“Duyarcı
sermaye” veya “duyarcılık”, son dönemde sıklıkla tanık olduğumuz birer olgu. O,
şu türden görüşleri dillendirip duruyor:
Toplum,
temelde ırkçı, cinsiyetçi, ataerkici, sömürgecidir, dolayısıyla düzeltilmeli,
yok edilmelidir;
Görünüşteki
çeşitlilik iyidir, ama görüşlerin çeşitliliği kötüdür;
Sınıf
önemli değildir, önemli olsa bile o, ırk, toplumsal cinsiyet ve LGBT meseleleri
karşısında ikincil bir öneme sahiptir;
Yanlış
fikirlerinizden ötürü cezalandırılmalısınız, günahlarınızdan arınmanız ihtimal
dışı;
Bizim
görüşlerimize karşı çıkıyorsanız, demek ki siz ırkçı, faşist, Neonazi vs.siniz.
Akademideki
birçok önemli isim, bu tür görüşleri savunuyor. Bu isimler arasında, Beyazlardaki
Kırılganlık kitabının yazarı Robin DiAngelo, Irkçılık Karşıtı Nasıl
Olunur kitabının yazarı İbrahim Kendi ve Eleştirel Irk Teorisi
kitabının yazarı, kesişimsellik meselesine dair kalem oynatan Kimberle Crenshaw
gibi isimler bulunuyor.
Birçok
dostum, bugünlerde “bu duyarcılık da nereden çıktı?” sorusunu soruyor. Bu
soruya, “duyarcılık, neden aşırı kapitalist ve aşırı liberal olan ABD’de ortaya
çıktı?” ve “kaymak tabakası, o zenginler, ideolojik olarak duyarcılığı neden
tercih ettiler?” soruları ekleniyor. Bunlar, cevaplanması gereken, önemli
sorular.
Burada bu
olgunun ardındaki felsefi sebepleri derinlemesine ele alacak değilim. Bu, başka
bir makalenin konusu. Burada ben, daha çok Amerikan burjuvazisinin ve uşaklarının
duyarcılığı neden hâkim ideoloji olarak seçtikleri sorusuna cevap sunmaya
çalışacağım.
Genel
anlamda duyarcılık, dikkatleri sınıfsal ayrışma denilen olgudan uzaklaştırıyor,
sorumluluk üstlenme gereği duymadan, o zenginlerin sınıfsal statüsünü muhafaza
etmesine katkıda bulunuyor, liberalizmin ve kapitalizmin sebep olduğu
atomizasyon sürecini hızlandırıyor ve ABD emperyalizminin canına can katıyor.
Sınıftan
Uzaklaşma
Duyarıcılık, kesişimsellik fikrini bağrında taşıyor. Kesişimsellik ise "ayrımcılık veya
dezavantajlar üzerine kurulu olan, birbiriyle örtüşen ve birbirine karşılıklı
bağımlı olan sistemler olarak kabul edilen ırk, sınıf ve toplumsal cinsiyet
gibi belirli bir birey veya grup için uygulanan toplumsal kategorilerin birbirlerine
bağlı oluşu" şeklinde tarif ediliyor.
Bu
ideolojik görüşü komik bulduğumu söylemeliyim. Buradaki ırkçılık tespitinin
altı boş olduğunu, tüketici demografisi olarak ırk, bir tür moda olarak
toplumsal cinsiyet ve gene tüketici demografisi olarak cinsel yönelim denilen
kavramları maddi koşul olan sınıf meselesine bağlamaya çalışıyor.
Amerika’da
kaymak tabakası, kesişimselci söylemi kolaylıkla ele geçiriyor, yağını çıkartıp
onu ekmeğine rahatlıkla sürebiliyor, çünkü zaten bu söylem, daha ilk
dillendirildiği andan itibaren, o tabakaya aitti.
Söz
konusu ideolojiyi Cornell ve Harvard üniversitelerinde okumuş, Columbia
Üniversitesi Los Angeles Kampüsü’nde ders veren Elizabeth Warren geliştiriyor.
Warren’ın kapısından içeri girdiği tüm bu okullar, milyarlarca dolar bağış
alıyorlar. Dolayısıyla kapitalist bir devlet, kendi zenginlerine kaymak
tabakasını ırk ve toplumsal cinsiyet açısından çeşitlendirmesini söyleyen bir
ideolojinin yayılmasında bir sorun görmüyor. O, sınıf temelli Sovyet tarzı bir
sosyalist devrime dair talepler dışında her türden talebe sıcak bakıyor.
Karl Marx’ın
da dediği gibi:
“Her dönemde egemen fikirler, egemen
sınıfın, yani hem toplumdaki egemen maddi güç hem de egemen fikri güç olan
sınıfın fikirleridir.”
Burjuvaların, maddi koşullarla tüketici demografileri arasındaki sınırı silikleştiren,
insanlara yoksul beyazların burjuvazi içerisindeki siyahi üyelere nazaran daha
imtiyazlı olduğunu söyleyen bir ideolojiyi sevmeleri gayet doğal. Esasında
yapılan çalışmalar, “beyazların imtiyazı” konusunda bilinçlendirilen
liberallerde yoksul beyazlara yönelik empatinin kaybolduğunu ortaya koyuyor:
Çalışmaların
da ortaya koyduğu biçimiyle, sosyal liberaller, sosyal muhafazakârlara nazaran
yoksullara daha fazla sempati duyuyorlardı, ama beyazların imtiyazı konusunda
yaptıkları okumalar, onların yoksul beyazlara yönelik sempatilerini siyahlara
yönelik sempati karşısında daha da azalttı. Sempatideki bu azalmayla birlikte
liberaller, yoksul beyazları çektikleri çile konusunda daha fazla suçlamaya
başladılar, içsel yükleme yöntemine başvurarak, çekilen çilenin sebebinin yoksul beyazın sahip olduğu özellikleri olduğunu, onların kendi elleriyle belalarını bulduklarını düşündüler.
Sosyal
liberaller, beyazların elindeki imtiyazlar konusunda bilinçlendirildiği ölçüde,
yoksul beyazların ırksal imtiyazlarından istifade edemediklerini düşündüler, bu
da olumsuz toplumsal değerlendirmelere yol açtı.
Böylelikle
alt sınıfın belirli bir kesimine dönük empati, deri rengi temelinde, azaltıldı.
Herkes, işini layıkıyla yaptı, sınıfsal birliğin temelleri iyice sarsıldı.
Bu
söylemin 2008 finans krizi sonrası yaşanan, sınıfsal temeli olan Wall Street’i
İşgal Et gösterilerinin yol açtığı gerçek tehdidin ardından dayatılması,
kesinlikle sürpriz değil. O hareket, bizzat üyelerinin kullandığı anarşist ve
hiyerarşi karşıtı yöntemler yüzünden başarısız oldu. Bu başarısızlığın
yaşandığı günlerde ana akım medya, bu türden hareketlerin yeniden güçlenmesine
mani olmak için ırk temelli söyleme destek sundu.
Tablet
dergisinde Zach Goldberg’in sunduğu veriler, bu iddiayı kanıtlıyor. Bu konuda
aşağıdaki grafiklere de bakılabilir. Burada ana akım medyada ırk temelli
söylemdeki artışa tüm politik ideolojiler nezdinde, bilhassa beyaz
demokratlar/liberaller arasında, ırkçılığı büyük bir sorun olarak görenlerin
sayısındaki artış eşlik ediyor. Özellikle bu iki artışa 2008 finans krizi
sonrasında, bilhassa Trump’ın adaylığını açıklaması ardından tanık olunuyor.
Doksanlardan
iki binlere uzanan süreçte yoksul beyazları “beyaz çöpler” olarak gören
insanlar, bugün o yoksul beyazlara “beyaz üstünlükçülüğün kaymağını yiyen beyaz
üstünlükçüler” diyorlar. Üstelik bu lafı, son yirmi otuz yıldır o yoksul
beyazların yaşam koşullarının kötüleştiği, toplam servetteki paylarının
düştüğü, gelirlerinin azaldığı bir gerçeklikte ediyorlar. Ayrıca bu türden
lafların yoksul Siyahlara veya Latin Amerikalılara bir hayrının olmadığını
görmek gerekiyor.
Yoksul beyazların ve yoksul beyaz
olmayan kesimlerin aynı maddi koşullara sahip olmadıklarını söyleyenlerin derdi,
her iki kesimin maddi koşullarını iyileştirmek değil. Onlar, “beyazların
imtiyazı” gibi dillere pelesenk olmuş boş laflarla gevezelik etmek ve statükonun
korunması adına, “sömürgelikten kurtulmak” gibi gayet anlamlı kelimelerin içini
boşaltmak derdindeler.
“Sosyal adalet” kavgasının ön
cephesinde işçi sınıfı örgütleri yerine bankaların, üniversitelerin, Silikon
Vadisi’nin ve oligarşinin partisi Demokrat Parti’nin bulunmamasına şaşmamalı.
Bunlar, kaymak tabakasının tekerine çomak sokacak asli güç olarak görülüyorlar!
Sorumluluk Üstlenmeden Sınıfsal
Statünün Muhafaza Edilmesi
Duyarcılık, sınıf meselesinden
uzak tutuyor. Bu gerçeğin yanında önemli bir hususa da işaret etmek gerekiyor:
duyarcılık, bir yandan mevcut sınıfsal hiyerarşileri muhafaza ediyor, bir
yandan da kaymak tabakasının tebaasına karşı taşıdığı yükümlülükleri azaltıyor.
Mesele, şu şekilde ele alınmalı:
Eğer bir ulus ve halkı, temelde ırkçı, cinsiyetçi, homofobik ve yabancı düşmanı
ise ona karşı insan, kendisini neden borçlu hissetsin? Asıl yapılması gereken, o
halkın ve ulusun disipline edilip neyin doğru olduğu konusunda eğitilmesi. Duyarcılığın
mantığı bu şekilde işliyor: insanlar, mevcut inançlar, gelenekler ve kültürler
konusunda yanlış bir anlayışa sahipler, dolayısıyla, onlara sorumluluk vermezden
önce onların ilkin disipline edilmesi ve doğru fikirlerle donatılması gerekiyor.
Duyarcılık, tıpkı 1920-1933 arası
dönemde Amerika’da açığa çıkmış olan alkol karşıtı hareketin yürüdüğü yoldan
yürüyor: zenginler, işçilere karşı devasa bir toplumsal deney
gerçekleştiriyorlar. Bu çaba, maddi meseleler konusunda herhangi bir çözüm
sunmuyor. Neticede burjuvazi, o maddi meselelerin sonuçları karşısında hiçbir
şey yapmama imkânı buluyor.
Amerikalı zenginler, “sosyal
adalet”in kişinin benliği dâhilinde ahlaki bir reform üzerinden gerçekleştiğini
görüyor, ama bu kişisel dönüşümün kitleleri “kötü davranışlar”da bulunmaktan
alıkoyacak devlet/şirket gücünü üreten “ahlaken daha da bilinçlenmiş elitler”
eliyle yönetiliyor.
Zenginlerin maddi yardımdan
ziyade kültürel açıdan teskin edici çabalara daha fazla odaklanmasının sebebini
burada aramak gerekiyor. Kültür savaşı, zenginlerin alt ve orta sınıflara karşı
yürüttükleri sınıf savaşı. Zenginler, sınıfı önemsiz gösterip toplumsal
cinsiyet, ırk, seks işçiliği, kesişimsellik ve akıl sağlığı gibi olguları başa
yerleştiriyor, yüceltiyor. Böylelikle bu siyasete ortak olanlar, kendilerini
zenginlerin suçlu evlatları değil de zulüm karşıtı siyasetin özneleri olarak
görüyorlar.
Bu anlamda duyarcılık, bugün on
dokuzuncu yüzyıl sonunda ve yirminci yüzyılın başında aristokratlarda gördüğümüz
lüks anlayışlarının bir tezahürü. Esasen o kaymak tabakasına dâhil olmak
isteyenler, o tabakanın mensuplarını taklit etmeyi kurtuluş yolu olarak
görüyorlar. Örneğin “beyazların imtiyazı” lafını ele alalım. Bu lafı en çok kim
dile getiriyor? Alt sınıflara mensup siyahlar değil, kolej diploması olan ve
proleterleşmekten korkan, ilerici olduğunu iddia eden, ama bir yandan da kaymak
tabakasına girmek için yanıp tutuşan kişiler bu lafı dillerine doluyorlar.
Özünde ortalama bir üniversiteden mezun olmuş kentli beyazlar, “beyazların suçu”ndan bahsedip duruyorlar, çünkü
bu sayede bir yandan başarılı beyazlar olarak gördükleri George Washington,
Abraham Lincoln ve Franklin D. Roosevelt gibi isimleri içeren çevreye dâhil
olabileceklerini düşünüyorlar, bir yandan da karavan kamplarında yaşayan yoksul
“beyaz çöpler”in statü bakımından üzerinde olduğuna dair bir işaret vermiş
oluyor. Böylelikle kişinin sınıfsal statüsü muhafaza ediliyor, “o aptal
eziklerin suratına üniversite diploması sallanıyor, zengin kaymak tabakasının
başkaları üzerinde kurdukları hâkimiyete payanda olan dili temize çekiyor.
Amerikalı zenginler ve zengin
olma heveslisi kişiler, duyarcılığı sınıfsal statülerini muhafaza etmek için
kullanıyorlar, bir yandan da kültür savaşı üzerine kurulu hikâyeler anlatan bu
kişiler, maddi sorunları giderecek herhangi bir çözüm önerisi sunma gereği
duymuyorlar.
Duyarcılık Atomize Ediyor, Liberalizmi
ve Kapitalizmi Besliyor
Bazı sağcı okurlar,
söylediklerimi duyunca şaşırabilir. Duyarcılık, neticede liberalizmin ve
kapitalizmin doğal bir sonucu.
Çünkü liberalizm, özgürlükle
alakalı. Özgürlükse, tuhaf bir biçimde, özgür olmama tercihinde bulunamadığınız
koşullarda özerk ve bağımsız olmayı ifade eder. Onun nihai hedefi, boş sayfa
olarak gördüğü bireyleri atomize etmek, her türden grup veya önyargıdan
kurtarmak, böylelikle onların rasyonel bireysel aktörler hâline gelmesini sağlamaktır.
Liberal felsefeciler ve
teorisyenler, bu gerçeği kendilerince kabul ederler. Joseph Raz, Özgürlüğün
Ahlakı isimli çalışmasında şunu söyler:
“Liberal düşünce içinde ortak bir görüş mevcut vardır ve o, liberalin
ana meselesinin kişisel özerkliğin teşviki ve korunması olduğunu söyler.”
Kişi, kendi hayatının yazarı
hâline gelebildiği takdirde özgürdür.
Bruce Ackerman, Sosyal Adalet
ve Liberal Devlet kitabında şunu söyler:
“Liberalizm, bireyci politik ahlaktır. […] Bu ahlakın asli meselesi,
bireylerin özgürlüğünü koruyup desteklemektir.”
Dostum Apex’in yazısında özetlediği gibi, “özerklik
atomizasyonu talep eder, çünkü kişi tarafından seçilmemiş olan her türden bağ,
kişinin özgür eylemleri önündeki bir sınırı ifade eder.”
Peki bunun kapitalizmle ilişkisi
ne? Şimdi kapitalist ekonomistlerin konuyla ilgili sözlerine bakalım: George
Stigler, Fiyat Teorisi kitabında şunu söylüyor:
“Ekonomik ilişkiler, ekonomik birimler arasındaki her türden
kişisel ilişkiyi içermesi durumunda asla tam anlamıyla rekabetçi olamaz.”
Marshall McLuhan ise şunu
söylüyor:
“Alabildiğine sanayileşmiş veya pazarlama pratiğine açık bir
hayata sahip olabilmemiz için insanlararası ilişkilerin aynı ölçüde
yüzeyselleştirilmesi gerekir.”
Kapitalizm, bağların ve
ilişkilerin kopmasını ister. Onun talebi, atomizasyon yönündedir. Kapitalizmin
toplumu bir arada tutan geleneksel bağları yok ettiğini ilk söyleyen isimlerden
biri de Karl Marx’tır:
“Katı olan her şey buharlaşır, kutsal olan her şey
kutsallığını yitirip dünyevileşir, insan, en nihayetinde hayatının gerçek
koşullarıyla, kendi türüyle kurduğu ilişkilerle en ayık hâliyle yüzleşmek
zorunda kalır.”
Bu anlamda liberalizm, kapitalizmin
gelenekleri dağıtıp, geleneksel bağları kopartmak için ihtiyaç duyduğu kimyasalı
temin eder. Suudi Arabistan, Çin, belli ölçüde Orbán yönetimindeki Macaristan
gibi liberal olmayan bir kapitalist devlet de varolabilir, ama bu durum,
kapitalizmi gelenekleri yok etmekten alıkoymaz. Bu süreç, sadece bu tür
ülkelerde daha yavaş ilerler.
Örneğin hayatta kalmak için artık
petrolden kurtulmak zorunda olduğunu idrak ettikten sonra ekonomisini daha fazla
kadın işgücüne açmak zorunda kalan Suudi Arabistan’ı ele alalım. Bu ülke, artık
kadınların otomobil kullanmasına, erkeklerin izni olmaksızın evden
çıkabilmelerine izin vermeye başladı, bir yandan da devlet, ülkeye gelen turistlere
yönelik tesettür zorunluluğunu kaldırıyor, sinemalar açıyor.
Öte yandan, kişi başına düşen
gayrisafi milli hâsılası 2.100 dolar olan liberal demokratik Hindistan’da Batı’da
dönen kültürel tartışmalara benzer tartışmalara tanık olunuyor. Örneğin Mumbay
şehrindeki Tata Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde hazırlanan akademik makalelerde,
Hindistan’ın Keşmir’de sömürgeci bir güç olarak bulunduğunu söyleniyor.
Liberalizm, süreç içerisinde Batı’daki
kültürel yozluğu Hindistan’a taşıdı, bir yandan da ülke, Afrika’daki ekonomik
standartlara sahip oldu. Balkanizasyon için bundan daha iyi reçete bulunamaz.
Bu da bize, liberalizmin söz konusu atomizasyon sürecini hızlandırıp kurumların
altını oyma noktasında önemli bir rol oynadığını ortaya koyuyor.
Peki bunların duyarcılıkla ne alakası
var? İşin acemisi olanlar, Siyahların Hayatı Önemlidir hareketine bakmalı. ABD’de
duyarcılığı teşvik eden kurumlar, bizatihi şirketler. Çekirdek ailenin yok edilmesi
türünden talepleri en çok da bu duyarcı gruplar
dillendiriyorlar. Bu anlamda “kişinin ailesi dâhil her türden bağ ve kimlik,
kişi tarafından seçilmeli, bunlar tercihe tabi olmalı” deniliyor. Liberalizmin
ve kapitalizmin kitleleri atomize ettiği bir dünyada, bu seçim ve tercih de
tabii ki piyasanın mantığına göre biçimlenecek. Başka bir ifadeyle bu bağlar ve
kimlikler, tüketiciye ait kimlikler gibi tüketilecekler.
Bu da şirketlere ve oligarklara
bağlardan kurtulmuş işçilere sahip olma imkânı verecek. Böylelikle işçiler,
ücretli kölelik koşullarına odaklanamayacak. Şimdi bir düşünün: patronunuz, kadın
işçisinin ailesiyle ve çocuklarıyla bir saat daha fazla zaman geçirmesini mi
yoksa büroda veya fabrikada bir saat daha fazla çalışmasını mı ister? Elbette
ki ikincisini tercih eder. Hadi bana inanmıyorsunuz, gidin işçilerinin herhangi
bir maddi veya ailesel mülke sahip olmaksızın yaşamalarını isteyen Mark
Zuckerberg’e kulak verin!
“Bir arabamız olmayabilir. Bir ailemiz olmayabilir. Hayatın
basitleşmesi sayesinde asıl önemli olana odaklanma imkânı bulacaksınız.”
“Polis teşkilâtını lağv edin” de
böylesi bir talep. Liberalizm ve kapitalizm koşullarında polis kurumunu ve kamu
yararını ortadan kaldırdığımızda, onun yerini özelleştirilmiş “hayırseverlik” alır. Şartları piyasadaki en güçlü olan aktör belirler, o da illaki bizatihi kapitalistin kendisi olacaktır. Dolayısıyla,
suçlara sertlikle yaklaşmak gerektiğini düşünen Eric Adams’ın New York
belediyesi seçiminde Siyahlardan ve işçi sınıfından bu kadar çok oy almasının
sebebini buralarda aramak gerekiyor. Siyahların Hayatı Önemlidir hareketini ve
polisin mali kaynaklarının kesilmesini isteyen adımları destekleyen Maya Wiley’nin
arkasında ise George Soros var. Bu arada Wiley’nin yavan bir performans ortaya
koyduğunu söylemek lazım.
Bir de şu çok tartışılan konuyu
ele alalım: trans çocuklara verilen ergenlik önleyicileri.
Bu tür şeyler, liberalizmin doğal
sonucudur. Bilgiye dayalı bir görüşü dillendirecek beceriye sahip olmasalar
bile, çocuklar dâhil herkes, karar alma konusunda “özgür ve “serbest” olmalıdır.
Ebeveynle kurulan ilişki gibi her türden ilişki, yok edilmelidir. Ergenlik önleyici
ilâçların satılmasını ve satışların artmasını isteyen imalatçılar ve lobiciler,
bugün bu fikri yaymak için uğraşıyorlar.
Bu arada belirtmem gerek ki LGBT
haklarına ben de destek veriyorum, ama hiçbir çocuğun bu konuda bilgiye dayalı
bir görüş dile getiremeyeceğini düşünüyorum. Her alanda olduğu gibi bu alanda
da çocuk çocuktur. Ergenlik önleyici ilâçlar, esasen hiçbir çocuğun rıza
göstermeyeceği kalıcı sonuçlara yol açmaktadır.
Liberalizm ve kapitalizm, bireycilik
ve kâr hedefine doğru ilerlerken, önlerine çıkan her türden geleneksel bağı yok
etmek suretiyle toplumu atomize etmek için birlikte hareket ediyorlar.
Duyarcılık, Amerikan Emperyalizmine
Yeni Bir İmaj Kazandırıyor
Sovyetler’e karşı yürütülen soğuk
savaşın başladığı günden beri ABD, tüm kararlılığıyla, liberalizm ve kapitalizm modelini
tüm dünyaya ihraç etmek için uğraştı. Hatta İran ve Şili gibi ülkelerin başında
bulunan, seçimle iktidara gelmiş liderler, kendi doğal kaynaklarını millileştirmeye
karar verince, CIA müdahalesiyle alaşağı edildiler.
Bu ihraç çabası, Reagan sonrası
Amerikan dış politikasında yeni muhafazakârların iktidara gelmesiyle daha da
yoğunlaştı. Bu neokonlar, Trotskiy’nin “küresel proleter devrim” çağrısının
içeriğini değiştirip, onu liberal demokrasinin tüm dünyada tesis edilmesi
talebi olarak anlayan, SSCB, ardından Marksizm konusunda hayal kırıklığı
yaşamış olan eski Troçkistlerdi. Bu kişilerin görüşleri, ABD dış politikasının
kararlaştırıldığı salonlara galebe çaldı ve demokratik barış teorisi gibi
anlamsız fikirlerin öne çıkmasını sağladı. Bu teori, bu dünyada her bir ülke,
liberal demokrasiyle yönetilmediği sürece dünya barışına ulaşamayacağımızı
söylüyordu.
SSCB’nin çöküşü sonrası bu görüş,
Amerikan hegemonyasının ve neoliberalizmin zirvede olduğu, bu liberal
demokrasinin teşvik edilmesi kılıfı ardında rejim değişikliği için savaşların
verildiği dönemde karşılık buldu. Eski Yugoslavya, Afganistan, Irak, Libya ve
Suriye gibi ülkelerdeki savaşlar, bunun yanında, Çin ve Sovyet sonrası dönemde kimi
ülkelerde gerçekleşen renkli devrimler, bu görüşün uygulanmadığı örnekler
olarak öne çıktılar.
Liberalizm ve kapitalizm yüzünü
duyarcılığa döndü, ama temeldeki görüş ve kanaatler hiç değişmedi. Liberalizm ve
kapitalizm, duyarcılık üzerinden yeni bir imaja kavuştu. Artık genelkurmay
başkanı, eleştirel ırk teorisinin öğretilmesinden yana olduğunu söylüyor, CIA,
göçmen, beyaz olmayan feminist isimleri işe alıyor.
Dış politikadaki bu duyarcı imaj,
Amerika’nın mali ve kültürel hegemonyasının karşısına çıkan her türden güçlüğün
karşısında konumlanıyor. Bu noktada bu güçlüklerin kaynağının sağ veya sol
olmasının bir önemi bulunmuyor. Örneğin Macaristan’ın başındaki muhafazakâr
lider Viktor Orbán’ı ele alalım. Orbán, toplumsal cinsiyet ideolojisinin
çocuklara öğretilmesine karşı çıktı, AB’nin belirlediği göçmen kotasını kabul
etmedi, George Soros gibi oligarkların desteklediği STK’ların çalışmalarına
kısıtlama getirdi. Yürüttüğü kampanya süresince Joe Biden, Macaristan’daki
rejim için “totaliter rejim” tabirini kullandı. Biden bu tabiri kullanırken, neyi
kastettiğini gayet iyi biliyordu. Bu arada belirtmekte fayda var: Macaristan
NATO üyesi.
Bugün hatta Narendra Modi “faşist”
olduğu için, Amerika’nın Hindistan’a müdahale etmesini isteyenlere rastlanıyor.
Şimdi de 2019’da Bolivya’da
yaşanan darbeye bakalım. Halktan destek gören, ekonomiyi yukarıya çeken, önemli
kaynakları millileştiren, ekonomik eşitsizliği büyük ölçüde azaltan solcu lider
Evo Morales, askeri bir darbeyle devrildi ve yerine kadın hareketi aktivisti Jeanine
Añez getirildi.
Añez, Venezuela ile bağların
kopartılacağını, Kübalı doktorların ülkeden gönderileceğini söyledi. Ardından yerli
halka ve Morales’e destek sunan kesimlere yönelik sayısız katliama imza attı. Ama
buna rağmen Amerikan dış politikasını belirleyen müesses nizam, onu hayranlıkla
takip etti. Çünkü Añez, ülkedeki lityum rezervlerini Amerika’nın hizmetine
sundu, eldeki kaynakları özelleştirdi. Fakat 2020’de yapılan erken
seçimin ardından Morales’in partisi, Luis Arce liderliğinde seçimden zaferle
çıktı. Ülkeden kaçmış olan Morales, Bolivya’ya döndü, Añez ise hapse atıldı.
Duyarcılık, emperyalizme yeni bir
imaj kazandırıyor, onu yeniden ambalajlıyor. Onun işlerinin nereye varacağını,
hangi amaçlara hizmet ettiğini görmek zor değil. Duyarcılık, Amerikan
müdahaleleri ve hâkimiyet tesisine dönük çabalar için ideolojik gerekçe olarak
iş görüyor. Amerikan ideolojisinin savunucuları, bugün Wall Street’in ve büyük
teknoloji şirketlerinin desteğini arkasına almış olan Dick Cheney ve İbrahim
Kendi gibi isimler.
Sonuç
Duyarcılık, liberalizmin ve
kapitalizmin doğal bir sonucu. O, Reagan’dan Obama’ya dek Amerika’nın başına
gelen hükümetlerde uygulanan neoliberalizmin bir ürünü. Amerikan işçi sınıfının
ekonomik fırsatları yitirdiği, ilerici üst orta sınıfın proleterleşme korkusu
yaşadığı dönemde duyarcılık, tercih edilen ideoloji hâline geldi.
Birçokları, bu duyarcılığı Mao’nun
Çin’inde tanık olunan Kültür Devrimi’ne benzer bir devrim olarak nitelendirse
de arada önemli farklılıkların bulunduğunu görmek gerekiyor. Çin’deki Kültür
Devrimi’nde Mao, kendi iktidarını tehdit eden zenginleri, devrime sadık olmayan
bürokratları ve kapitalistleri tasfiye etmek için öğrencileri ve işçileri
namluya sürmüştü. Amerikan versiyonu ise daha çok Kültürel Karşı-Devrim olarak
nitelendirilebilir. Bu versiyonda sadık olmayan bürokratları, küçük işletme
sahiplerini ve yanlış fikirlere sahip işçileri cezalandırmak için öğrencileri
ve kapitalistleri bu sefer kaymak tabakası kullanıyor. ABD’deki koalisyonun Çin’deki
yapıyla zıtlık içinde olduğunu görmek gerek.
Buradan şunu söylemek mümkün:
duyarcılık, sınıfsal ayrışmayı dikkatlerden kaçırıyor, zenginleri sorumluluktan
kurtarıp onların sınıfsal statüsünü muhafaza etmesine katkıda bulunuyor,
liberalizmin ve kapitalizmin sebep olduğu atomizasyon sürecini hızlandırıyor, ayrıca
ABD emperyalizminin canına can katıyor. Amerikalı zenginlerin ve onlara ait
kurumların bu ideolojiye bu kadar çok destek sunmalarına şaşırmamak gerek.
Duyarcılık, Amerikan liberalizminin ve kapitalizminin doğal bir sonucu.
Alexei Arora
27 Haziran 2021
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder