Pages

02 Eylül 2022

Antiliberal

İngiliz solunun tanınmış bir üyesi, bir keresinde, ben de dâhil olmak üzere birçok sosyalist arkadaşının aynı okula gittiğini keşfettiği vakit epey şaşırdığını ifade etmişti. Bununla birlikte biz, aslında ayrıcalıklı geçmişlerimizden kaçan devlet okulu çocukları değildik; okul, hocaları “Nick” ve “Maggie” diye çağırdığınız, toplantı salonuna gizlice girip seks yapmaya cesaret edebildiğiniz bir yer değildi. Bizim gittiğimiz okul, Manchester’da, ismi cismi bilinmeyen bir din adamları tarikatı tarafından yönetilen, Roma Katolikliği geleneğine bağlı bir ortaokuldu ve İngiltere’deki çoğu Katolik okulu gibi, öğrencilerinin neredeyse tamamı, İrlandalı işçi sınıfı göçmenlerinin torunlarından oluşuyordu.

İngiliz solunda birçok isim Katolik, bunların çoğunu kilise, “düşkün” olarak niteliyor. Düşkün olmak, özel bir tarz dâhilinde Katolik olmak kadar kötü bir mesele değil. Üstelik bu, Graham Greene ve Seamus Heaney gibi aydınların da yürüdüğü gayet onurlu bir yol.

Neticede hiç kimse, Katolik kilisesinden ayrılamaz. Kilise üyeleri, ancak emekli bir tuğgeneralin hâlâ tuğgeneral kalmasında olduğu gibi, kimliklerini muhafaza etmezler, ama bir kategoriden diğerine geçiş yaparlar.

Siyaset felsefecisi Raymond Geuss, Not Thinking like a Liberal [“Liberal Gibi Düşünmemek”] isimli son kitabında, dinî tarzda yetiştirildiği sürecin onu kötü bir Katolik bile yapmadığını itiraf ediyor. Gene de kötü Katolikler, çoğu zaman üretken bir şekilde, gerçekte ne iseler odurlar. John Milton’ın tabirini kullanırsak, gerçekte zındık (heretik) olabilirler.

Geuss, Tanrı’nın varlığı gibi ufak meselelerde kiliseyle aynı fikirde olmasa da okul günlerinden bu yana temel tutumlarından hiçbirinin değişmediği konusunda ısrar ediyor. Bu tutumu ona öğreten, kazandıran din adamlarının bu durumdan memnuniyet duyacaklarına hiç şüphe yok. Sadık bir antiliberal olarak Geuss, o kötü Katolik vasfını hiç yitirmedi.

Solcu olan Katolikler, solculuğu basitçe sağcı, derinden otoriter bir yapıya tepki olarak inşa etme derdinde değiller. Mesele bu anlamda, kilise gibi kendilerini gerçeğin yegâne sahipleri olarak gören ve kendi laik ayrışma biçimlerine, zındıklık biçimlerine, hatta kendi papalarına sahip olan solcu tarikatlar için yetiştirilmeye yatkın olmaları da değil. Daha ziyade mesele, Katoliklikten yola çıkıp liberalizm uğrağından geçmek zorunda kalmadan, dosdoğru Marksizme geçebilmenizdir. Katolik olarak yetiştirilmek, liberal bireycilik duygusuna sahip olmamaktır.

Egemen ve özerk özne denilen şey, Katolikleri asla etkilemez. Aslında Geuss gibi onlar da bundan çok az etkileniyorlar. Bunun yerine, kurumsal yapılar üzerinden düşünürler, ayrıca Protestanlardaki içedönüklükten ve yalnızlıktan içgüdüsel olarak rahatsızlık duyarlar. İbadetleri yerine getirmek, nispeten daha olumlu bulunur, çünkü orada asıl önemli olan, yaptıklarınızdır, içinizdeki kaygı veya ulaştığınız vecd hâli değil.

Katolikler, ayrıca insan varlığının kurumsal bir mesele olduğunu ve bu nedenle doğası gereği toplumsal olduğunu kabul ederler. Öğretilen her şeyin anlamını veren, ilk özgün içerik olarak görülen öğreti, hatta dogma ile ilgili fikir, onları fazla ırgalamaz.

Aklın sınırları vardır. Fakat akıl, radikal Protestanlığın iddia ettiği gibi, doğası gereği yozlaşmış bir meziyet değildir. Akıl, kendi kısıtlılığı içerisinde, mümkün olduğu kadar kesin bir şekilde tartışılmalı ve analiz edilmelidir. Hep, ilanihaye açık fikirli olmak, takdir değil, ikaz edilecek bir şeydir.

Seni özgür kılacak olan, hakikattir.

Müteveffa solcu ilahiyatçı Herbert McCabe, bir keresinde bir konuyla ilgili olarak bir Anglikan piskoposuyla kendisi arasında açığa çıkan farklılığın nereye vurgu yapıldığı ile ilgili bir mesele olmadığını, esasında kendisinin haklı, o piskoposun haksız olduğunu söylemişti. Devamında da McCabe şunu demişti: “O haklıysa, demek ki ben haksızım.” İşte bu, tam da sahiden Katolik olan bir ismin söyleyeceği bir şeydir.

Britanya’da Katolik olmak, yarı-yabancı olduğunuzun farkında olarak büyümek ve dolayısıyla, sosyal ortodoksiye karşı biraz temkinli olmaktır. İrlandalılık mirasının bu dışlanma duygusunu yoğunlaştırması, kuvvetle muhtemeldir. Bu ülkedeki Katolik kilisesi, bu tür bir bağnazlığın öznesinden çok nesnesi olsa da, hâlâ canlı bir zulüm tarihi duygusuna sahiptir. Bazı Katolikler, eşcinsel erkek ve kadınların kendilerini “Lubunya” olarak adlandırmasında olduğu gibi, şakacı bir şekilde, kendilerini “Papacı” olarak adlandırırlar. Bütün bunlar da bazı üyelerini sola doğru kaydırabilir, özellikle de okulda kilisenin sosyal öğretisinden bir şeyleri özümsemiş olanları.

Bu değişim, aslında pek devrimci bir şey değil, ama kapitalizm yanlısı da olarak da görülemez. Aksine, bir dizi papalık ansiklopedisi, dizginsiz kâr arayışını ve sınıflı toplumun adaletsizliklerini kınamıştır. Bono ve Bob Geldof’un ikisinin de İrlandalı eski Katolik olması, muhtemelen tesadüf değildir. Bu isimler, o Katoliklikten en çok etkilendikleri yıllarda, Katolikliğin ülke dışında yoksullara yönelik yürüttüğü faaliyetlere dair çok şey işitmiş olmalılar.

Sosyalistler gibi, Katolikler de fikren enternasyonalisttirler. Kanadalı bir Katolik ile Koreli bir Katolik, aynı dili konuşuyormuş zannedebilirsiniz.

Raymond Geuss’un ailesi, İrlandalı göçmenler değildi. Annesi Pensilvanyalı, babası İndiyanalıydı. Buna karşın, Filedelfiya yakınlarındaki (özellikle büyük bir kısmı, 1956 sonrası mültecilerin de dâhil olduğu Macar rahiplerin çalıştığı) özel Katolik yatılı okulundan çıktıktan sonra Geuss’ta da liberalizme dair derin bir şüphe hâsıl olmuştu. Bu içte liberalizme yönelik olarak gelişen his, Columbia Üniversitesi’nde daha da kemale erip derinleşti, böylelikle felsefî bir düzeye çıktı.

Liberal Gibi Düşünmemek isimli kitapta, bir çelik işçisi ve bir sekreterin oğlu olarak yetişmiş olan yazar, liberalizme getirdiği eleştirilerle lisedeyken sezgisel düzeyde edindiği şeyleri teori katına çıkartmasına katkı sunan üç üniversite hocasına dair değerlendirmeleri aktarıyor. Dediğine göre okuduğu okul, liberalizm ile otoriterlik arasında bir yol açmayı becermiş bir kurum. Alışıldık Katolik tarzından bildiğimiz, seks ve skolastisizme kafayı takmamış olan okul, Sartre, Camus, Nietzsche ve Freud'un adlarının anıldığı, gayet medeni bir ortam. Benim mezun olduğum okul ise Geuss’un okulu yanında gayet kaba kalıyor. Sonrasında ödül de verilen Konuşma Günü’nde Hobbes, Spinoza, Hume ve Kant’ın çalışmalarını incelemek istediğimde, dört filozofun da Vatikan’ın yasak kitaplar listesinde olduğu söylendi ve bu talebim reddedildi, bunun yerine, bana ihtiyar bir İrlandalı Cizvit’in kaleme aldığı, insanı hayattan soğutan, sıkıcı bir çalışma verildi.

Joyce’un klişe hâline getirdiği Katolik okul tarzından uzak duran bir okul tasviriyle buluşmak, insana ümit veriyor. Diyelim ki okuldaki antiliberalizm bu tür kurumlara has bir şey, insan, gene de “peki ama aynı durum, otoriterizm karşıtlığı için de geçerli mi?” diye sormadan, ister istemez şüpheye düşmeden edemiyor.

Benim gittiğim okulun müdürü rahipti. O da Henry James’in büyükbabası gibi küçük bir İrlanda kasabasında büyümüş, ama neticede psikopatlığın eşiğine gelmiş bir isimdi. Sadece bizi acımasızca dövmekle kalmazdı, aynı zamanda elinde fırsatı olsa, öğretim kadrosuna da aynısını yapacağı izlenimini verirdi. Hayatının son saatlerinde, din adamları, ölenlerin ardından edilen geleneksel duaları okumak için ölen kişinin yatağının etrafında toplanmayı reddetmişlerdi. İnsan, Geuss için her şeyin kolay olduğunu düşünmeden, bu duruma şüpheyle yaklaşmadan edemiyor.

Geuss’un din hocasından öğrendiği şey, hiçbir bireyin gerçekten bağımsız ve özgür olmadığı, iç benliklerimize kendiliğinden erişimimizin bulunmadığı ve iyinin ne sadece iç gözlem yoluyla elde edilebileceği ne de bireylerin istediklerine indirgenebileceğiydi. Hâsılı, akıl hocası ahlakî bir gerçekçiydi, belki o zamanlar bu, şimdi olduğundan daha popüler bir pozisyondu. Zevk, seçim veya görüş meselelerine indirgenemeyecek ahlakî ve dinî sorular olduğunu, tüm değerlere ve görüşlere müsamaha gösterilmeyeceğini savunuyordu. Hıristiyanlığı bir kitap olarak formüle edilmiş bir teori gibi düşünmek, hataydı. Daha ziyade Hristiyanlık, belirli inançları içeren, bu inançlardan ari ve ayrı düşünülemeyecek etkinlikler ve kurumlar dizgesiydi.

Protestanların “yalnız yazı” anlamına gelen sola scriptura anlayışı İncil’i, kutsal metinleri tek başvuru ve otorite kaynağı gördü ve metni yüceltti. Böylelikle Protestanlık, dinin Wittgenstein’ın hayatın özel biçimleri dediği şeyde kökleşen hâlini gözden kaçırdı. Katoliklik, tefsir sürecinin doğası gereği çoğulcu olan yanına ve anlamsal açıdan kapalı oluşuna vurgu yaparken, Protestanlık, yanlış bir yaklaşımla, göstergelerin şeffaf olduğunu varsaydı. Katolikliğin eşiğinde türlü fikir suçları işlendi, ama özünde yanlış bir dil teorisi olan köktencilik, bu suçlardan biri değildi. Bu açıdan kitabında Geuss, yorumlama (hermenötik) sanatının kurucusu Friedrich Schleiermacher’in Protestan bir ilahiyatçı oluşundaki ironiye pekâlâ dikkat çekebilirdi.

Altmışlarda Columbia Üniversitesi’nde siyaset felsefesi öğrencisi olan Geuss, okulunun şüpheyle yaklaşmayı öğrettiği üç solcu liberalizm eleştirmeniyle tanıştı. In Defence of Anarchism’in [“Anarşizm Savunusu”] yazarı Robert Paul Wolff, farklı çıkarların ve değerlerin üzerinde anlaşmaya varabileceği tek bir tarafsız siyasi çerçevenin bulunduğuna dair liberal fikri reddediyordu. John Rawls’un A Theory of Justice [“Adalet Teorisi”] isimli eserini kaleme alırken faydalandığı malzemenin belirli bir kısmına erişme imkânı bulan Wolff, henüz kitaba bir adın verilmediği dönemde, Rawls’un kitabını eleştiren The Poverty of Liberalism’i [“Liberalizmin Sefaleti”] yayımladı. Bu kitapta Wolff, Rawls’un yoksulların onlarsız daha da beter olacakları en korkunç eşitsizliklerle ilgili görüşünü eleştiriyordu.

Sidney Morgenbesser, sıradan sohbetleri o kadar parlak olan bir öğretmendi ki, o sohbetlerde yer almak için insan “cebinden para öderdi.” Buna karşılık, Geuss’un kendi hayat hikâyesini anlattığı kısımlardan, akıl ve bağlılık arasındaki ilişki konusunda zihin açıcı kimi görüşler dile getirdiğini öğrendiğimiz Morgenbesser’in kendi fikriyatı konusunda kapsamlı bir değerlendirmeye ulaşamıyoruz. Aynısı, şu anda büyük ölçüde bilinmeyen Robert Denoon Cumming ile ilgili tartışması için de geçerli.

Geuss, “dünya görüşleri” dediği şeyden daha az şüphe duysaydı, bu dünya görüşlerinden en azından birinin liberalizm konusunda, kendisinin tasvip etmeye istekli olduğundan daha diyalektik bir değerlendirme sunduğunu görürdü.

Marx’ın itikada karşı tutumu, düşmanınıza elinizden gelen her şeyi verme erdeminin en güzel ve en yüce örneğidir. Bu tutum dâhilinde Marx, özerklik, kendini gerçekleştirme ve otokrasiye düşmanlık gibi hususların sosyalizme alternatif değil, sosyalizmin özüne ait olduğunu söyler.

Geuss, Fransız Devrimi öncesi Avrupa’da liberalizmin devrimci havasını kavrayarak, konusuna felsefî olduğu kadar tarihsel açıdan da yaklaşmış olsaydı, Rawls’un önyargılarından daha fazlasının söz konusu olduğunu anlardı. Ne de olsa kendisi, Columbia'dan sonra Almanya’ya gidip orada Adorno ve Heidegger çalışmış bir isimdi. Adorno’yu okurken liberal akla yönelik hoşnutsuzluğu katlanarak arttı. Öte yandan, Heidegger üzerine tefekkür etmenin Geuss’ta liberal akla yönelik bir saygıyı açığa çıkartıp çıkartmadığını bilmiyoruz.

Geuss, gözü kara ve tumturaklı bir ifadeyle, son elli yıl içerisinde düşüncesinde sabit kalan tek şeyin şu kanaat olduğunu söylüyor: “Locke’tan John Stuart Mill’e oradan Rawls’a uzanan gelenek, herhangi bir şey konusunda görüş almak için dönüp bakılacak bir yer değildir.” Bu söze Mill gibi, “liberalizmin mirası, politik açıdan hiçbir etkiye yol açmamış olabilir, ama onun fikren çorak bir miras olduğunu da kimse söyleyemez” sözüyle cevap vermek mümkündür.

Geuss’un kitabı, cüretkâr bir üslupla redde tabi tuttuğu doktrinlere karşı bir argüman öne sürmüyor, ama zaten mesele de bu değil. Neticede kitap, fikrî bir müdahaleden ziyade, yazarın onsuz varolamayacağı düşünürlere yönelik hürmetini dile getirdiği sevgi dolu bir çalışmadan ibaret. Bu anlamda kitap, meseleleri tartışmak yerine, anekdotlar aktarmakla yetiniyor. Ama o, aynı zamanda kişinin emekli olduğu vakit, tartışmanın sona erdiği, ardındaki itici gücü yitirdiği vakit yazılacak türden bir kitap.

Terry Eagleton
12 Ağustos 2022
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder