1968’de, Avrupa’nın
öğrenci isyanlarına tanıklık ettiği bir dönemde, İtalyan Marksist yönetmen,
romancı ve şair Pier Paolo Pasolini, öğrencilere hitaben bir şiir kaleme aldı.
Şair orada, lafını hiç esirgemeden, öğrencilere şunu söylüyordu:
“Dün Valle Giulia’da polislerle
kavga ederken
Ben polislerin safını tuttum!”
Devamında
bu sözünü açıklayan Pasolini, polislerin yoksul ailelerden geldiğini ve sistem
eliyle insanlıktan çıkartıldıklarını söylüyordu:
En kötüsü de
Ayda altı dolar alan bu polislerin
içine düştükleri psikolojik durum.
Yüzlerinde ne bir gülümseme,
ne de dünyada bir dost kalmış geride
eşi benzeri görülmemiş bir dışlanmışlık
yapayalnızlık
insani vasıfların kalmadığı bir aşağılanmışlık.
Onlardaki nefret, kendilerinden nefret edilmelerinin bir sonucu.
Pasolini,
alaycı bir ifadeyle öğrencilere saldırıyor:
“Kurum olarak polis konusunda
hemfikiriz.
Ama öfkelenecekseniz, hukuk sistemine öfkelenin.”[1]
* * *
Polisin
Mali Kaynaklarının Kesilmesi Talebinin Anlamı Ne?
ABD’de
polis şiddetine karşı hâlen devam etmekte olan hareket bağlamında polis gücünün
mali kaynaklarının kesilmesi ve bu gücün dağıtılması önerisi, epey
dillendirildi. Daha özgürlükçü bir gelecek isteyen birçok insan, bu öneriyi
alkışladı. Öneri, Hindistan’daki solun ve liberal çevrelerin içerisindeki
eğitimli kesimleri bile etkiledi.
1968’de
olduğu gibi bugün de bir kez daha zayıflamış devletin erdemlerine vurgu
yapanlarla harekete net bir ajanda temin edip anlam kazandırmak için uğraşan,
onu somut taleplerle ilişkilendiren kesim arasında belirgin bir yakınlaşmaya
tanıklık ediyoruz. David Harvey’nin ortaya koyduğu biçimiyle, neoliberalizm
konusunda ilk başta oluşan konsensüs ile düşünsel güç, benzer türde bir
yakınlaşmadan kaynaklanmıştı.[2]
Tabii ne
1968’deki kalkışma ne de bugün gördüğümüz tüm hareket, sesi çok çıkan bu türden
faillere indirgenebilir. Son Floyd olaylarında bu failler, sistemle polis
reformları konusunda müzakere yürüttüler, bu talebi Demokratlar dile getirdiler, öte
yandan aynı failler, her konuda Trump’ı suçlamayı ihmal etmediler.
Aslında
Trump ve sağcı taraftar kitlesiyle sol liberaller, birbirlerini tamamlıyorlar.
Trump ve kitlesi, her yerde anarşistlerin ve komünistlerin komplosunu ve
kapitalizm karşıtlığını görüyor, bunların Amerikan değerlerini ve kurumlarını
yok ettiğini düşünüyor, bu sebeple, yapılan gösterilerde hep şiddet olaylarına
vurgu yapıyorlar.
Liberaller
ve sol ise gösterilerin, kurumların muhafazakâr, hatta faşist unsurların eline
geçmesine mani olan Amerikan değerlerini teyit ettiğini düşünüyorlar.
Liberaller ve sol, şiddeti önemsiz gösteriyorlar, hatta bazen eylemlere sızan
sağcıları şiddet uygulamakla suçluyorlar. Dolayısıyla, her iki söylem de
Amerikan değerleri ve temel kurumların kutsallığına asla halel gelmiyor.
Görünüşte
radikal gibi görünen polisin mali kaynaklarının kesilmesi, hatta lağv edilmesi
önerisi, belki de o kadar esaslı bir öneri değildir. Özel güvenlik kurumlarının
sayılarının arttığı, şehirdeki toplumun kendi işlerini yönettiği koşullarda,
devletin kullandığı resmi polis gücünün giderek demode olduğunu söyleyebiliriz.
Örneğin Business Insider sitesi için yazılar yazan, iş dünyası uzmanı
iki ünlü gazeteci, Capitol Hill Özerk Bölgesi’ni selamladı, takdirle karşıladı ve
Trump’ın bu türden bölgelere yönelik suçlamasının mesnetsiz ve yanlış bir cevap
olduğunu söyledi. Devamında yazarlar şunları söylediler:
“Siyahların Hayatı Önemlidir’in
davasına ister inanın ister inanmayın, herkesin bu sınava tabi tutulmaya devam
etmesini istemelisiniz. Floyd gösterilerinin bize gösterdiği bir şey varsa o
da Amerika’nın kolluk kuvveti, mevzuat ve toplumun örgütlenmesi konusunda yeni
modellere ihtiyaç duyduğu gerçeğidir. CHÖB ufak bir gösteridir sadece.
Silâhlı polisin, polis otolarının, her köşede memurun olmadığı bölgelerin
yaratılması için binlerce deney yapılmalı. Bu deneyleri yapalım. Binlerce
CHÖB’ümüz olsun!” [3]
Polis
gücünün lağv edilmesi muhteşem bir fikir, fakat eşitliksiz bir sistemde bu fikri
uygulamak ne tür bir anlama sahiptir? Polislik, bu tür bir sistemin doğal bir
ihtiyacı mıdır? Bu sistemin kendisi sorgulanıyor mu yoksa sadece polislik
faaliyetinin belirli bir “yabancılaşmış” biçimine yönelik bir öfke mi söz
konusu?
Bir
toplumdaki içsel hiyerarşiye dokunmadan insanları yetkili ve kudretli kılmak,
sadece tepedekilerin daha fazla güç biriktirmesini sağlar. Polisin lağv
edilmesi, bu senaryo dâhilinde toplumu polislik faaliyetini içselleştirmeye
mecbur eder, böylelikle hükmü kudretli olan verir. Kudretse her zaman
kudretliye aittir. O, kudretin sadece kişileşmiş hâlidir.
Tam da bu
sebeple Trump destekçileri ve Fox News dışında ABD’de bu türden radikal
önerilere kimse kızmaz.
Bakış
açımız, farklı sosyokültürel (üstyapısal) güçlükler karşısında aldığımız konuma
bağlıdır. Bu güçlüklerle kapitalist sınıf ilişkilerinde yapısal stresin birikip
zirveye ulaştığı noktada yüzleşilir.
Dolayısıyla
asıl sorulması gereken şudur: Floyd gösterileri, sadece dile getirilen farklı
taleplerle mi yoksa anlamamız gereken, Amerikan toplumunda olup biten daha
büyük bir şeyle mi ilgilidir?
Kapitalizm,
yüzleştiği toplumsal bir hareketin yol açtığı krize göre kendisini yeniden
düzene sokar. Bu yeniden düzene sokma işlemine katkıda bulunan yollardan biri
de hareketi acil taleplere doğru kapatmaktır. Hareketin örgütlenmesi için
talepler hayati önemdeyse de onu taleplerin verili gerçekliğine indirgemek
aptalca bir adımdır, aynı zamanda bu adım, talepleri meta fetişizminin bir
sonucu olarak şeyleştirir, yani toplumsal ilişkileri bir şey oluşuna ait
sınırlara hapseder, bu da kapitalist yeniden üretime sadece ideoloji değil,
maddi düzeyde de katkıda bulunur.
Böylece
kapitalist devlet, sistemin asli arabulucusu olarak görülür ve bu hâliyle
meşrulaşır. Oysa bir hareket, dile getirdiği talepleri aşan, toplumsal
ilişkilerle ilgili bir olgudur.
Bugün
ABD’de esasen belirli bir olaya tepki gösterilmemekte, bu toplumsal ilişkilerin
anormalliğini açığa vuran olay, basit bir vaka düzeyine çekilmektedir.
Polisliğin
Politik Ekonomisi ve Floyd Gösterileri
Görebildiğimiz
kadarıyla, Floyd olaylarında halkla ilişkiler açısından şirketlerin
Amerika’sının başına talih kuşu kondu. Amazon, Instacart ve GrubHub gibi
pandemi döneminde emtia dolaşımı için önemli hâle gelmiş olan teslimat
şirketleri, işçi sınıfı ile çatışma içerisine girdi. “Bu gösteriler sayesinde
derin nefes alan şirketler, sınıfla yaşanan çatışmadan kurtulmak için bir çıkış
kapısı ararken şirket yanlısı ırkçılık karşıtlığı imdada yetişti. Siyahların Hayatı
Önemlidir, ücret, kişisel koruyucu ekipman ve kaliteli sağlık hizmeti talep
etmediği ölçüde, ön plana çıkartıldı.”[4]
Ama gene
de bu türden çarpıcı eylemler, tek başına Siyahların Hayatı Önemlidir
hareketinin militan siyahilere ait liberal taleplere indirgenemezler, çünkü her
şeyden önce polis sorunu salt ırk açısından ele alınamaz.
Irksal
eşitsizlik, Amerikan toplumuna damga vuran eşitsizliklerin önemli bir
boyutudur. Bu olgunun sahip olduğu istatistiksel önemi ABD’deki hapis pratiği
ve polis şiddeti ortaya koyar. Açıklaması kendi içinde olan bir olgu değildir
bu. O, politik ekonomik süreçlerle derin bağlara sahip bir olgudur.
“Polis cinayetlerinin yüksek oranlarda
seyrettiği eyaletler bize polis şiddetiyle ilgili yürütülen tartışmanın
merkezine neyin konulması gerektiğini söylemektedir: Polis şiddeti,
intikamcı kapitalizmin ürettiği işsizlerin ve marjinal kesimin kontrol altına
alınıp ezilmesine dönük zorunluluğun doğurduğu bir polislik anlayışının
ürünüdür.”[5]
Marksist
çerçevede “istihdam sürecindeki belirsizlik ve düzensizlik, emek fazlalığının
sürekli ortaya çıkışı ve bunun uzun süreli oluşu, nispi artık nüfusa ait
semptomlardır.”[6] İşçi sınıfı içerisinde yer alan marjinal ve işsiz kesimin
giderek büyümesiyle birlikte nispi artık nüfus ve ona ait farklı biçimler
meydana gelmiştir. Bu nüfus, yüzergezer, gizli, durağan gibi biçimler
almaktadır. “Yoksulluk alanında aktif emek ordusu, karşısında endüstriyel
rezerv ordunun ağırlığını bulmaktadır.”[7]
Bu giderek
artan nüfus, kapitalist birikim için kontrol altında tutulmalı, böylelikle ucuz
emek temin edilmeli, mevcut olan emek daha da ucuzlamalı. Ama öte yandan bu nüfus, üretken bir biçimde, hemen ele alınmazsa, tehlikeli ve yıkıcı bir güç hâline
gelebilir. Polis şiddetindeki artış, bu nüfusun artan faaliyetlerine dair bir
kanıt olarak görülebilir. Hapishaneye tıkma ve polislik üzerine kurulu rejim,
söz konusu nüfusun enerjisini kontrol altına alma, ezme ve üretken kılma
noktasında zaruridir.
Ruth
Gilmore, Golden Gulag [“Altın Gulag”] isimli çalışmasında “fazla
toprağın, sermayenin, emeğin ve devlet kapasitesinin hapishanelere tıkılıp nasıl
işlemez hâle getirildiğini ortaya koyuyor.” 1982’den bu yana Kaliforniya
eyaletindeki hapishane sisteminde tanık olduğumuz olağanüstü büyüme, “yeni ilişkiler
geliştirmek, zaten varolan kurumların içerisinden yeni veya yenilenmiş kurumlar
çıkartmak” gibi radikal tedbirler talep eden aşırı birikim sürecinin damgasını vurduğu
Amerikan emperyalizminin altın çağında görülen krizin çözümünün bir parçası
olarak ele alınabilir.[8] Doksanların sonundan beri Gilmore ve Angela Davis gibi
isimler, kendilerinin “Hapishane-Endüstri Kompleksi” adını verdikleri yapıya
karşı yürütülen çabaların örgütlenmesi sürecine dâhil oldular.[9]
Floyd gösterilerinde
de gördüğümüz kitlenin içerisinde pandeminin çilesine çeken, devletten yeterince
yardım alamadan bir göz odada kalan binlerce insan vardı. Dolayısıyla bu
gösteriler, aynı zamanda kitlesel işten çıkartmaların, aşırı yüklenmeye rağmen
ayakta kalmaya çalışan aşevlerinin önündeki kuyrukların, yakın gelecekte pamuk
ipliğine bağlı işini kaybetme korkusuyla boğuşmanın bir sonucu olarak
görülebilir. Her yerde gördüğümüz yağma olayları, belki de bu çileli sürecin
bir sonucudur.
Eskiden gettolardaki
isyanlarda gördüğümüz sahnelerden farklı sahnelere tanıklık ettik. Bugün yağma
eylemlerinde farklı kuşaklardan ve ırklardan insanlara rastlıyoruz. Bu insanlar,
şehir merkezlerine saldırıyorlar, mağazaların olduğu merkezi mahallelere
yöneliyorlar. Bunlar, “Amerikan rüyasının ikincil zararı ve birer hata olarak
görülen, sürekli gözetlenen, taciz edilen, suçlanan, tutuklanan, hapse atılan
tüm ırklara ve etnik gruplara mensup en mülksüz kesimler.”[10] Kanun
korumasındaki, kanun yapan güçler, sadece taleplerde kullanılan dili idrak
edebiliyorlar, oysa artık derekesine düşürülmüş, fazlalık görülen insanlar,
hiçbir şey talep etmiyorlar, doğrudan eyleme geçiyorlar.
Neoliberal
Sosyal Adaletin Ötesi
Amerika’daki
ırkçılık karşıtı hareket içerisinde hegemonik güce sahip, baskın eğilim, “neoliberal
sosyal adaletin dile getirdiği önermeyi kabul ediyor.” Bu eğilim, yegâne sosyal
adalet ölçütü toplumdaki iyilerin ve kötülerin dağılımındaki eşitsizliğe
muhalefet olan “sol neoliberalizm” içinden çıktı. İyilerin ve kötülerin eşit
dağıtılması ülküsü ise kapitalist piyasa güçleri ırk (ve diğer kimliklere ait)
hat boyunca eşitlikçi olduğu sürece, o güçlerin ortaya koyduğu sonuçları
doğallaştırıyor.”[11]
Bu, bize
temsil, tanınma ve yeniden dağıtım hedefiyle yola koyulmuş hareketlerin
sınırlarını, aynı zamanda neoliberalizmle sosyal adalet ülküsünün nasıl
uyuştuğunu anlamamız için önemli bir ipucu sunuyor. Bu yaklaşım üzerinden,
Hindistan gibi ülkelerde sosyal adaletin güvence altına alınmasıyla ilgili
kanun ve politikalara sıklıkla neden saldırgan bir biçimde uygulamaya konulan neoliberal
ekonomik reformların eşlik ettiği sorusuna cevap bulmak mümkün.
Kapitalizmin
tarihi gösteriyor ki, kapitalizm, farklılaştırma ve katmanlara ayırma süreci
üzerinden kapitalist birikime ait dinamiklerde hayati öneme sahip olan toplumsal
coğrafyayı eşitsiz kılıyor. İşbölümünün kapsamının genişlediği ve yoğunlaştığı düzleme
farklı kesimleri farklı şekillerde dâhil eden kapitalizm, bu süreçte değer
transferini güvence altına almanın yanında, emtianın dolaşımını hızlandırıyor.
Kapitalist
gelişme, bu türden bir yöne sahip. Bu yön dâhilinde kapitalizm, toplumsal
yapıların farklı düzeylerinde kendisini gerçek kimlikler arasındaki
eşitsizliklerde, güvencesizlik ve kaygı düzeylerinde, ayrıca politikalarda
ortaya koyuyor. Toplum içi farklılaştırma, ayrıştırma, katmanlara bölme
girişimi sayesinde sadece asayişi değil, tüm sistemi tehdit eden, sermayenin
karşısına sınıfın dikilmesi ihtimalini savuşturma veya bu sürecin önünü alma
imkânını buluyor.
Basit bir
ifadeyle, kimlikler, yatay düzlemde bölünüyorlar, dikey düzlemde (yeniden)
bütünleniyorlar. Bu yaklaşım, bizi temsil ve tanınma temelli politika ile
yeniden dağıtımı esas alan ekonomi anlayışının ötesine bakmamızı sağlıyor. Neticede
tüm toplumsal çelişkiler, salt yönetim, mühendislik ve istatistikle alakalı bir
sorun hâline geliyor. Buradan da belirli değişkenlerde küçük değişiklikler yapmanın
çözüm getireceğine inanılıyor. Gerekli olanın bu türden değişiklikler olduğu
düşünülüyor. Sistemi kurtarmanın en iyi yolu olarak sistemin yol açtığı, her
yerde görülen sorun konusunda bireyleri veya bazen de belirli kurumları
suçlamak görülüyor.
İnsanlar,
bu şekilde Pasolini’nin de tespit ettiği biçimiyle, her yerde (farklı
şekillerde ama kesin olarak) belirli bir “bütünlüğe” (kendilerini dilsel ve dil
dışı iletişim kanalları üzerinden ifade ettikleri “anlambilimsel alanlar”a) ait
kılınıyorlar. Burjuvazi, insanlığın temel koşulu hâline geldiği noktada “burjuva
dağınıklık aşaması”na bu şekilde geçiliyor. “Bu dağınıklığın ve bozulmanın
içine doğanlar, metafizik boyutta onun dışına asla çıkamıyorlar. Her şey oracıkta
bitiyor.”[12]
Peki ama
böyle mi gerçekten?
Irkçılık deneyimini,
buna bağlı olarak, sınıfın kuşatılmış herhangi bir kesiminin ortaya koyduğu
deneyimi inkâr edebilir miyiz? Bu türden deneyimler, sınıfın politikası için
önemli değiller mi? Irkçılık, salt kendi şartları dâhilinde idrak edilemez,
siyahi proleterlerin yüzleştikleri tüm sorunlar da ırkçılığa indirgenemez, ama
sınıfın her zaman toplumsal ilişkilerin bu türden özel jeokültürel biçimleri
üzerinden ortaya çıktığı gerçeğini inkâr edebilir miyiz?
Bu türden
biçimler, sinen, çökelen, yerleşikleşen bir niteliğe sahipler. Bu da sınıf
ilişkilerinin ve sınıf mücadelesinin dinamikleriyle ilgili bir mesele. Fakat bu
dinamikler, sadece bu biçimlerin ortaya koydukları deneyimler içerisinde
kavranamazlar. Katmanlara ayrılma sürecine karşı mücadele görmezden gelinemez. Kesimler,
katmanlar arasındaki çatışmaları ideolojik planda görmezden gelen bir birlik
anlayışı, dışsal kalacak, sadece kendisini dayatmakla gün geçirecektir.
Kapitalist
birikimi rekabet ve hiyerarşi yoluyla ayakta tutan farklılaşma ve katmanlaşma
sürecinin mantığını redde tutmak için gerekli zemin hâline geldiği vakit kimlik
bildirimi, devrimci bir olguya dönüşür. Ardından bu kimlik bildirimi, tüm
kimliklere karşı ve onların ötesinde bir kimlik dışılık tahayyül etmek için
tanımlanmanın mantığına karşı çıkmak için yapılır, kimlik temelli uyum süreci
için değil. Diğer yandan, pozitif kimlik bildirimleri, gücün biriktiği süreçle
ve gücün kendisiyle uyuşmaktan başka bir işe yaramazlar. Sosyal adalet de zaten
sermayenin mantığında bundan başka bir anlama sahip değildir.
Ne var ki
ezilen kimliklerin her türden bildirimi, her daim kapitalizmi ayakta tutan
emekçilerin sınıflanıp derecelendirildiği sistemin istikrarını bozmak adına,
ırkçılığa, kastçılığa ve diğer türden katmanlaşma süreçlerine karşı çıkan
proleter sınıf denilen kimlikçilik karşıtı öznenin açığa çıkma ihtimalini
bağrında taşır. Floyd gösterilerinde yağma ve kundaklama eylemlerinde aranıp bulunması
gereken, tam da bu öznedir. Bu proleterler, hiçbir amaca hizmet etmedikleri
için, onları azarlama gereği bile duymayan kesim tarafından göz ardı
ediliyorlar.
Pratyuş Çandra
19 Haziran 2020
Dipnotlar:
[1] “Il PCI ai Giovani” (“İKP’den Gençlere”), Pier Paolo Pasolini. 1972 [2005].
Heretical Empiricism içinde. Çevirenler: Ben Lawton & Louise K. Barnett,
New Academia Publishing, s. 150-158.
[2] David
Harvey. 2005. A Brief History of Neoliberalism. Oxford University Press.
(2. Bölüm, “Rızanın İnşası”).
[3] David
Plotz & Henry Blodget, “We Need More Experiments Like Seattle’s Police-free”,
Business Insider (13 Haziran 2020). Erişim
tarihi: 15 Haziran 2020. İtalik bana ait.
[4]
Cedric Johnson, “The Triumph of Black Lives Matter and Neoliberal Redemption”, (9
Haziran 2020). Nonsite.
[5]
Adolph Reed, Jr. 2016. “How Racial Disparity Does Not Help Make Sense of
Patterns of Police Violence” (9 Haziran 2020). İtalik bana ait. Nonsite.
[6] Karl
Marx. 1976. Capital. Cilt 1, (Çeviri: Ben Fowkes). Londra: Pelican
Books, s. 866.
[7] A.g.e.,
s. 797.
[8] Ruth
Wilson Gilmore. 2007. Golden Gulag: Prisons, Surplus, Crisis and Opposition
in Globalizing California. University of California Press, s. 28.
[9]
Critical Resistance Publications Collective, 2000. “Critical Resistance to the
Prison-Industrial Complex”. Special Issue of Social Justice 27(3). Jstor.
[10] Johnson,
a.g.e.
[11]
Reed, a.g.e.
[12] Pasolini, a.g.e., s. 156.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder