Öjeni 2.0:
Diyalektik Materyalizm Doğa-Çevre Tartışmasına
Nasıl Son Verebilir?
Anlaşılan
o ki 2018, genetik determinizmini fetişleştiren yaklaşımların yeniden moda
hâline geldiği yıl. Bugün düzenli aralıklarla bölünmüş palindromik tekrar
kümeleri (CRISPR) yöntemini temel alan genetik kurgulama teknolojisiyle ilgili patent
başvuruları yapılıyor. Bu uygulamanın insan embriyosunu kurgulamak için
kullanılması konusunda yoğun bir tartışma yürütülüyor. Üreme etiği alanında
değişiklikler yaşanıyor. Gelecekte CRISPR ürünü bebeklerin dünyaya gelmesinden
söz ediliyor. ABD’de siyasetçiler, kimlik politikasına destek olmak adına,
doğrudan tüketiciye ulaştırılacak genetik test kitlerine sahip çıkıyorlar.
Beyazların üstün olduğuna inananlar, üstünlüklerini ispatlamak adına, genetik
bilimini istismar ediyorlar. ABD’de beyazlar arasında beyazların siyahlara göre
üstün olduğuna dair fikir, giderek daha fazla kabul görüyor. Bu dönemde
doğa-çevre tartışması, hem siyasetin hem de toplumun gündemine oturuyor.
Geçmişte
bilim insanları, genetik biliminin sunduğu verilerin politik amaçlar
doğrultusunda kullanılmasına karşı hep belirli bir tutum içerisinde oldular.
Örneğin Amerikan İnsan Genetiği Derneği, genetiğin ırksal saflıkla bağını kurma
girişimlerini ağır bir dille eleştirdi, ama öte yandan aynı dernek, halkın
gözünde hep ırkla genetiğin iç içe geçtiğini söyleyen bir kurum gibi algılandı.
Bazı
bilim insanları ise genetikle toplumsal ve davranışsal parametrelerdeki ırksal
farklılıklar arasındaki bağın incelenmesini talep ettiler. David Reich’ın
savunduğu genetik ortaklık çalışmaları ihtiyatla ele alındı, ama aynı zamanda
Robert Plomin’in yeni kitabı Blueprint’te [“Plan”] tespit ettiği üzere,
doğa-çevre tartışmasından doğanın zaferle çıktığını söyleyen bilim insanlarına
da tanık olundu.
Irk,
genetik ve zekâ ile ilgili tartışma, yeni değil. Öjeninin nisyana gömülmesi
ardından, bu ideoloji, gidip evrimsel psikoloji ve davranış genetiğinin koltuğu
altına sığındı. Doğa-çevre ikiliğini temel alan davranış genetiğinin hem
tartışmaya hem de duyumculuğa kaynaklık etmesi, tesadüf değil. Zira ortada
sosyo-politik yapının yol açtığı sonuçlar ve genetik determinizm konusunda
bizde gelişmiş kolektif takıntı söz konusu.
Yıllar
boyu zekânın çevresel faktörlerin mi yoksa genetik faktörlerin mi sonucu olduğu
sorusu tekrar tekrar gündeme geldi. 1994 yılında ünlü kitabı The Bell Curve’de
[“Çan Eğrisi”] Charles Murray, siyahların beyazlardan genetik farklılıklardan
kaynaklı olarak, daha az zeki olduklarını iddia ediyordu. Kitap, sonrasında
evrimci biyolog Stephen J. Gould tarafından eleştirildi. 1996 yılında gözden
geçirip tekrar yayımladığı The Mismeasure of Man [“İnsanın Yanlış
Ölçülmesi”] isimli kitabında Gould, zekâ konusunda ırkları dikine kesen genetik
farklılıkların söz konusu olduğunu ve bu farklılıkların başka biçimler
alabildiğini söyledi. İnsan genomunun dizilmesi ve genetik determinizmin
teknoloji sahasında dirildiği dönemde yeniden moda hâline gelmesiyle, devletler,
davranışsal ve psikolojik kimi karmaşık özelliklerin genetik temelini ve bu
özelliklerde ırk ve etnisite düzleminde görülen farklılıkları inceleyen
çalışmalara milyar dolarlar akıttılar. Bu çalışmaları yürütenler, cevabın öjeni
fikrini besleyen genlerde bulunabileceğine inanıyorlardı.
Bugün
“Öjeni 2.0” olarak adlandırabileceğimiz ikinci aşamaya geçen öjeni karşımıza,
aşırı akılcılık, bilimsel ırkçılık, ırkî gerçekçilik ve insanî biyolojik
çeşitlilik denilen yanlış fikir biçiminde çıkıyor. Tam da bu sebeple, bugün
alternatif sağcılar ve beyaz üstünlükçülüğü, tıpkı bağnaz görüşlerini ifade
hürriyeti ambalajında sunuyor olmalarında olduğu gibi, öjeni 2.0’ı da “bilim”
kisvesi altında savunuyor.
Örneğin
bu yılın başlarında Londra’daki Üniversite Koleji’nde öjeni ve zekâ konulu
gizli bir konferans düzenlendi. Toplantıya Toby Young gibi beyaz üstünlükçüsü
isimler katıldı. Bir başka örnek de kısa süre önce Sam Harris’in Charles
Murray’i podcast yayınına alması. “Yasak Bilgi” başlıklı sohbete katılan
Murray, kısa süre önce Middlebury Koleji’nde verdiği ders sonrası protesto
edilmişti.
Öjeni
2.0 destek görse de akademide belirli bir dirençle de karşılandı. Zekâ
testlerinde elde edilen farklı sonuçların ırkla alakasının olduğunu söyleyen,
bu tespiti de genetik farklılıklarla izah eden yazarları eleştiren birçok
çalışma kaleme alındı. Zekâ testlerindeki farklılıkların çevresel sebeplerden
kaynaklandığını savunan bilim insanları, ana sebep olarak sosyo-ekonomik statü
denilen olguyu tespit ettiler.
Turkheimer
vd.’nin 2003’te kaleme aldığı önemli çalışmalarının da ortaya koyduğu
biçimiyle, genetik farklılıklar, yalnızca sosyo-ekonomik statüsü yüksek
ailelerin çocukları arasındaki zekâ farklılıklarını izah ediyor. Sosyo-ekonomik
statüsü düşük olan ailelerin çocuklarında ise zekâ testlerinden elde edilen
farklı sonuçların ana sebebi, çevresel faktörler.
Turkheimer
ve arkadaşlarının kaleme aldığı makaleyi eleştiren ve kısa süre önce yayınlanan
bir çalışma, yüksek ve düşük statü grupları arasındaki farklılıkların ırkla pek
alakasının bulunmadığını ortaya koyuyor. Figlio vd.’nin 2017’de yayımladığı,
genetiğin bilişsel yeteneklere etkilerinin avantajlı ortamlarda büyümüş
çocuklarda daha fazla olduğunu söyleyen fikri inceleyen en kapsamlı çalışmayı
aktaran makale, bu hipotezi destekleyen herhangi bir kanıt sunamıyor. Ama
yazarlar, bir yandan da gen-çevre arasındaki ilişkinin bilme yetisi konusunda
daha karmaşık ve tanımlanması zor bir nitelik arz ettiğini söylüyorlar.
Farklı
disiplinlerden gelen kimi bilim insanları, David Reich’ı modern davranış
genetiği araştırmalarının sonuçlarını kendince bir araya getirmekle
eleştiriyorlar. Hatta bir bilim insanı, Reich’ın evrimci biyolojiyi anlayacak
uzmanlığa sahip olmadığını söylüyor, hatta onun ırkçı olup olmadığını
tartışıyor.
Evrimci
biyolog Michael Eisen, Twitter hesabından, yukarıda bahsini ettiğimiz, Reich’ı
eleştiren yazıyı eleştiriyor ve sosyal bilimcilerin genetiği anlayıp
anlamadıklarını sorguluyor.
Çalışmanın
genel kurgusu ve çelişkili sonuçlara dair diğer bilimsel ayrıntıları ele alan
tartışmaların ötesinde bu mesele, başka meta-analizlerin de ilgisini çekiyor.
Bu çalışmaların bir kısmı, ırkın biyolojik mi yoksa toplumsal bir yapı mı
olduğu sorusunu soruyor ve sosyolojik bir perspektif geliştiriyor, bazıları,
zekâ testlerinin sınırlarını sorguluyor, “ırk” teriminin popülasyon grupları
arasındaki genetik farklılıklar bağlamında kullanılıp kullanılmayacağını
tartışıyor, bu tartışmanın ifade hürriyeti alanına ait olup olmadığına bakıyor.
Kendisine
yönelik eleştirilere cevap veren Plomin, gruplardan ziyade bireyler arasındaki
farklılıklara odaklandığını, genetik verilerinin bir bireyin bilme becerisinin
nüfustaki normal dağılıma tabi olduğunu söylüyor. Plomin, buradan şu sonuca
ulaşıyor: bireyler arasındaki şahsiyet, akıl sağlığı ve hastalık, ayrıca bilme
becerileri gibi konularla ilgili farklılıkların yarısı, kalıtsal olan DNA
farklılıkları ile izah edilebilir.
Bu
farklılıklar, DNA’daki tek nükleotitte yaşanan değişimlerle birlikte ortaya
çıkıyorlar. Bu değişimler, “tek nükleotit polimorfizmi” (SNP) olarak anılıyor.
Bireyler arasındaki değişkenliği tayin etmede bu parametre kullanılıyor.
Üç
milyar baz çiftinden oluşan insan DNA’sında bir dizi SNP’nin görülmesi mümkün.
Bu sebeple, bugün davranış genetiği polijen değeri olarak bilinen bir sonucu
kullanıyor. Bu değer, fenotip açısından farklı ağırlıklar taşıyan belirli bir
gen konumundaki farklılıkları değerlendiren bir istatistik aracı. Bu anlamda
polijenik değer, riski hesaplıyor ve olasılıklar üzerinden bir değer ortaya
koyuyor. Fakat James Freese’in de genom biliminin sosyal bilimlerde
kullanılması ile ilgili çalışmasında ifade ettiği biçimiyle, “polijen değerleri,
tahmin amaçlı değerlerdir ve sadece hâlen daha çevresel faktörlerin etkisi
altında olan bilme yetisiyle alakalı sonuçlar türünden, karmaşık insan
davranışına ait bir parçayı izah eder.”
Bu
bitmek bilmeyen tartışma, Doğa-Çevre denklemini anlama noktasında bilişsel
düzlemde yapılan hata ile daha da alevlendi. Genom diziliminin
gerçekleştirildiği dönemi takip eden süreçte davranış genetiği alanında detaylı
analizler ortaya koyan sosyolog Aaron Panofsky’ye göre:
“Davranış genetikçilerinin
çevresel faktörlere ve ilişkilere odaklandığı süreçte bu bilim insanları, bir
yandan da doğa-çevre karşıtlığı meselesinin farklı yönlerine baktılar, gen ve
çevrenin analiz düzeyinde ayrıştırılmasını öngören anlayışın da ilgili
denklemin de üzerinde durmadılar.”[1]
Paradigmada
değişim yaşandığına dair algının neticesinde odak noktasında kayma yaşandı. Gen
ve çevreye ayrı yapılar olarak odaklananlar, birbiriyle çelişen kanıtlar öne
sürdüler, bu da beyaz üstünlükçüsü kişilerin bilimsel kanıtları kendi lehlerine
işleyen bir silâha dönüştürmelerini ve halkın algısını değiştirmelerini sağladı
(Örneğin Nicholas Wade, New York Times gazetesi için bilim yazıları
yazan bir yazar olarak, ırkçı kimi iddialarda bulunabilmek için bilimsel
verileri hep yanlış aktardı). Bu tespiti yapsa da Panofsky de davranış
genetikçilerinin içine düştükleri bataklıktan çıkmaları için herhangi bir çare
sunmuyor.
Asıl
paradigma değişikliğini, bizim çevremizle ilişkimizi görme biçimimizdeki
değişiklik sağlayabilir. Marksist fikirler, bu değişikliği sağlayacak aslî
güçtür.
Marx’ın
diyalektik materyalizmini bu ilişkiyi incelemek için kullanılması fikrini ilk
öneren Engels’ti. 1883 tarihli Doğanın Diyalektiği eserinde bu öneriyi
aktardı.
Hegel’in
diyalektiğini revize eden Marx ise diyalektiğin metafizik dünya veya fikirler
dünyasından ziyade, insanlık tarihinin ve insanî faaliyetin “maddi dünya”sını
ele almalıydı.
Ernest
Mandel’in Kapital’in 1976 tarihli Penguin baskısı için kaleme aldığı
takdim çalışmasında dile getirdiği biçimiyle,
“Diyalektik yöntem,
ekonominin sorunlarına yönelik incelemeye tatbik edildiğinde, ekonomik olgular,
birbirinden ayrı, küçük birer parça olarak değil, belirli bir bütünlük
içerisinde, kendi iç bağlantıları dâhilinde ele alınırlar.”
Diyalektik
materyalizm bu hâliyle, empirik tarzı dâhilinde, olgular arasındaki ilişkilerin
incelenmesini mümkün kılar. Engels’in o bitiremediği kitabında asıl niyeti, bu
felsefeyi insanla doğa arasında her daim değişen ilişkiyi anlamak için devreye
sokmaktı.
J.
B. S. Haldane gibi biyologlar, bu geleneği yıllar boyu kaleme aldıkları
yazıları ile diri tutmaya çalıştılar. Fakat Trofim Lizenko gibi isimlerin sözde
bilim faaliyetleri ve Stalin döneminde diyalektik materyalizmi yanlış kullanan
kişilerin çalışmaları neticesinde diyalektik materyalizm, Batı felsefesinde ve
bilimsel anlayışında kendisine yer bulamadı. Oysa arı duru hâliyle diyalektik
materyalizm, doğa-çevre tartışmasına çözüm sunabilir. Richard Levins &
Richard Lewontin’in Diyalektik Biyolog (1985) kitabında tam da bunu
yapmaktadır:
“Bir organizma, kendisini
DNA’sı üzerinden ifade etmez. Organizma, ilk döllenme anından ölüm anına dek
devam eden tarihsel bir sürecin sonucudur. Her bir momentte gen, çevre, şans ve
organizma, bu sürece bir bütün olarak dâhil olurlar. […] Doğal seleksiyon,
çevrenin yol açtığı bir dizi sabit soruna organizmanın en iyi çözümü bulması
değildir. Bilâkis, çevre ve organizma, pratikte birbirini karşılıklı olarak
belirler.”
Yazarların
ana önermesi şudur: organizma ile çevre arasında karşılıklı, dolayısıyla
diyalektik bir ilişki söz konusu olduğu için, empirik çalışmanın konusu, ne tek
başına çevre ne de tek başına tekil organizma olmalı, tam da bu ilişki
olmalıdır.
Yazarlar,
ayrıca söz konusu ilişkinin evrim bağlamı dışında incelenemeyeceğini söylerler.
Böylelikle, Marx ve “evrimin ışığı olmaksızın, biyolojide hiçbir şey
anlaşılamaz” diyen ünlü biyolog Theodosius Dobzanski’nin fikrini yinelerler.
Devamında
Lewontin, bir organizmanın evrimini ve gelişimini diyalektik yaklaşım temelinde
incelemenin gerekli olduğunu tespit eder. Üçlü Sarmal (2002) isimli
kitabında bir organizmanın gelişiminin taşıdığı genlerle ömrü boyunca tanık
olduğu geçici dış çevre koşullarıyla, hücrelerin içinde moleküler düzeyde
rastgele gerçekleşen etkileşimler arasındaki özel ilişkinin bir sonucu olduğunu
söyler. Ona göre, bir organizmanın oluşma biçiminin doğru bir şekilde
anlaşılabilmesi için, bu ilişkinin incelenmesi gerekir. Bu anlayış
doğrultusunda organizma, çevre ve genlerin birbiriyle etkileşime girdiği saha
olarak görülmelidir. Bu anlamda diyalektik materyalizmde doğa-çevre tartışması
yerini “doğa ve çevre bir organizmanın gelişimine nasıl katkıda bulunur”
sorusuna bırakır.
İlginç
olan şu ki Plomin, “bizim kendi ortamlarımızı genetik eğilimlerimize uygun bir
biçimde seçip değiştirdiğimizi, hatta onları yarattığımızı” kabul eder, ama bir
yandan da bireyler arasındaki farklılıkların yarısına denk düşseler de çevresel
etkileri “büyük ölçüde sistemsiz, istikrarsız ve ayrıksı” olarak görür.
Hatta
Plomin, çevresel faktörlerin geçici etkilere yol açabileceğini, bu etkilerinse,
yeniden üretim süreci içerisinde büyük ölçüde silinip gittiğini söyleyecek
kadar ileri gider. Bu argüman, esasında fenotiplerin kuşaktan kuşağa miras
bırakıldıklarını ortaya koyan beşeri çalışmaların ve kemirgenleri kullanan laboratuvar
çalışmalarının sunduğu yığınla kanıt üzerinden çöpe atılmıştır.
DNA
dizisindeki değişikliklerden kaynaklanmayan, ama aynı zamanda kalıtsal olan gen
ifadesi değişikliklerini inceleyen bilim dalı olarak epigenetik, uzun zamandır
çevre ile genom arasındaki bağ olarak görülmüştür. Bu bilim dalı, bugün ebeveynin
izini taşıyan genlerin belirlenmesi çabası olarak “genomik damgalama”nın
insanda 75, kemirgenlerde yaklaşık 150 gende gözlemlendiğini ortaya
koymaktadır. İç salgı bezlerini, endokrin sistemini tahrip eden, çevre kaynaklı
kimyasallar, hormonları taklit eder ve onların fizyolojik işleyişlerine mani
olurlar. Bu kimyasalların insanlarda ve kemirgen hayvanlarda birkaç kuşak
boyunca birden fazla hastalığa sebep olduğu ortaya konmuştur. Bu hastalıklar
arasında kanser, şeker, obezite, ayrıca dikkat eksikliği ve hiperaktivite
bozukluğu gibi nörolojik rahatsızlıklar bulunmaktadır. Oysa bu kimyasal maddeler,
bildiğimiz mutajenlerden, yani mutasyona, DNA’da değişikliğe yol açan
maddelerden değildir.
Kısa
süre önce erkek farelerin erkek yavrularında sosyal anksiyete bozukluğu
semptomları görüldü. Bu sonucun esasen spermlerle taşınan mikro RNA’lardaki
değişiklik kaynaklı olduğu tespit edildi. Vücudumuzda bulunan mikroorganizmalar,
gelişimimizde giderek daha önemli bir role sahip oluyorlar, bu organizmalar,
hem fizyolojik işleyişimizi hem de nörolojik işleyişi etkiliyorlar. Öyle ki
artık bugün “holobiont” denilen, bir ekosistemden söz ediliyor. Holobiont,
ortak bir ekolojik birim oluşturmak amacıyla birden fazla farklı türün bir
araya gelmesiyle oluşan sistemi ifade ediyor.
Yukarıda
belirtilen örneklerde de görüleceği üzere, gelişimsel esneklikle ilgili
tespitlerde yaşanan artışla birlikte, Batı biliminde kalıtsallığın aktarımı
türünden Lamarckçı kavramlar, daha fazla ilgi görmeye başladı. Richard Dawkins gibi
yeni Darwincilerin put bellediği ve ideolojisini üzerine inşa ettiği geni fetişleştiren,
“hayatın ana planı olarak DNA”yı gören indirgemeci ideolojiyi propaganda eden
isimlere rağmen bugün Eva Jablonka ve Marion Lamb (1995) gibi isimler, kalıtımın
aktarılması üzerinde duran yeni Lamarckçı sistemlerden bahsediyorlar. Yeni Darwincilerin
gen merkezli yaklaşımlarının karşısına bu tür fikirlerle çıkmak mümkün.[2]
Jablonka
ve Lamb, kısa vadede gerçekleşen evrimin, DNA’da yaşanan yeni mutasyonlara
değil, popülasyon içerisinde zaten varolan genetik varyantların üzerindeki
örtüyü kaldıran epigenetik değişikliklere bağlı olduğunu söylüyor. Buna ek
olarak, genlerde hücre bölünmesi esnasında oluşan yeni dizilimler üzerinden “kâğıtlar
yeniden karılıyor”, bu da popülasyon içerisinde ileride yaşanacak değişimlere
yol açıyor.
Jablonka
ve Lamb, ayrıca hücrelerdeki kromozomların yoğunlaşmış hâlini ifade eden kromatinin
yapısının DNA dizisi içerisinde yaşanan değişiklikleri etkilediğini, bu
sebeple, evrimsel değişimde çevrenin oynadığı rolün karmaşık boyutlarını açığa
çıkarttığını, çevrenin sadece seleksiyon sürecinde aktif olan bir fail
olmadığını söylüyor. Kromatin, aynı zamanda “gen fenotipi üzerindeki etkileri
üzerinden, o konumda DNA’da meydana gelen değişimlerin yönünü, oranını ve tipini
de tayin ediyor.”
Jablonka
ve Lamb, ayrıca bireysel seçim değil de grupsal seçim üzerinde durulmasını
öneriyor ve yeni Darwincilerin seçim birimi olarak geni öne süren
yaklaşımlarının karşısına seçim birimleri olarak hücre grupları anlayışını
çıkartıyor. Genetik ve epigenetik düzeylerle kıyaslandığında, toplumsal ve davranışsal
düzeylerde kalıtımın farklı olduğunun bilincinde olan yazarlar (2005), genetik
hiyerarşiden yoksun olan kolektif-bireysel faaliyet arası kaynaşmayı temel alan
Davranışsal Kalıtım Sistemleri’ne (DKS) ait dört özellik belirliyorlar:
“Sembolik sistemin
aktardığı varyasyonla birlikte, aileleri, meslek gruplarını, cemaatleri,
devletleri ve ticaret, sanat, din gibi alanlarda üretilen her şeyi etkileyen
diğer grupları içeren toplumsal açıdan karmaşık ve çok boyutlu yapıda önemli
bir atılım meydana geliyor. İnşa süreci, varyantların üretiminde çok önemli bir
rol oynuyor, ama sembolik sistemler, kendilerine işaret eden, gönderimde
bulunan yapılar oldukları için, sistemin kuralları güçlü birer filtre görevi
görüyorlar. Sembolleri kullanma becerisi de insanlara varyantları zihinlerinde
inşa etme ve geleceğe aktarma konusunda önemli ve özel bir beceri sağlıyor.”[3]
Diyalektiği
kullanarak evrim teorisini analiz eden Julio Munõz-Rubio[4] ise bu kalıtım mekanizmasının
temelde diyalektik bir mekanizma olduğunu, bu anlamda Jablonka ve Lamb’in
çalışmasının evrim sürecinin genetik bilgi ile çevresel etkilerin bir sentezi
olarak görülmesi gerektiğini ortaya koyduğunu, Lewontin’in (1983) ise ilgili
sentezi “iki karşıt, faal ve karşılıklı olarak birbirini seçen öğeler”[5] olarak
gördüğünü, bu açıdan onun organizma-çevre karşıtlığını diyalektik manada aştığını
dile getiriyor. Munõz-Rubio ise kendi analizinin kapsamını toplumsal etkileşimleri
ve insan evrimini kapsayacak şekilde genişletiyor:
“Bu durumda kendisinin
bilincinde olan varlıkların eylemlerinden kaynaklanan bir sentez söz konusudur:
bu düzeyde evrimleşen tek tür olan, homo sapiens olma hâlinden kurtulamayan
yegâne tür olan insan, içinde bulunduğu biyolojik koşulunu evrim süreci
dâhilinde değiştiremiyor. Bu evrim, tam da tarif edildiği gibi, bir türün kendisiyle
ilişkilenmesi şeklinde zuhur ediyor. Negatif doğayla kurulan ilişkide, yani
toplumlar veya onun içindeki popülasyonlar içre ilişki, insanı kendini
reddetmeye itiyor. Bu hareket dâhilinde insanlar, önceki doğalarını
değiştiriyorlar, ama sonra kendilerini ortaya koydukları bir sonraki aşamada, o
önceki doğayı redde tabi tutuyorlar.”
Genetik
determinizm, buna bağlı olarak, bilimsel ırkçılık meselesini bir tür dava
olarak savunmak adına, bugünkü bilimsel mantık, neoliberal ve kapitalist
bireycilik ideolojisini devreye sokuyor. Başta genetikçiler ve sosyologlar
olmak üzere, birçok bilim insanı ise bilişsel işlevlerin gelişiminde hem
çevrenin hem de genlerin rol oynadıklarını söylüyorlar, aynı zamanda genetik
determinizmi ve bilimsel ırkçılığı savunanların çalışmalarının
indirgemecilikle, ve bireycilikle malul olduğunu, bu nedenle kusurlu sonuçlar
ortaya koyduklarını ifade ediyorlar.
Onca
vaadine rağmen son teknolojik ilerlemeler, tartışmanın sonlanmasına pek katkı
sunmadı: İndirgemeci bir yaklaşımı kullanarak üretilen bilimsel kanıtlar,
bundan sonra da şovenistler ve beyaz üstünlükçüler tarafından kullanılmaya
devam edilecekler.
Bilim
insanlarının kendi yürüttükleri çalışmaların sosyo-politik etkilerini görmezden
gelme lüksleri yok. Bugün biyolojimize ve onun çevreyle ilişkisine dair kapsayıcı
bir anlayışı geliştirmenin vakti gelmiştir. Marx ve Engels, böylesi bir
anlayışı geliştirmeye niyetlenmiş, Levins & Lewontin de teorik planda bu
anlayışı uygulamaya koymuşlardır.
Nafiz Hasan
1
Ocak 2019
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Aaron Panofsky, “From Behavior Genetics to Postgenomics”, Postgenomics
içinde, Duke University Press, 2015, s. 150.
[2]
Eva Jablonka ve Marion Lamb, Epigenetic Inheritance and Evolution: The
Lamarckian Dimension, OUP, 1995.
[3]
Eva Jablonka ve Marion Lamb, Evolution in Four Dimensions, Bradford Books, 2005,
s. 237.
[4]
Julio Munoz-Rubio, “Dialectics and neo-Lamarckism against the fetishism of
genes”, The Truth is the Whole: Essays in Honor of Richard Levins içinde,
The Pumping Station, 2018.
[5] Richard Lewontin, “The organism as the subject and object of evolution”, Scientia 118, s. 63-82.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder