İngiliz solunun tanınmış bir üyesi, bir keresinde, ben
de dâhil olmak üzere birçok sosyalist arkadaşının aynı okula gittiğini
keşfettiği vakit epey şaşırdığını ifade etmişti. Bununla birlikte biz, aslında
ayrıcalıklı geçmişlerimizden kaçan devlet okulu çocukları değildik; okul,
hocaları “Nick” ve “Maggie” diye çağırdığınız, toplantı salonuna gizlice girip
seks yapmaya cesaret edebildiğiniz bir yer değildi. Bizim gittiğimiz okul,
Manchester’da, ismi cismi bilinmeyen bir din adamları tarikatı tarafından yönetilen,
Roma Katolikliği geleneğine bağlı bir ortaokuldu ve İngiltere’deki çoğu Katolik
okulu gibi, öğrencilerinin neredeyse tamamı, İrlandalı işçi sınıfı
göçmenlerinin torunlarından oluşuyordu.
İngiliz solunda birçok isim Katolik, bunların çoğunu
kilise, “düşkün” olarak niteliyor. Düşkün olmak, özel bir tarz dâhilinde
Katolik olmak kadar kötü bir mesele değil. Üstelik bu, Graham Greene ve Seamus
Heaney gibi aydınların da yürüdüğü gayet onurlu bir yol.
Neticede hiç kimse, Katolik kilisesinden ayrılamaz.
Kilise üyeleri, ancak emekli bir tuğgeneralin hâlâ tuğgeneral kalmasında olduğu
gibi, kimliklerini muhafaza etmezler, ama bir kategoriden diğerine geçiş
yaparlar.
Siyaset felsefecisi Raymond Geuss, Not Thinking
like a Liberal [“Liberal Gibi Düşünmemek”] isimli son kitabında, dinî
tarzda yetiştirildiği sürecin onu kötü bir Katolik bile yapmadığını itiraf
ediyor. Gene de kötü Katolikler, çoğu zaman üretken bir şekilde, gerçekte ne
iseler odurlar. John Milton’ın tabirini kullanırsak, gerçekte zındık (heretik)
olabilirler.
Geuss, Tanrı’nın varlığı gibi ufak meselelerde
kiliseyle aynı fikirde olmasa da okul günlerinden bu yana temel tutumlarından
hiçbirinin değişmediği konusunda ısrar ediyor. Bu tutumu ona öğreten,
kazandıran din adamlarının bu durumdan memnuniyet duyacaklarına hiç şüphe yok.
Sadık bir antiliberal olarak Geuss, o kötü Katolik vasfını hiç yitirmedi.
Solcu olan Katolikler, solculuğu basitçe sağcı,
derinden otoriter bir yapıya tepki olarak inşa etme derdinde değiller. Mesele
bu anlamda, kilise gibi kendilerini gerçeğin yegâne sahipleri olarak gören ve
kendi laik ayrışma biçimlerine, zındıklık biçimlerine, hatta kendi papalarına
sahip olan solcu tarikatlar için yetiştirilmeye yatkın olmaları da değil. Daha
ziyade mesele, Katoliklikten yola çıkıp liberalizm uğrağından geçmek zorunda
kalmadan, dosdoğru Marksizme geçebilmenizdir. Katolik olarak yetiştirilmek,
liberal bireycilik duygusuna sahip olmamaktır.
Egemen ve özerk özne denilen şey, Katolikleri asla
etkilemez. Aslında Geuss gibi onlar da bundan çok az etkileniyorlar. Bunun
yerine, kurumsal yapılar üzerinden düşünürler, ayrıca Protestanlardaki
içedönüklükten ve yalnızlıktan içgüdüsel olarak rahatsızlık duyarlar.
İbadetleri yerine getirmek, nispeten daha olumlu bulunur, çünkü orada asıl
önemli olan, yaptıklarınızdır, içinizdeki kaygı veya ulaştığınız vecd hâli
değil.
Katolikler, ayrıca insan varlığının kurumsal bir
mesele olduğunu ve bu nedenle doğası gereği toplumsal olduğunu kabul ederler.
Öğretilen her şeyin anlamını veren, ilk özgün içerik olarak görülen öğreti,
hatta dogma ile ilgili fikir, onları fazla ırgalamaz.
Aklın sınırları vardır. Fakat akıl, radikal
Protestanlığın iddia ettiği gibi, doğası gereği yozlaşmış bir meziyet değildir.
Akıl, kendi kısıtlılığı içerisinde, mümkün olduğu kadar kesin bir şekilde
tartışılmalı ve analiz edilmelidir. Hep, ilanihaye açık fikirli olmak, takdir
değil, ikaz edilecek bir şeydir.
Seni özgür kılacak olan, hakikattir.
Müteveffa solcu ilahiyatçı Herbert McCabe, bir
keresinde bir konuyla ilgili olarak bir Anglikan piskoposuyla kendisi arasında
açığa çıkan farklılığın nereye vurgu yapıldığı ile ilgili bir mesele
olmadığını, esasında kendisinin haklı, o piskoposun haksız olduğunu söylemişti.
Devamında da McCabe şunu demişti: “O haklıysa, demek ki ben haksızım.” İşte bu,
tam da sahiden Katolik olan bir ismin söyleyeceği bir şeydir.
Britanya’da Katolik olmak, yarı-yabancı olduğunuzun
farkında olarak büyümek ve dolayısıyla, sosyal ortodoksiye karşı biraz temkinli
olmaktır. İrlandalılık mirasının bu dışlanma duygusunu yoğunlaştırması,
kuvvetle muhtemeldir. Bu ülkedeki Katolik kilisesi, bu tür bir bağnazlığın
öznesinden çok nesnesi olsa da, hâlâ canlı bir zulüm tarihi duygusuna sahiptir.
Bazı Katolikler, eşcinsel erkek ve kadınların kendilerini “Lubunya” olarak
adlandırmasında olduğu gibi, şakacı bir şekilde, kendilerini “Papacı” olarak
adlandırırlar. Bütün bunlar da bazı üyelerini sola doğru kaydırabilir,
özellikle de okulda kilisenin sosyal öğretisinden bir şeyleri özümsemiş
olanları.
Bu değişim, aslında pek devrimci bir şey değil, ama
kapitalizm yanlısı da olarak da görülemez. Aksine, bir dizi papalık
ansiklopedisi, dizginsiz kâr arayışını ve sınıflı toplumun adaletsizliklerini
kınamıştır. Bono ve Bob Geldof’un ikisinin de İrlandalı eski Katolik olması,
muhtemelen tesadüf değildir. Bu isimler, o Katoliklikten en çok etkilendikleri
yıllarda, Katolikliğin ülke dışında yoksullara yönelik yürüttüğü faaliyetlere
dair çok şey işitmiş olmalılar.
Sosyalistler gibi, Katolikler de fikren
enternasyonalisttirler. Kanadalı bir Katolik ile Koreli bir Katolik, aynı dili
konuşuyormuş zannedebilirsiniz.
Raymond Geuss’un ailesi, İrlandalı göçmenler değildi.
Annesi Pensilvanyalı, babası İndiyanalıydı. Buna karşın, Filedelfiya
yakınlarındaki (özellikle büyük bir kısmı, 1956 sonrası mültecilerin de dâhil
olduğu Macar rahiplerin çalıştığı) özel Katolik yatılı okulundan çıktıktan
sonra Geuss’ta da liberalizme dair derin bir şüphe hâsıl olmuştu. Bu içte
liberalizme yönelik olarak gelişen his, Columbia Üniversitesi’nde daha da
kemale erip derinleşti, böylelikle felsefî bir düzeye çıktı.
Liberal Gibi Düşünmemek isimli kitapta, bir çelik işçisi ve bir sekreterin
oğlu olarak yetişmiş olan yazar, liberalizme getirdiği eleştirilerle lisedeyken
sezgisel düzeyde edindiği şeyleri teori katına çıkartmasına katkı sunan üç
üniversite hocasına dair değerlendirmeleri aktarıyor. Dediğine göre okuduğu
okul, liberalizm ile otoriterlik arasında bir yol açmayı becermiş bir kurum.
Alışıldık Katolik tarzından bildiğimiz, seks ve skolastisizme kafayı takmamış
olan okul, Sartre, Camus, Nietzsche ve Freud'un adlarının anıldığı, gayet medeni
bir ortam. Benim mezun olduğum okul ise Geuss’un okulu yanında gayet kaba
kalıyor. Sonrasında ödül de verilen Konuşma Günü’nde Hobbes, Spinoza, Hume ve
Kant’ın çalışmalarını incelemek istediğimde, dört filozofun da Vatikan’ın yasak
kitaplar listesinde olduğu söylendi ve bu talebim reddedildi, bunun yerine,
bana ihtiyar bir İrlandalı Cizvit’in kaleme aldığı, insanı hayattan soğutan,
sıkıcı bir çalışma verildi.
Joyce’un klişe hâline getirdiği Katolik okul tarzından
uzak duran bir okul tasviriyle buluşmak, insana ümit veriyor. Diyelim ki
okuldaki antiliberalizm bu tür kurumlara has bir şey, insan, gene de “peki ama
aynı durum, otoriterizm karşıtlığı için de geçerli mi?” diye sormadan, ister
istemez şüpheye düşmeden edemiyor.
Benim gittiğim okulun müdürü rahipti. O da Henry
James’in büyükbabası gibi küçük bir İrlanda kasabasında büyümüş, ama neticede
psikopatlığın eşiğine gelmiş bir isimdi. Sadece bizi acımasızca dövmekle
kalmazdı, aynı zamanda elinde fırsatı olsa, öğretim kadrosuna da aynısını
yapacağı izlenimini verirdi. Hayatının son saatlerinde, din adamları, ölenlerin
ardından edilen geleneksel duaları okumak için ölen kişinin yatağının etrafında
toplanmayı reddetmişlerdi. İnsan, Geuss için her şeyin kolay olduğunu düşünmeden,
bu duruma şüpheyle yaklaşmadan edemiyor.
Geuss’un din hocasından öğrendiği şey, hiçbir bireyin
gerçekten bağımsız ve özgür olmadığı, iç benliklerimize kendiliğinden
erişimimizin bulunmadığı ve iyinin ne sadece iç gözlem yoluyla elde
edilebileceği ne de bireylerin istediklerine indirgenebileceğiydi. Hâsılı, akıl
hocası ahlakî bir gerçekçiydi, belki o zamanlar bu, şimdi olduğundan daha
popüler bir pozisyondu. Zevk, seçim veya görüş meselelerine indirgenemeyecek
ahlakî ve dinî sorular olduğunu, tüm değerlere ve görüşlere müsamaha
gösterilmeyeceğini savunuyordu. Hıristiyanlığı bir kitap olarak formüle edilmiş
bir teori gibi düşünmek, hataydı. Daha ziyade Hristiyanlık, belirli inançları
içeren, bu inançlardan ari ve ayrı düşünülemeyecek etkinlikler ve kurumlar
dizgesiydi.
Protestanların “yalnız yazı” anlamına gelen sola
scriptura anlayışı İncil’i, kutsal metinleri tek başvuru ve otorite kaynağı
gördü ve metni yüceltti. Böylelikle Protestanlık, dinin Wittgenstein’ın hayatın
özel biçimleri dediği şeyde kökleşen hâlini gözden kaçırdı. Katoliklik, tefsir
sürecinin doğası gereği çoğulcu olan yanına ve anlamsal açıdan kapalı oluşuna
vurgu yaparken, Protestanlık, yanlış bir yaklaşımla, göstergelerin şeffaf
olduğunu varsaydı. Katolikliğin eşiğinde türlü fikir suçları işlendi, ama
özünde yanlış bir dil teorisi olan köktencilik, bu suçlardan biri değildi. Bu
açıdan kitabında Geuss, yorumlama (hermenötik) sanatının kurucusu Friedrich
Schleiermacher’in Protestan bir ilahiyatçı oluşundaki ironiye pekâlâ dikkat
çekebilirdi.
Altmışlarda Columbia Üniversitesi’nde siyaset
felsefesi öğrencisi olan Geuss, okulunun şüpheyle yaklaşmayı öğrettiği üç solcu
liberalizm eleştirmeniyle tanıştı. In Defence of Anarchism’in [“Anarşizm
Savunusu”] yazarı Robert Paul Wolff, farklı çıkarların ve değerlerin üzerinde
anlaşmaya varabileceği tek bir tarafsız siyasi çerçevenin bulunduğuna dair
liberal fikri reddediyordu. John Rawls’un A Theory of Justice [“Adalet
Teorisi”] isimli eserini kaleme alırken faydalandığı malzemenin belirli bir
kısmına erişme imkânı bulan Wolff, henüz kitaba bir adın verilmediği dönemde,
Rawls’un kitabını eleştiren The Poverty of Liberalism’i [“Liberalizmin
Sefaleti”] yayımladı. Bu kitapta Wolff, Rawls’un yoksulların onlarsız daha da
beter olacakları en korkunç eşitsizliklerle ilgili görüşünü eleştiriyordu.
Sidney Morgenbesser, sıradan sohbetleri o kadar parlak
olan bir öğretmendi ki, o sohbetlerde yer almak için insan “cebinden para
öderdi.” Buna karşılık, Geuss’un kendi hayat hikâyesini anlattığı kısımlardan,
akıl ve bağlılık arasındaki ilişki konusunda zihin açıcı kimi görüşler dile
getirdiğini öğrendiğimiz Morgenbesser’in kendi fikriyatı konusunda kapsamlı bir
değerlendirmeye ulaşamıyoruz. Aynısı, şu anda büyük ölçüde bilinmeyen Robert
Denoon Cumming ile ilgili tartışması için de geçerli.
Geuss, “dünya görüşleri” dediği şeyden daha az şüphe
duysaydı, bu dünya görüşlerinden en azından birinin liberalizm konusunda,
kendisinin tasvip etmeye istekli olduğundan daha diyalektik bir değerlendirme
sunduğunu görürdü.
Marx’ın itikada karşı tutumu, düşmanınıza elinizden
gelen her şeyi verme erdeminin en güzel ve en yüce örneğidir. Bu tutum
dâhilinde Marx, özerklik, kendini gerçekleştirme ve otokrasiye düşmanlık gibi
hususların sosyalizme alternatif değil, sosyalizmin özüne ait olduğunu söyler.
Geuss, Fransız Devrimi öncesi Avrupa’da liberalizmin
devrimci havasını kavrayarak, konusuna felsefî olduğu kadar tarihsel açıdan da
yaklaşmış olsaydı, Rawls’un önyargılarından daha fazlasının söz konusu olduğunu
anlardı. Ne de olsa kendisi, Columbia'dan sonra Almanya’ya gidip orada Adorno
ve Heidegger çalışmış bir isimdi. Adorno’yu okurken liberal akla yönelik
hoşnutsuzluğu katlanarak arttı. Öte yandan, Heidegger üzerine tefekkür etmenin
Geuss’ta liberal akla yönelik bir saygıyı açığa çıkartıp çıkartmadığını
bilmiyoruz.
Geuss, gözü kara ve tumturaklı bir ifadeyle, son elli
yıl içerisinde düşüncesinde sabit kalan tek şeyin şu kanaat olduğunu söylüyor:
“Locke’tan John Stuart Mill’e oradan Rawls’a uzanan gelenek, herhangi bir şey
konusunda görüş almak için dönüp bakılacak bir yer değildir.” Bu söze Mill
gibi, “liberalizmin mirası, politik açıdan hiçbir etkiye yol açmamış olabilir,
ama onun fikren çorak bir miras olduğunu da kimse söyleyemez” sözüyle cevap
vermek mümkündür.
Geuss’un kitabı, cüretkâr bir üslupla redde tabi
tuttuğu doktrinlere karşı bir argüman öne sürmüyor, ama zaten mesele de bu
değil. Neticede kitap, fikrî bir müdahaleden ziyade, yazarın onsuz
varolamayacağı düşünürlere yönelik hürmetini dile getirdiği sevgi dolu bir
çalışmadan ibaret. Bu anlamda kitap, meseleleri tartışmak yerine, anekdotlar
aktarmakla yetiniyor. Ama o, aynı zamanda kişinin emekli olduğu vakit,
tartışmanın sona erdiği, ardındaki itici gücü yitirdiği vakit yazılacak türden
bir kitap.
Terry Eagleton
12 Ağustos 2022
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder