardından da önde gelen reformcu liderler ve kanaat
önderleri, yalan olduğu daha sonra ortaya çıkan çok sayıda söylentiyi ve
iddiayı dile getirerek[5], tepkilerin sokağa dökülmesine katkı sundu.
Mehsa Emini’nin ailesinin çelişkili açıklamaları ise
tartışmaların artmasına neden oldu. Örneğin babası, reformcu Hemmihen
gazetesine verdiği demeçte, “kızının hiçbir hastalığının olmadığını ve geçmişte
de soğuk algınlığı dışında hiç hastaneye gitmediğini”[6] söyledi. Hâlbuki açıklama üzerine basına yansıyan hastane
kayıtları, Mehsa Emini’nin çocukluğunda beyin ameliyatı geçirdiğini ve son dört
yıl içinde de dahi hepsi de beyin ve sinir hastalıkları uzmanları olmak üzere
20’den fazla defa hastanelere gittiğini gösteriyordu.[7]
Yayımlanan görüntüler ve hastane kayıtları
öldürüldüğünü teyit etmese de polisin gözaltına alması sebebiyle yaşadığı
gerilimin var olan sağlık sorunlarını tetiklediği öne sürülerek, Emini’nin ölümünden dolayı önce polis, ardından da
yönetim suçlandı.
Ancak devletin bireysel hayata müdahalesi, diğer dünya
ülkelerine kıyasla bireysel “özgürlük” sınırını daraltması ve bu konuda uygulanan yöntemin
sorgulanmasından çok maktulün etnik kimliği,
cinsiyeti ve mezhebi üzerinden “rejimle
hesaplaşma” dalgası oluşturulmaya
çalışıldı.
Tahran gibi büyük kentlerde ve Batı basınında “kadın”,
Kürdistan’da “Kürtlük”, BBC, VOA ve Suudi medyasında rejim karşıtlığı ve
Zahidan’da da Sünnilik, protestoların “fırlatma rampası”
olarak kullanıldı.
İran’da Devlet ve Toplumsal Hayata
Müdahale Tartışmaları
İran İslam Cumhuriyeti’nde toplumsal ve siyasal yapıyı
derinden etkileyen gelişmelerin tarafları, sanıldığının aksine, “dinciler” ile “sekülerler” değil. Hele de son günlerde yoğun şekilde propaganda
edildiğinin aksine, “rejim” ile “halk” hiç
değil.
İran’da aslî
taraflar, devletin toplumsal hayatı planlamayı, yönetmeyi ve müdahale etmeyi
sürdürmesini savunanlar ile devletin mevcut şeklini korumakla birlikte bu
alanları “özgür” bırakmasını savunanlar; yani “İslam Cumhuriyeti”nin
yıkılmasını değil, liberalleştirilmesini savunanlar.
Dünya İran’daki bu tarafları “muhafazakârlar”
ve “reformcular”
diye tanıyor.
Elbette bu, İranlılar arasında İslam Cumhuriyeti’nin
sadece rolüne değil, bütünüyle varlığına karşı olan ve muhafazakarları da
reformcuları da reddeden üçüncü bir kesimin olmadığı anlamına gelmiyor.
“Rejim karşıtları”
genel başlığı altında toplanan bu üçüncü kesim, doğrudan mevcut yönetimi hedef
aldıkları için dış basında daha fazla dikkat çekiyor olsa da ülkenin siyasal
geleceğinin belirlenmesi konusunda aşağıdaki sebeplerle yok hükmünde.
1- Rejim karşıtları, toplumsal taban bakımından
diğerleriyle kıyaslanmayacak kadar zayıf.
2- Grup, kimlik, ideolojik aidiyet vs. bakımından
paramparçalar ve halk desteğinden yoksunlar. Bu yüzden de barışçıl
protestolarla değil; ancak şiddet eylemleriyle görünür olabiliyorlar.
3- Bunların kendi aralarındaki çelişkileri ve çıkar
çatışmaları karşı oldukları rejimle olan çelişkilerinden çok daha fazla.
Örneğin Halkın Mücahitleri, saltanat yanlılarının, Pantürkist örgütler, Komola,
Hizb-i Demokrat veya PJAK’ın, bunların tamamı Belucistan’daki “Adalet Ordusu”nun
(Ceyşu’l Adl) muhtemel zaferini kendi felâketi
olarak görür.
Bu yüzden de devrim sonrasında Kültür Devrimi Yüksek
Konseyi üyesi olarak İslam Cumhuriyeti’ne hizmet etmiş olmaktan dolayı
“Allah’tan bağışlanma” dileyen Abdulkerim Suruş bile 2009’daki tartışmalı
cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Hüccetulislam Mehdi Kerrubi’yi desteklemesini,
onun İslam Cumhuriyeti’ne samimiyetle bağlı olmakla birlikte, demokrasi yönünde ciddi bir değişim isteyen ve din
adamı kimliği ile ülkede gerçekten değişim yaratabilecek biri olmasıyla
açıklamıştı.[8]
Suruş’un bu açıklaması, rejim muhaliflerinin bile
mevcut düzeni, ancak düzenin içinden birinin değiştirebileceğine inandığını
göstermesi bakımından, oldukça çarpıcı.
İran’a Yön Tayin Edebilecek İki Aydın
Tipi
Sanıldığının aksine İran’da toplumsal muhalefet,
1979’dan bu yana güçlenmiyor; tam aksine,
yönetimin yapısını değiştirebilme potansiyelinden giderek daha fazla
uzaklaşıyor.
- Bu tespitin ne ölçüde gerçekliği yansıttığını
anlamak için Mehsa Emini’nin vefatıyla yeniden gündeme gelen muhalif Kürt gruplarının
1979’daki potansiyeli ile bugünkü potansiyelini karşılaştırın.
- Tek bir saldırıda 72 üst düzey yöneticiyi,
cumhurbaşkanını, başbakanı, devrimin lider kadrolarını öldürme ve Beni Sadr üzerinden
iktidarı ele geçirme potansiyeli bulunan Halkın Mücahitleri örgütünün 1980’li
yıllardaki gücüyle şimdiki Arnavutluk’a sığıntı durumunu göz önünde bulundurun.
- Saddam’ın işgaline karşı Suriye’den, Libya’dan, hatta FKÖ lideri Yaser Arafat’tan bile silah temin
etmeye çalışan Devrim Muhafızları Ordusu’nun 1980’li yıllardaki gücü ile
bugünkü bölgesel gücünü kıyaslayın.
İran’da “ruhaniyet” diye isimlendirilen din adamları sınıfının devlet,
siyaset ve toplum üzerindeki güçlü belirleyiciliği de sanılanın aksine 1979
devriminden beri zayıflamıyor,
araçlarını çeşitlendirerek güçleniyor.
Türkiye’de “reformcu” ve “muhafazakâr” adlarıyla bilinen sistem için siyasi tarafların ana
siyasi örgütleri, biri kendine “Ruhaniyet” diğeri ise “Ruhaniyun” dese de Türkçeye “Mücadeleci
Din.
Âlimleri Topluluğu” diye tercüme edilebilecek adlar taşıyor.
Bunların arasındaki ihtilafların 1980’lerdekinden çok
daha fazla olduğu; geçmişte “radikal” diye nitelenenlerin bugün “ılımlı”, geçmişte
“devrimci”
olanların bugün “liberal” olduğu doğru.
Zaten İran’da siyasi düzenin devamı da fark yaratacak
bir değişim de işte tam da bu sebeple ancak bu taraflarca mümkün olabilecek.
Aydınlar arasındaki görüş farklılığı da hem yukarıdaki
tasnifin dışında değil, hem de bugüne has değil.
İran’da devrim öncesine uzanan ve devletin toplumsal
hayatı planlama, yönetme ve müdahale hakkına veya yetkisine ilişkin entelektüel
tartışmalarda iki aydın tipi, düşünsel egemenliğini koruyor.
Bu aydınlar, siyasetin toplum ve insan inşa etme
misyonu olduğunu savunan Ali Şeriati ile siyaseti belediyecilik gibi sadece halka hizmet
aracı olarak tanımlayan Mehdi Bazergan.
Ali Şeriati,
devrimi göremeden vefat etti; Mehdi Bazergan ise devrimden sonra kurulan geçici
hükümetin başbakanı oldu.
Öngördüğü insan ve toplum mühendisliğini ne kadar
başarabildiği ayrı bir tartışma konusu; ancak 1979’dan bugüne İran İslam
Cumhuriyeti, Ali Şeriati’nin savunduğu “siyaseti” hâkim
kılmaya ve öngördüğü insan ve toplum tipini inşa etmeye çalıştı.
Mehdi Bazergan’ın “liberal
İslamcı siyaseti” kendini “Milli Mezhebi”
olarak adlandıran grubun tasfiyesi ile aktif siyasetten silinmiş olsa da
1980’li yıllarda “devrimci İslamcı
siyaset”in en radikal savunucusu olanların 1990’lardaki
değişimiyle birlikte “reformcuların” resmi görüşü hâline
geldi.
Nitekim rejim karşıtı Abdulkerim Suruş bile 2005
yılında
Hüccetulislam Muhammed
Said Behmenpur’la açık mektup yoluyla yaptığı münazarada, devletin fonksiyonu,
aydının misyonu, İslam ve demokrasi konularını Dr. Ali Şeriati ve Mehdi
Bazergan modelleri üzerinden tartışmıştı.[9]
İran’daki olaylara ilişkin dünyada yapılan tartışmalar, çok geniş bir kesime altın bir fırsat sundu. Çünkü
Mehsa Emini olayı, cinsiyet, etnik
kimlik ve mezhebî mensubiyet
çelişkilerini buluşturan bir “İran
Baharı” dalgası yaratmaya müsaitti.
Feministlerin cinsiyetçilik üzerinden, liberallerin
devletin bireysel hayata müdahalesi üzerinden, insan hakları savunucularının
gözaltında ölüm vakası üzerinden, laiklerin dinin toplumsal hayattaki
belirleyiciliği üzerinden, Suudilerin yakılan Kasım Süleymani posterleri ve
İran bayrakları ile atılan “kahrolsun
diktatör” sloganları üzerinden bakarak konuyu ele alması, makul, mantıklı ve anlaşılabilirdi.
Mesih Alinejad’ın Askerleri
CIA’nın maaşlı memuru Mesih Alinejad, “Bu harekete ben
liderlik ediyorum”[10] derken, ender
şekilde doğruyu söylüyordu. Bireysel olarak Mesih Alinejad değil; ama onun
temsil ettiği “tüzel kişilik”, İran’daki “Arap
Baharı” tarzı sokak şovlarına liderlik ediyordu. Nitekim onun
erkek versiyonu olan Ruhullah Zem de 2019’daki benzin zammı dolayısıyla
patlayan şiddet olaylarına liderlik etmişti.
Ruhullah Zem, kendi tabiriyle Fransız istihbaratının
“cumhurbaşkanına uyguladığı koruma protokolü” ile Paris’te koruma altındayken, İran istihbaratı tarafından tuzağa düşürülmüş ve idam
edilmeden önce de mahkeme süreçlerinde Fransa, İsrail, ABD ve Suudi
istihbaratlarından aldığı sabotaj ve terör rollerine ilişkin ayrıntılı bilgiler
vermişti.[11]
Özetle, İran
içerisinde olmasa da dünya basınında bu “harekete” gerçekten de Mesih Alinejad
liderlik etmiş, başta Türkiye ve Suudi basını olmak üzere geniş bir kesim, Mesih Alinejad’ın askeri olmuştu.
Elbette buraya kadar hiçbir çelişki ve tutarsızlık
yok; çelişki ve tutarsızlık, on yıl
boyunca “Arap Baharı”
gazeteciliğini gözlemleyen ve sonuçlarına tanıklık eden (ideolojik
mensubiyetinden bağımsı olarak) gazetecilerin, liberal olmayan solcuların ve
İslamcıların Mesih Alinejad’ın askeri olmaya bu kadar hevesli olmasıydı.
Zira, Sovyetler’in,
Mao yönetimindeki Çin’in, Kuzey Kore’nin, Küba’nın vs, “kutsal liberal özgürlükleri” sınırlayan uygulamalarının neyi amaçladığını çok iyi
bilen solcular, İran’da “Amerika dahi destekliyor olsa” dinsel bağnazlığa karşı kadın mücadelesinin safına
geçiyordu.
İslam’ın sadece bireysel hayata değil, toplumsal hayata da yön vermesi gerektiğini
savundukları için “İslamcı” olanlar ise; İran’ı “toplum mühendisliği”
yapmaya çalıştığı için eleştiriyorlardı.
Sonuçta dünya laikleri, İslamcıları, solcuları,
liberalleri, hatta Suudiler, birkaç
haftalığına da olsa birleşmiş oldu. Mesih Alinejad, zafer ilân
etmesin de ne yapsın!
Alptekin Dursunoğlu
5
Ekim 2022
Kaynak
Dipnotlar:
[1] “Sovyetler Birliği Döneminden Alkollü İçki Karşıtı 14
Poster”,
15 Mayıs 2015, Onedio.
[2]
“SSCB'nin Birbirinden
Şık Moda İkonları”, 9
Temmuz 2019, Sputnik.
[3]
“Talegani Parkı’nda Emini’nin Polisle Karşılaşmasının Detayları,” 19 Eylül 2022, Khabar.
[4]
“Hatemi’nin Tepkisi”, 16 Eylül 2022, Tabnak.
[5]
“Abbas Abdi’nin Tweet’i”, 20 Eylül 2020, Hemşehri.
[6]
“Mehsa Emini’nin Babasının Röportajı”, 18 Eylül
2022
Noandiş.
[7]
“Merhume Emini’nin Ailesinin İfadesiyle Çelişen Belge”, 23 Eylül 2022, Asrımruz.
[8]
“Suruş’un Kerrubi’ye Destek Mesajı -2008”, 18
Ağustos 1920.Asrisilam.
[9]
“Bay Bahmanpur’un Eleştirisine Cevap”, 1
Şehriver 1384 Suruş.
[10]
“Mesih Alinejad, New Yorker’a Protestoların Lideri Benim Dedi”, 26 Eylül 2022, Saed.
[11] “Ruhullah Zem’in Fransız İstihbaratıyla İlişkisi”, 9 Aralık 2020, Maşrık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder