“Genel
anlamda doğa bilimlerinin ilerleyişini etkileyen herhangi bir marksist
metodoloji yoktur.”[1] Esasında marksizm, tarihsel açıdan bilim noktasında her
daim zayıf olagelmiştir. Eldeki tüm verilere göre marksizm, herkesçe bilinen o
doğa bilimlerine yönelik ilgisine rağmen (ya da belki de sırf bu ilgi
sebebiyle) bilim noktasında zayıftır.
Marx,
söz konusu ilgi hususunda Engels ile pek ortaklaşmaz (onun sadece görece daha
az zararlı olmuş olan askerî tarihe dönük ilgisini önemser.). Her şeyden önce
Marx’ta doğa bilimleri ve onun yöntemlerine ilişkin çok az tartışmaya
rastlanır, bu tip konularla daha fazla uğraşan, hep Engels olmuştur. Bu noktada
Marx’ın bilime dönük ilgisindeki eksikliğin, sonrasında Marksistlerin bilimsel
ilerlemenin tehditleri ve vaatlerini kavramalarına mani olduğu da iddia
edilebilir.
Elbette
kavrayış eksikliğine ilişkin yeterince örnek de bulunacaktır. Herbert Marcuse’nin
Tek Boyutlu İnsan’ı, geç dönem kapitalist toplumdaki esaret altında olan
teknolojinin yıkıcı etkilerinden bir biçimde kaçınılmasını sağlayacak
“özgürleştirilmiş teknoloji”nin kaygı verici ihtimallerine bağlı olarak tüm
yönleriyle eleştiriye tabi tutulmuştur. Bu ihtimal bizi, Engels’in “devrimci
matematik ve mekanik”le ilgili görece az bilinen eleştirilerinden öteye
taşımayacakmış gibi görünmektedir. Marcuse’nin en sert ve en olumlu
eleştirmeni, eleştirel teorinin varisi, Jürgen Habermas, mekanistik Marksizme
dönük Frankfurt Okulu eleştirisini takip ederek, klasik Marksizmdeki bilimsel
ve “araçsalcı” eğilimlerin iletişim ve özgürleşmenin boyutunu geri kazandıracak
olan bir metateorinin inşaını gerekli kıldığına ilişkin bir iddia ortaya
atar.[2]
Buradan
başlayıp gelişen tartışma her iki iddia üzerinden ayrışır. Marx’ın kendisi,
bilimci veya pozitivist Marksizmin tuzaklarının farkındadır ve onlardan geri
durma noktasında gayet dikkatlidir, o hâlde bizim (bugün için de) yapmamız
gereken, Marx’ı pür dikkat okumaktır.
Görev
âcildir, zira Engels’in bilim ve toplumla ilgili görüşlerinin kolayca imha
edilmesi, bu görüşlerin büyük bir kısmına Marx’ın katılmadığı gerçeğini dikkate
almamaktadır. Bugün itibarıyla Engels’in Anti-Dühring’den ziyade Doğanın
Diyalektiği’nde ortaya konulan bilim teorisinin imhası Jacques Monod’nun Tesadüf
ve Zorunluluk isimli çalışmasında büyük bir keyifle icra edilen bir tür
ritüel hâline gelmiştir. Kitabın diyalektik yorumun “bilimsel” kullanımından
doğan “epistemolojik bir felâket”e dönük tespiti, esasen özgün bir tespit
değildir.[3] Öte yandan Monod, Marksizmi “diyalektik materyalizmin Marksist-Leninist
dünya görüşü (Weltanschauung)” olarak anlar. Bu görüş, esasında
pozitivist ve bilimcidir.
Tek
başına Engels’in ellerinde Marksizm, evrenin nihai yasaları ve yapıtaşları ile
ilgilenen bir bilim hâlini alır. Oysa Marx, bu hususta her daim tuhaf bir
biçimde sessiz kalmıştır. Engels bile toplumsal “diyalektik”i (ki bu sözcük,
Proudhon eleştirisi dışında, Marx’ın hiçbir çalışmasında geçmez) doğanın
diyalektiğinden çıkarsamaya gayret etmiş, hem “toplum” teorisini hem de doğa
felsefesini bir tarih görüşü olarak kucaklayan materyalist metafiziğin uyumlu
monistik sistemini Marx’a atfetmiştir. Aslında Marx, bu tarz inançlardan uzak durur,
bu türden bir sistemi anıştıracak herhangi bir söz etmez ve bu tür şeyler yapan
düşünürlere düşmanca yaklaşır.
Belki
de yaşlı Marx’ı genç Marx’tan ayrıştıran o eski yoruma can katmak isteyenler
gibi, “olgun Marx’ın fizikî dünyaya dönük analoji ile izah edilebilecek gayri
şahsî güçlere ya da insan iradesinden bağımsız süreçlerle güçlere dönük
bilimsel bir çalışmaya vurgu yaptığı” da iddia edilebilir. Dolayısıyla
Lichtheim, şu ifadesi ile abartılı bir hükümde bulunmaktadır: “Marx’ın yazıları
ve mektuplarından anlaşıldığı kadarıyla o, kendi çağının bilimciliğine saygı
duyan bir konumu benimsemiştir.”[4]
Lichtheim’ın
bu iddiasını desteklemek için herhangi bir belge ortaya koymamış olması, hiç de
şaşırtıcı değildir. Bu tarz iddialar, Marx’ın yazılarında hiçbir kanıt
bulamamaktadırlar. Aksine Marx’ın yazıları, ilk olarak 1844 Elyazmaları’nda
ortaya konulan ve Alman İdeolojisi’nde ayrıntılandırılan doğa
bilimlerine ve topluma dönük bir bakış tarzına her daim sadık kalmışlardır. Bu
açıdan bizim Engels ve haleflerin doldurma noktasında bahtiyar oldukları Marksçı
“sistem”deki boşluğa dönük meselelerle ilgili olarak, Marx’ın bugüne yansıyan
sessizliğinin nedenini anlamamız gerekmektedir. Geniş bir dolaşım imkânı bulan
Engels’in sayısız yazısının da gösterdiği üzere, Marx’ın konumu, Engels’in
konumuna indirgenemez ve o uzun yol katedildikten sonra, Marx’ın yazılarına
dönük bir yorum üzerinden onun konumunun yeniden inşa edilmesi mecburidir.
Sosyalizm
ve Komünizm
Marx’ın
“bilimsel sosyalizm” kavramına (ve hatta ifadesine) dönük hoşnutsuzluğunun
nedeni, kavramın kökenine ilişkindir. İfade, ilkin (diğer isimler yanında)
Proudhon tarafından kullanılmış ve Saint-Simon’u bir bilimsel sosyalist kabul
eden Karl Grün eliyle popülerleştirilmiştir. Proudhon ve Grün’ü nefret ve sövgü
ile anan Marx’a göre Saint-Simon, diğer hususlar yanında, bir ütopyacıdır.
Paris
Komünü’nden önce Marx, hiçbir vakit kendisini, bırakalım bilimsel sosyalisti,
bir sosyalist olarak bile tanımlamamıştır. O, her daim kendisini “komünist”
olarak nitelemiştir. Bunun birçok nedeni vardır. Sosyalizm Marx’ı önceler; o,
Marx 1843’te Paris’e geldiğinde, ekonomik gelişmeyi, işçiler için yasal
korumayı, evrensel oy hakkını, insan haklarının birleştirilmesini ve düşünce
özgürlüğünü, kooperatif kurumları ve fakirler için kültürel fırsatları savunan
bir hareket olarak Fransız toprağında hâlihazırda doğmuş bir olgudur. Komünizm
de aynı dönemde Paris’te gelişen bir harekettir, ancak bu hareket, sosyalizmden
ayrı bir seyre sahiptir.
Komünizmin
ayırıcı özelliği, onun “sosyalist” unvanından hoşnut olan Proudhon’un pek
hazzetmediği, ne devrimci işçi sınıfının örgütlenmesine ne de özel mülkiyetin
ilgasına inanan Louis Blanc’ın fikriyatı ile arasındaki mesafede bulunabilir.
Aksine komünistler, her iki görüşü de şiddetli bir biçimde benimsemektedirler ve
sosyalistlerin devlete dönük olumlu yaklaşımlarını reddetmektedirler. Hareketin
kökeni daha çok, Marx’ın Paris’teyken çalışma imkânı bulduğu, içinde Leclerc,
Roux, Babeuf ve Buonarroti’yi barındıran, Fransız Devrimi’nin teşkil ettiği
toplumsal mahfile dayanmaktadır.
Marksizm,
sosyalist hareket örgütlü, bilinçli, faal, doktriner ve Fransız bir niteliğe
kavuşması ardından sahneye çıkar. Bu noktada Marksizmin Fransız radikal hareket
geleneğine nüfuzunun neden yavaş gerçekleştiği de izah edilmeyi beklemektedir.
Lorenz Von Stein’ın Der Sozialismus und Kommunismus des heutigen Frankreichs
[“Günümüz Fransa Sosyalizmi ve Komünizmi” -1842] isimli eserinde Marx’ın (Manifesto’da)
üç yazarı, yani Saint-Simon, Fourier ve Owen’ı “eleştirel ütopyacılar” olarak
betimlediğini söyler. Marx’a göre bu kişiler, gökyüzünde fildişi kuleler inşa
eden bağnaz birer tarikatçıdırlar. Onun için sosyalizm, Proudhon’culuk gibi,
tanım itibarıyla ütopyacı ve doktrinerdir ki bu da onun komünizmin sahte
kardeşi olduğu anlamına gelir. Dolayısıyla bu isimden uzak durulmalıdır. Dahası
sosyalistler, ütopyacı veya reformist olmakla kalmazlar, ayrıca en azından
(ister ütopyacı olsun ister olmasın) özerk ve proleter olması gereken
komünistlerin aksine, saygı için yalvarıp duran bir orta sınıf hareketinin
üyeleridirler.
1840’larda
sosyalizm, işçi sınıfının ortak amentüsü hâline gelememiştir, Marx’ın gözünde,
hiçbir vakit de olamayacaktır. Öte yandan Etienne Cabet’nin (ya da Wilhelm Weitling’in)
komünizmi, sınıf savaşını, devrimi ve özel mülkiyet ilişkilerinin ilga
edilmesini savunmak gibi bir fazilete sahiptir. Cabet ve Weitling bile
kanaatlerini bu denli açık biçimde ortaya koymamıştır. Komünist Manifesto’da
(ta kitabın adından başlayarak Marx ve Engels, kendi icatlarından çok, doğrudan
komünizme dönük bağlılıklarını ortaya koymuşlardır.) ifade edildiği biçimiyle,
“komünistlerin teorisi, tek bir cümlede özetlenebilir: özel mülkiyetin ilgası (Aufhebung
des Privat-Eigenthums).” Bu cümle, sosyalistlerin vazettikleri Almanca Gütergemeinschaft,
Fransızca communauté des biens, yani ortak mülkiyetten yazarların
benimsedikleri komünizmi ayrıştırmak amacıyla sarfedilmiştir. Bu yaklaşımla
uyumlu olarak Marx, yirmi beş yıl sonra, “Birinci Enternasyonal’in sosyalist ya
da yarı sosyalist tarikatlarını işçi sınıfının gerçek örgütü ile ikame etmek
amacıyla kurulduğunu” söyler.[5]
Marx’ın
Manifesto’da altını çizdiği (“bilimsel” ya da bilimsel olmayan)
sosyalizmle komünizm arasındaki ayrım, esasında Marx’ın sonraki, görece daha
ayrıntılı tarih çalışmalarında da varlığını muhafaza eder. Fransa’da Sınıf
Mücadeleleri ve Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i’nde “sosyalizm
terimi, sosyalizm ismi altında düzenin partisinin çıkarlarına hoş gelen her
şeyi ifade ettiğini söyleyen alaycı kullanım dâhil, birçok anlam üzerinden
dillendirilir.”[6] Ancak Manifesto’nun altını çizdiği temel ayrım, bu
yazılar boyunca takip edilir: “sosyalist doktrinerler” (Ledru-Rollin,
Lamartine, Blanc) “proletaryanın gerçek devrimcileri”nden (Blanqui, Cabet,
Raspail) ayrıştırılır ve onlarla kıyaslanır.
Marx,
kısa yoldan kapı dışarı edilmesi gereken “sosyalist keramet sahipleri” ile
kendisini ait hissettiği kesimi net bir biçimde ayrıştırır. Her şeyin ötesinde
George Sorel’in La décomposition de Marxisme’deki [“Marksizmin
Ayrıştırılması”] sert ama doğru ifadesiyle Blankizm, “fukaranın devrimci bir
kadro tarafından gerçekleştirilmiş isyanı”dır. Manifesto ve
Enternasyonal’in ana noktası, komploculuktan uzak durmak ve dünyaya hareketin
görüşleri ve amaçlarını açıktan, hatta biraz da utanmadan takdim etmektir. Bu
hareket, sayısal açıdan zayıf olsa da, her cinsten reformizmle birlikte,
Blanqui’nin seçkinciliği ile Babeuf’ün komploculuğunu aşmış devrimci bir
programa adanan, hakiki, özerk, proleter ve uluslararası bir harekettir.
Şahsî
hoşgörüsüzlüğü herkesçe bilinen Marx, komünist olanla sosyalist olan arasındaki
yarılmada doğru tarafta olan devrimcilere yoldaş olma eğilimindedir. O,
Weitling’e büyük hayranlık duymuş ve onunla ilişkisini gönülsüzce kopartmak
durumunda kalmıştır. Oysa Weitling, henüz olgunlaşmamış olan proletarya değil,
zanaatkâr ustaları arasında örgütlenme eğilimindedir ve örgütlü işçi sınıfı
hareketinin rolünü tanımayı reddetmektedir.
O
hâlde “sosyalizm” sözcüğünün Kapital’de Proudhon ve ütopyacıları ifade
etmek amacıyla, aşağılayıcı bir manada kullanılmış olması şaşırtıcı değildir.
Görünüşe göre Marx, sonraki yıllarda komünizm ile sosyalizm arasındaki ayrım,
keskinliğini yitirmiş olmasına karşın, “sosyalizm” sözcüğü ya da kavramına
dönük hoşnutsuzluğunu hiçbir vakit terk etmez. Ayrımın silinmesine ilişkin
nedenlerin Marx’ın şahsî tercihleriyle bir ilişkisi yoktur. Paris Komünü’nün
Millî Muhafız Birlikleri (fédérés), burjuva basının aleyhlerinde
geliştirdiği abartılı terörizm ve vahşet suçlamalarının katkısıyla, “komünizm”e
kötü ve tehditkâr bir itibar kazandırırlar. Öyle ki Enternasyonal, 1871
Eylül’ünde aldığı kararla, “pozitivist, mutualist (ortakçı), kolektivist ve
komünist gibi sekter her türden ismi” şubelerinde yasaklar. Aynı ay bir yemekte
yaptığı konuşmada Marx, “Enternasyonal, kendince özel bir amentü propaganda
edemez” der.[7]
Diğer
yandan Komün, sosyalizmin birçok ütopik türevini de kendisi ile birlikte
toprağa gömer, böylelikle “sosyalizm” sözcüğü, anlam itibarıyla değişmeye
başlar. Komün’den önce Marx için çok önemli olan sosyalizm ve komünizm
arasındaki ayrım, zamanla anlamını yitirir. Sosyalizm, yaşlı birer devrimci
olarak Marx ve Engels’in rehberlik ve tasdik amacıyla hizmet etme eğilimine
girdikleri bir işçi sınıfı hareketi hâline gelir. Bu gelişmeler, özel olarak
Alman sosyal demokrat hareketinde aşikâr bir hâl alır. Alman sosyal
demokratlar, büyük stratejik önem atfettikleri bir hamle ile “komünist”
ifadesini terk ederler. Zira bu sözcük, 1871’de Fransa’da yaşanan felâketten
sorumlu olan taktiklerin tekrar kullanılmasına dönük bir isteğe işaret
etmektedir. Dolayısıyla başarı, ancak sosyalizm ile komünizm arasındaki ayrım
artık tatbik edilmediği takdirde mümkündür. Bunun yerine, tarihsel bir kısa
devre ile proletarya diktatörlüğünün tesisi için bir araç olarak silâhlı
ayaklanmanın cüretkâr bir biçimde inkâr edilmesine vurgu yapılmalıdır. Bu tarz
bir inkâr, ilk örneğini, referans olarak alınan (bu sefer yaygın biçimde
dağıtılan) bir kez daha basılma imkânına kavuşmuş olan Manifesto’da
bulmaktadır. Söz konusu kayma, ilk işaretini Engels’in tıpkı kendi eseri Almanya’da
Köylü Savaşı için yazdığı “Önsöz”de olduğu gibi, Fransa’da Sınıf
Mücadeleleri isimli çalışmaya yazdığı “Giriş” bölümünde, Almanların
sosyalist devrime oy sandıkları üzerinden uzanmaya dönük güvenlerini ele
alırken kendini ele verir. “Legalizm”e yönelik söz konusu güven, artık gayet
muteberdir.
Sosyal
demokratik ortodoksinin bu yönüyle Engels’in (ve ondan biraz fazla olmak
kaydıyla Bernstein’ın) “bilimsel sosyalizm”in ana ilkelerine dönük inancı arasındaki
uyumluluk, herkesin malumudur. Ancak bu kavram Marx’ın vefatından çok sonra
ortaya çıktığından, Marx’ın ömrü dâhilinde okunmamalıdır. Bilimsel sosyalizm
kavramının kendi duygularını, tüm Gotha Programı’nın Eleştirisi boyunca,
iğneleyici ve daha çok vecize kabilinden ifade etmiş olan Marx’ı etkilememiş
olması da özel olarak önemli bir husustur.
Bilim
ve Pozitivizm
Marx,
“bilim” kelimesini kaba pozitivist kullanımla asla uyuşmayan bir tarzda
kullanırken, Engels, bazen “bilim” kelimesini pozitivistler gibi kullanabiliyor,
hatta ara sıra pozitivizmle uyumlu formüller ortaya koyabiliyor.
Ekonomik
ve Felsefî Elyazmaları’da Marx, “sanayinin insanın doğayla,
dolayısıyla doğa bilimleriyle pratikte kurduğu tarihsel ilişki olduğunu, doğa
bilimlerinin zamanla o soyut materyalist, aslında idealist yönelimini terk
edeceğini, bu suretle beşeri bilimler [Geisteswissenschaft] hâline
geleceğini söylüyor.
İki
yıl sonra kaleme alınan Alman İdeolojisi’nde karşımıza şu ünlü cümlesi
çıkıyor: “Spekülasyonun, temelsiz nazariyenin gerçek hayat içerisinde son
bulduğu yerde, gerçekten pozitif bilim başlar: böylelikle insanların pratik
faaliyetleri, insanların pratikteki gelişim süreçleri tasvir edilmeye [Darstellung]
başlanır.”
Burada
“bilim” kelimesi, esasen “her bir dönemde bireylerin ortaya koydukları fiili
yaşamsal süreçlerin ve faaliyetlerin incelenmesi”ni ifade ediyor. Bu “çalışma”
dâhilinde başvurulan yöntem konusunda Marx’ın zihni, gayet berrak.
“Bilginin bağımsız bir
kolu olarak felsefe, insanların tarihsel gelişimlerine dair gözlemlerden soyut
biçimde türetilen en genel sonuçların özetidir. Bu soyutlamalar gerçek tarihten
ayrı ele alındıklarında, kendi içinde belirli bir değere sahip değildirler. Bunlar,
ancak tarihsel malzemenin düzenlenmesi sürecini [Ordnung] hızlandırmaya,
birbirinden ayrı katmanlarına [Schichten] ait dizilimi ortaya koymaya yararlar.
[…] Eldeki tarihsel malzemeye dair gözlemlerimizi [Betrachtung] yapıp
onları düzene soktuğumuzda, o malzemeyi gerçekçi bir biçimde tasvir ettiğimizde
ise güçlüklerle yüzleşiriz.”[1]
Marx’ın
J. B. Schweitzer’e Proudhon’la ilgili olarak gönderdiği o ünlü mektupta “bilim”
kelimesi, Proudhon’daki bilim anlayışına, sahte-pozitivizm ve pozitivizm gibi
hatalı, dogmatik anlayışlara ithafen kullanılıyor. Bu mektupta Marx, Proudhon’un
Qu’est-ce que la propriété? [“Mülkiyet Nedir?”] isimli eserinin politik ekonominin
dar bilimsel tarihinde kendisine hiçbir şekilde yer bulamadığını söylüyor. (Gelgelelim
bu eser, sırf böyle diye kıymetsiz kabul edilmiyor, o sırf bu sebeple görmezden
geliniyor değil.)
Mektubun
devamında Marx, Proudhon’un La philosophie de la misère [“Sefaletin
Felsefesi”] isimli kitabında geliştirdiği doktrininin “bilimsel” olduğunu
övüngen bir dille ifade ettiğini, kendisinin bu iddiaları temelsiz bulduğu için
ağır bir biçimde eleştirdiğini söylüyor.[2]
Bu
anlamda, Marx’ın bilimsel saydığı bilimsel çalışmaları, eserleri ve usulleri
onun kabulüne göre, politik ekonomiyi düzene sokan veya insanların
davranışlarını yöneten evrensel kanunları (ya da Marx’ın ifadesiyle, “ebedi”
kanunları) keşfetmeyi amaçlamıyor. (Oysa Proudhon tam da bunu yaptığını iddia
ediyor ki Marx da aslında ondan bu sebeple hoşlanmıyor.)
Bu
gerçeği görmek, herkesin vakıf olduğu bir paradoksu çözüme kavuşturacaktır.
Brüksel
Kongresi’nde “Karl Marx’ın sermayeyi bilimsel bir analize tabi tutan ilk iktisatçı
olmak gibi paha biçilmez bir marifete sahip olduğunu” söyleyen bir karar almış
olan Enternasyonal ısrarla, “pozitivizmin ilkelerinin kendi kaideleriyle çeliştiğini”
dile getiriyor.[3]
Marx’ın
“tarihsel kanunlar” üzerine kurulu “yeni bir toplum bilimi” meydana getirdiğini
veya “Marx’a göre kapitalizm, kendi doğasına içkin kanunlar sebebiyle, bugün
dünyayı organik hayatın kaçınılmaz olarak evrimleşmesiyle birlikte, yarının
dünyasının eşiğine doğru götürdüğünü”[4] söyleyen görüş, temelsiz bir görüştür.
Marx’ın
bir zamanlar önemli görülen, bu türden bir toplumbilim meydana getirmeyi amaç
edinmiş kendi döneminin pozitivistlerinden birine verdiği cevap, hem öğretici
hem de özgün bir teorik metindir. 1866’da Marx, Auguste Comte’un Cours de
philosophie positive [“Pozitif Felsefe Dersleri -1830–42] isimli
çalışmasını “sırf İngilizler ve Fransızlar bu adam hakkında gereksiz patırtı
koparttı diye” okur ve kitaptan hiç etkilenmez. Zira Marx, “geleceğin aşçılarına
sunulan Komtçu yemek tariflerini” elinin tersiyle itmiş bir isimdir.[5]
Bunun
sebebi, Comte’un tıpkı Proudhon gibi özel mülkiyeti savunması, sınıflararası
işbirliği fikrini vaaz etmesi, Louis Bonapart’ın Fransa’da meclisi dağıtmasını hoş
karşılaması ve Proudhon’dan farklı olarak, Fransız halkındaki ahlakî dirilişi
politik ve ekonomik kurtuluştan üstün tutması değildir. İki isim arasında daha
derinden ele alınması gereken farklılıklar söz konusudur.
Comte’un
amacı, tarihsel kanunlara yaslanan, tarihsel açıdan ele alınmış yeni bir
toplumbilimi meydana getirmektir. Onun hayaline göre bu bilim, meydana
getirildiği takdirde, ahlaki değerler ve politika ortak bir bilimsel zemine
kavuşacak, böylelikle olgulara vurgu yapıp, değeri temel almak suretiyle, bilimin
sunduğu kesinliklerle ahlaki tecrübenin ortaya koyduğu ifadeler arasındaki ayrım
ortadan kalkacaktır.[6] Ayrıca Comte, bu başarı üzerinden, insanları hem mülkiyet
hem de inançlar konusunda güvensiz bir konuma sürüklemiş olan ekonomik hayat ve
düşünce hayatı içerisindeki bitmek bilmez rekabet dönemine son vermek
niyetindedir.
Comte’un
sosyolojisi, tarihsel değişimin faili olarak sınıfsal çelişki anlayışından
azadedir. Bu sosyoloji, aynı zamanda “toplum”u Marksistlerin hayal âlemi olarak
nitelendirecekleri bir mertebeye çıkartır. Bu toplumbilim, toplumun farklı
kesimleri arasındaki uyumlu ilişkiyi tesis etmek içindir.
Comte’a
göre, tüm bilim empirik bilgiden ibarettir. Burada Hegelci yaklaşımla çelişen
Comte, empirik bilgiyi anlama pratiğinin kendisine dair bir bilince ulaşmasını
sağlayan aracı düzlem olarak görür. Marx’ta da aynı şekilde empirik bilgi araçsaldır
(hatta son yazılarında Engels, tam da bu yaklaşım üzerinden pozitivizme
yakınlaşır.)
Comte’un
kanaatine göre, pozitivizm anlayışı, idealizmle çelişmektedir. Ama aynı çelişki,
devrimci Marksizmle de mevcuttur. Her iki öğreti, Comte’da “metafizikle alakalı”dır,
dolayısıyla lanetlidir. Comte’a göre nazariyeye, kurguya önem veren bir felsefeciden
veya bir metafizikçiden başka hiç kimse, deneyimin sunduğu verilerin ardında
gizli olan önemli gerçekliği kavrama iddiasında bulunamaz.
Oysa
Marx Kapital’de tam da bu iddiadadır. Hiçbir pozitivist, kendi yönteminin
zevahir âleminin ötesine geçip altta yatan âleme ulaştığını, buradaki olguları açıkladığını
iddia edemez, oysa örneğin Kapital’in birinci cildinde yer alan “Meta
Fetişizmi” bölümünde Marx’ın niyeti tam da budur.
Marx’ta
empirik bilgiye yönelik Comte’takine benzer bir vurgu yoktur. Onun dile getirdiği
“üretim ilişkileri” veya “”üretim tarzı” gibi kavramlar, algılanan fizikî
nesneler üzerinden tarif edilmezler. Hatta “üretim güçleri” bile ilk bakışta
empirikmiş gibi görünse de belirli şeylerin art arda bağlanması değil de bir
gelişim, geçiş aşamasındaki bir şey, temel toplumsal koşulların izin verdiği noktada
meydana gelen bir gelişme olarak ele alınırlar. Başka şeylerden bağımsız olarak
ele alınan teknik nesneler bile Marksist şemada önemsiz bir yere sahiptirler.
Öte
yandan Marx’ın sunduğu açıklamaların merkezinde duran kavramları Komtçu açıdan
tanımlamak mümkün değildir. Comte, “pozitif” kelimesini başka şeyler yanında,
bilginin “kurgu” aşamasından “bilim” aşamasına dönüşümü anlamında kullanır. Önsel
olarak açıklanmak yerine, bu bilim aşamasında olgular, tümüyle “pozitif” olan,
o olguların bizatihi dillendirdikleri ve teyit ettikleri genel kanunlara
bağlanırlar. Ancak geçici olarak bu konum, bir süre, Hegel’in Kant eleştirisini
temel alan Marx’ın redde tabi tuttuğu, ama (doğacı ve bilimci Marksizmle kusursuz
örtüşen düşünceye sahip) yeni Kantçıların kabul ettikleri olgu-değer arasındaki
ayrıma yaslanır.
Eduard
Bernstein, “bilim” kelimesini neredeyse otomatik olarak onayladığında, Alman
Sosyal Demokrat Partisi içerisindeki ve dışındaki sosyalistler öfkelenmişlerdir.
Bu anlamda, Bernstein, kendisinin “bilimsel” bulduğu olgu-değer ayrımını Marx’ın
redde tabi tuttuğunu söylerken haklıdır.[7]
Hegel’de
de Marx’ta da değerler, hayat ve dil dâhilinde vücut bulurlar, dolayısıyla,
pozitivistlerdeki olgu-değer ayrımına yönelik bağlılık ve bu ayrımı geçici süre
gerekli olan bir hakikat olarak gören yaklaşıma Marksistin destek sunması
mümkün değildir.
Marx,
klasik iktisatçıları ve ütopyacı sosyalistleri, ilk elden tespit edilen
olgularla, o olguların ötesine bakmadıkları için eleştirir. Marx, klasik iktisatçıların
ve ütopyacıların bilimsel iddialarına buradan saldırır. Örneğin Proudhon, Marx’a
göre, gerçeğe iktisatçıların sundukları önermelerle bakmaz. “İktisatçının
sunduğu malzeme, insanın faal ve zinde hayatı iken, Proudhon bize, iktisatçıya
ait dogmalardan başka bir şey sunmaz.”[8]
Marx,
bu dayanak noktasına pozitivistler için önemli olan olgu-değer ayrımını
reddederek ulaşır. Marx’ın yazılarında bu anlamda, duygu ve yargı belirten değerlendirici
ifadelerle kavramsal, bilişsel ifadeler arasında ayrıma yer yoktur.
Marx,
değerlendirici dili tıpkı Hegel gibi kullanır. Marx’ta görülen bu dil, Marx’ın
bilim insanı olmadığını ispatlamak için kullanılmaktadır. Marx, Kant’ta gördüğümüz
olanla olması gereken arasındaki ikiliği reddeder, bunları bir görür. Üstelik bu
birlik fikri, Comte’un ileri sürdüğü birlik fikrinden çok farklıdır.
Genelde
doğal bilimlerine ait kavramların, yöntemlerin ve modellerin toplumsal ve
tarihsel inceleme pratiğine aktarılması olarak tarif edilen, bir tarihsel
değişim modeli olarak ele alınan pozitivizm, muhtemelen Darwin üzerinden biyolojiyi
temel alan veya muhtemelen Lyall dolayımıyla jeolojiyi temel alan toplumsal evrim
teorisi ile buluşur. Toplumsal evrim teorisini teşvik eden şey, Türlerin
Kökeni’nin yayımlandığı 1859 yılı sonrası Darwinizmin ta kendisidir. Comte,
sosyolojinin bilimlerin en yücesi olduğuna inansa da, pozitivizm kendisine, Marx’ın
başından beri insan toplumuna damgasına vuran hususlarla ilgili görüşlerinde
pek yer bulmaz.
Kautsky’nin
evrimci ve pozitivist görüşleri Marksizme katma çabası (ki bu çabanın en somut
hâli, 1906 tarihli Ethik und materialistische Geschichtsauffassung [“Etik
ve Materyalist Tarih Anlayışı”] isimli eseridir), Marx’la Darwin’i sentezleme
girişimi, esasen Marx’ın Darwin konusunda yazdığı, ona farklı açılardan
yaklaşan görüşleriyle çelişmektedir.[9] Meseleye coşkuyla yaklaşmış olan Engels’ten
etkilenen bu türden bir girişim, okuru doğası gereği yanlışa sürükleyecek cinstendir.
Zira Marx’ın düşüncesi, doğası gereği toplumları, insanlar arasındaki
ilişkilerin oluşturduğu sistemler olarak görür ve insanlar arasında “üretim ve
yeniden üretim” amacıyla kurulan ilişkilerin asli olduğunu söyler. Toplumların neden
değiştiğini de ancak Marx’ın ortaya koyduğu teori izah edebilir.
Marx,
bu teoriyi bilinçle ilgili bir teoriyle zenginleştirirken, pozitivistler, çoğunlukla
eyleme dair bir anlayıştan yoksun olarak fikir yürütürler.
Politik
Ekonominin Eleştirisine Katkı isimli eserinin “Giriş” bölümünde
kendi yöntemini özetleyen Marx, ayrıca Alman İdeolojisi’nin konuyla
alakalı bölümlerine ait bir özet sunar. Burada da Marx, insanların içine
girdiği “gerçek yaşam süreci”nden, fikri ve kültürel faaliyetin “ideolojik bir
refleks” olarak açığa çıktığı “maddi varoluşun üretimi ve yeniden üretimi”nden
yola çıkar.[10]
Pozitivist
yöntem, bu anlayışta kendisine asla yer bulmaz. Marx’ın tarihin kendisine ait
içsel bir mantığa sahip olduğunu, tarihin rasyonel bir süreç olarak
algılanabileceğini söylesek bile, bu tür bir görüşün ortaya koyduğu tüm
sonuçlar gibi sahip olduğu köklerin de Komtçu değil, Hegelci olduğunu dile
getirmemiz gerekir.
Marx’ta
gördüğümüz, onun hakkında çok az şey söylediği Entwicklung [“Gelişme”]
kavramı, Hegel’in bu kavrama dair anlayışını temel alır. Bu kelime, İngilizceye
veya Fransızcaya hem “evrim” hem de “gelişme” olarak tercüme edilir. Biyolojik
anlamıyla evrimi toplumu izah edecek bir olgu olarak alan yaklaşımın Hegel ve
Marx tarafından saçma bulunacağını belirtmek gerekmektedir.
Entwicklung denilen
kavram, aynı zamanda ilk kavramın (Begriff) içerdiği bileşenlerin
gelişimi veya açılması gibi anlamlara gelmektedir. Bu açıdan, böylesi bir
gelişme mantıksaldır, tarih de aynı ölçüde mantığa uygundur, rasyonel ve
dünyevi bir birliği ifade eder. Ama Hegel de Marx da birliği tekbiçimlilik
olarak anlamaz. Mevcut tarihsel sürece dair sorgu, empirik araştırma
meselesidir. Bu anlamda, empirik araştırma ihtiyacına dönük vurgu, bilimsel
sosyalizmin alamet-i farikası değildir. Aynı şekilde o, fikri düzlemde saygın
kabul edilebilecek bir Marksist tarihyazımının olmazsa olmazı, vazgeçilmez
unsuru olarak da görülemez. Empirik araştırma, akademiyanın alamet-i farikasıdır,
hangi anlayışta olursa olsun, bilimsel sosyalizmin bir özelliği değildir.
Marx’a
göre, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki etkileşim, dönemden
döneme, aşamadan aşamaya değişiklik arz eder. Bu açıdan, Marx birbirini takip
eden her bir aşamada tarihsel sonucun ilkesel düzlemde öngörülmesini mümkün
kılan bir kanun ortaya koyduğunu söylemez. Başka bir ifadeyle, Marx’ın
yazılarında bu etkileşim ilkesini temel alan bir soyutlama pratiğiyle formüle
edilmiş herhangi bir genel kanuna rastlanmaz. Marx, Comte’tan da hatta belli
ölçüde bazı konularda Engels’ten de bu noktada farklılaşır.
Üretim
ilişkilerinin üretim güçleriyle ilişkisi, Marx’ın her türden toplumla ilgili
incelemesinde önemli bir yer tutsa da Marx, bu ilişkiden yola çıkarak genel bir
“kanun” soyutlamaya girişmez. Bu girişimin meşru veya mümkün olduğu
düşüncesinde değildir. Comte’tan farklı olarak Marx, ilgili usulün bilimsel
yönteme has bir özellik olduğu iddiasında değildir. Bu anlamda Marx, toplumsal
evrim veya tarihsel değişimin genel kanununu belirlemeye, bir toplumun gelişkin
bir aşamaya ilerlemesinin değişmez bir zorunluluk olduğunu ortaya koymaya
çalışmaz.
Örneğin
Marx’a göre, klasik antik çağ geri çekilmiş, daha üst bir aşamaya evrilmek
yerine, feodalizmin ilkel biçimi için bir alan açmıştır. Klasik toplumun çöküşünü
köleliğin kurumsallaştığı süreç etkilemiş, böylelikle bu süreç, hem toplumun
üretimle ilgili temelini hem de gelişimine ait doğal sınırı teşkil etmiştir.
George
Lichtheim’ın özetlediği biçimiyle, “Avrupa feodalizminin antik toplumun
yıkıntıları içerisinden çıkması, Marx açısından mantıksal zorunluluk gereği
meydana gelmiş bir gelişme değildir.”[11] Marx, aynı şekilde, komünist toplumun
doğuşunu da kadercilere has bir zorunluluk anlayışı üzerinden değil, gerekli
bir görev olarak ele alır. Marx’ın da gayet iyi bilincinde olduğu gibi, güneşin
doğmasına yardım edecek bir toplumsal hareketi oluşturmanın hiçbir anlamı yoktur.
Proletaryayı
toplumun yeni ve yüksek biçiminin cisimleşmiş hâli ve hâmili olarak gören Marx,
Komtçu veya Spensırcı tarzda bir evrim kanunundan dem vurmak yerine, sürekli
hareketin yüzleştiği görevlerden bahseder.
Doğrudur,
Marx’ın ölümünden sonra felsefeyi bilimlerin bilimi olarak gören[12] Kautsky ve
Plehanov, evrim kanunu anlayışına meyleder. Oysa bu, Engels’in Komtçu ve Hegelci
fikriyatı harmanlamakla ilgili hatasının bir sonucudur. Bu sentezleme girişimi,
Marksizmle pozitivizmi Marx’ın ve Comte’un bile mümkün görmeyeceği bir biçimde
yan yana getirmiştir.
Marx,
tarihi Hegel veya Comte’tan farklı olarak, metafizik âleme ait bir şeyin
açımlanması, gelişimi olarak ele almadığı gibi, diyalektiği her kapıyı açan bir
anahtar olarak görmedi. Marx’ın elinde tüm gerçeklerin, olguların oturduğu bir
kalıp yoktur.
Diyalektik
soruşturma, meydana gelen şeyleri yorumlama yöntemidir. Marx’ın yazılarında her
yere teşmil edilebilecek, her şeyi belirleyen kanunlara rastlanmaz. Neticede pozitivistler,
önce olanla sonra olanı birbirine karıştırırlar. (Önce olan olayı sonra yaşanan
olayla bir tutabileceğimizi söyleyen Engels de benzer bir yanlışa düşer.) Buna
karşın Marx, salt belirli bir sebebe işaret eden ifadelere çok az başvurur. Bu
konuda şunları söyler:
“Olaylar, tüm çarpıcılığıyla
birbirine benziyormuş gibi görünebilir, fakat aslında bu olaylar, tümüyle
farklı sonuçlara yol açan farklı tarihsel ortamlarda meydana gelmektedirler. Evrimsel
sürecin her bir biçimini inceleyip, ardından bunları kıyaslamak, bize bu
olgunun anlaşılması için gerekli ipucunu sunar, gelgelelim insan, bu noktaya
genel tarihsel-felsefi teoriyi, tarih aşırı kabul edilen yüce meziyeti ana
anahtar olarak kullanmak suretiyle ulaşamaz.”
Engels
ise diyalektiği “doğanın, insan toplumunun ve düşüncesinin hareket ve
gelişiminin genel kanunlarının bilimi” olarak tarif ediyor, ısrarla onun, “kafamızın
içindeki diyalektiğin gerçekte doğa ve insan tarihi denilen âlemlerde
diyalektik formlara bağlı olarak cereyan eden fiili gelişmenin yansıması”
olduğunu söylüyordu.[13]
Paul Thomas
[Kaynak:
Marxism and Scientific Socialism: From Engels to Althusser, Routledge,
2008, s. 15-21.]
Dipnotlar:
[1] Leszek Kolakowski, “Permanent and Transitory Aspects of Marxism”, The
Broken Mirror: A Collection of Writings from Contemporary Poland içinde,
ed. Pavel Mayevski, New York, 1958, s. 166.
[2]
Bkz.: Herbert Marcuse, One-dimensional Man, Boston, Beacon Press, 1967,
s. 227–37 ve Herbert Marcuse, “Industrialization and Capitalism in the Works of
Max Weber”, Negations, Boston, Beacon Press, 1969, s. 201–36. Jürgen Habermas,
“Science and Technology as ‘Ideology’ ”, Toward a Rational Society içinde,
çev. Jeremy J. Shapiro, Boston, Beacon Press, 1970, s. 81–122.
[3]
Jacques Monod, Chance and Necessity, çev. Austryn Wainhouse, New York,
Random House, 1972, s. 39.
[4]
George Lichtheim, Marxism. An Historical and Critical Study, New York,
Praeger, 1971, s. 236, 243n.
[5]
Maximilien Rubel, “Marx et la première Internationale: une chronologie”, Etudes
de Marxologie, Paris, Ağustos 1965.
[6]
Zbigniew A. Jordan, The Evolution of Dialectical Materialism, New York,
St Martin’s Press, 1967, s. 374–5.
[7]
Jacques Freymond, La première Internationale, recueil de documents,
Cenevre, Droz (Publications de l’Institut Universitaire de Hautes Etudes
Internationales, Sayı. 39), 1962, cilt. II, s. 233–4; cf. Rubel, “Marx et la
premiere Internationale”.
[8]
Yayına Hazırlayan: T. B. Bottomore, Karl Marx, Early Writings,
New York ve Londra, McGraw-Hill, 1964, s. 1963–4. Karl Marx ve Friedrich
Engels, The German Ideology, Moskova, Progress Publishers, 1964, s.
38–9.
[9]
Marx’ın J. B. Schweitzer’e 24 Ocak 1865’te gönderdiği mektup, Karl Marx ve
Friedrich Engels, Selected Works içinde (bundan sonra MESW olarak
anılacak), Moskova, Foreign Languages Publishing House, 1962, Cilt I, s. 390–7.
[10]
David McLellan, Karl Marx: His Life and Thought, Londra: Macmillan,
1974, s. 380–1.
[11]
Royden Harrison, “E.S. Beesly and Karl Marx”, International Review of Social
History, Amsterdam, Internationaal Instituut voor Sociale Geshiedenis, Cilt.
4, 1959, s. 22–58, 208–38; Georges Sorel, Reflections on Violence, Çeviri:
T.E. Hulme ve J. Roth, Glencoe, Free Press, 1950, s. 101.
[12]
Marx’ın Engels’e 7 Temmuz 1866’da gönderdiği mektup, Marx-Engels
Gesamtausgabe içinde (bundan sonra MEGA olarak anılacak), Cilt. III, s.
345. Karl Marx, ‘Afterword’ to the 2nd edition of Das Kapital, Cilt. I (1873), Capital,
s. 17; Ayrıca bkz.: A.g.e., s. 232, dipnot. 3 (Comte’un adı metinde sadece
burada geçiyor).
[13]
Harrison, “E.S. Beesly and Karl Marx”, s. 235.
[14]
Bernstein konusunda bkz.: Peter Gay, The Dilemma of Democratic Socialism,
New York, Collier, 1968, birçok yerde; ve George Lichtheim, Marxism, bilhassa
s. 264 ve devamı, ayrıca s. 284 ve devamı.
[15]
Karl Marx, The Poverty of Philosophy, Moskova, International Publishers,
n.d., s. 101.
[16]
Bir tartışma için bkz.: Valentina Gerratana, “Marx and Darwin”, New Left
Review, Cilt. 82, Kasım-Aralık 1973, s. 60–89; ve Shlomo Avineri, “From
Hoax to Dogma: a Footnote on Marx and Darwin”, Encounter, Mart 1967, s.
30–2.
[17]
MESW, Cilt. 1, s. 361–5; Marx’ın Engels’e 7 Ağustos 1866’da yazdığı
mektup, Karl Marx ve Friedrich Engels, Werke (bundan sonra MEW olarak
anılacak), Cilt. xxxi, Berlin, Dietz Verlag, 1965, s. 348.
[18]
George Lichtheim, “On the Interpretation of Marx’s Thought”, Marx and the
Western World içinde, yayına hazırlayan: Nicholas Lobkowicz, Notre Dame,
University of Notre Dame Press, 1967; şu çalışma içerisinde yeniden yayımlandı:
George Lichtheim, From Marx to Hegel, New York, Seabury, 1974, s. 63–80.
[19]
Plekhanov’un Kautsky’ye yazdığı Aralık 1898 tarihli mektup, aktaran: J.P.
Nettl, Rosa Luxemburg, Oxford, Oxford University Press, 1968, Cilt. I, s.
202.
[20] Marx’ın Otechestvenniye Zapiski [“Anavatandan Notlar”] isimli derginin yayın kuruluna Kasım 1877’de gönderdiği mektup, Karl Marx ve Friedrich Engels, Selected Correspondence içinde (bundan sonra MESC olarak anılacak), Moskova, Foreign Languages Publishing House, 1965, s. 313. Friedrich Engels, Anti-Dühring, Moskova, Foreign Languages Publishing House, 1962, s. 504; Engels’in Schmidt’e 1 Kasım 1891’de yazdığı mektup, MESC içinde, s. 590.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder