Bu
satırları yazarken, Twitter’de bir tartışmaya tanık oldum. Elimdeki şarap kadehini yudumlamak
suretiyle metanetimi korumaya çalıştığım bu tartışma, (Diyalog Uygulamaları
için Dil Modeli anlamında) LaMDA denilen, Google tarafından
geliştirilmiş büyük dil modeli sisteminin “bilinçlilik” düzeyine eriştiğine
inananlarla inanmayanlar arasında cereyan ediyordu.
Bu
“bilinçlilik” kelimesini bilim kurgu klişelerine kul olmuş kişiler, genelde “düşünmek”
anlamında kullanıyorlar. Bu tespite karşı çıkanlarsa, esas olarak, büyük dil modellerinin
kalıpları eşleştiren gelişkin sistemler, bilgisayar temelli basit hileler ve
araştırmacılar Emely M. Bender ve Timnit Gebru’nun dile getirdiği biçimiyle, “rastgele konuşan papağanlar” olduklarını
söylüyorlar.
Bilgisayarın
gücünden yoğun bir biçimde yararlanan bu sistemler, sohbet konusunda belirgin
bir yanılsamaya yol açmak amacıyla, internetten bize ait kelimeleri çekip, bize
tekrar boca ediyorlar, bunun için, kalıpları eşliyorlar, olasılıklar üzerinden
işliyorlar, bu amaç doğrultusunda, yazılım aracılığıyla uygulamalı matematikten
istifade ediyorlar.
Aklın
hüküm sürdüğü bir dünya olsaydı, bu tartışmadan galip çıkan, gerçekler olurdu. Ama
böyle bir dünyada yaşamıyoruz. Bizim dünyamızda teknolojiye safça inanan, bilim
kurguyu düşüncenin merkezine koyan, en önemlisi de kasten yanlış bilgileri yayan
kişiler, bize esasen kendilerinin kaleme aldıkları bir hikâyeyi dayatıp duruyorlar.
Bu hikâyede, düşünen makinelerin icat edildiğinden veya Silikon Vadisi’nin tek
bir hamlesine kaldığından ve her şeyle, bilhassa emekle ilgili bildiğimiz her
şeyin değişmek üzere olduğundan dem vuruluyor.
Yapay
Zekâ Efsanesi ve Mülk Sahibi Sınıf
Yapay
Zekâ (AI), uzun zamandır bilim kurgunun konusu. Bugünse bize bu kurgunun gerçek
olduğu bir dünyaya daha da yaklaştığımız söyleniyor. Gelişmiş kapitalist
dünyanın önemli bir kısmında, bir gazetecinin, iş dünyası liderinin veya
siyasetçinin yapay zekânın yaşam tarzımızı devrimcileştireceği konusunda cesur
kimi öngörülerde bulunmadığı tek bir gün bile geçmiyor.
Oysa
bu, bir yalan. Esasında yalandan öte, bu, “Yapay Zekâ Sanayi Kompleksi” olarak
adlandırabileceğimiz şeyin, bizi kasten kandırmak için başvurduğu bir hile.
Söz
konusu yalanın, araştırmacıların ve pratiği biçimlendiren teknoloji
uzmanlarının çalışmalarından ayrı ele alınması gerekiyor. O, daha çok pazarlama
amaçlı promosyon çalışmaları ve medyadaki abartılı haberler üzerinden yürütülen
gelişkin bir propaganda faaliyeti ve insan emeği ile yeteneğinin değerini
azaltıp, teknik kapasite eksikliğini örtbas etme derdinde olan kapitalist bir
faaliyet olarak anlaşılmalı. Özetle, yapay zekâ sanayi kompleksiyle ilgili
olarak söylenen yalan, başvurulan hile, mülk sahibi sınıfın, makinelerdeki
idrakin, insandaki melekelere en kısa sürede üstün geleceğine dair fikri
allayıp pullama çabasının bir parçası.
“Artık
Radyolog Yetiştirilmesin”
Bugün
belirli bir anlama sahip “yapay zekâ” diye bir şey yok, dolayısıyla, net bir
biçimde tanımlamadığımız bir şeyi nasıl yapabiliriz? Şimdilik bol depolama ve hesaplama
gücüyle donatılmış kalıp eşleme pratiğinin mevcut
sınırları, hükümetlerin ve sanayinin idrak ettiği bir mesele. Üniversitelerde ve
şirketlerde yapay zekâ için tahsis edilmiş bölümlerin olması, yapay zekânın
varolduğu anlamına gelmiyor. Aslında bu bölümler, 1956’da bilgisayar bilimcisi
John McCarthy’nin bu terimi ilk kez kullandığından beri arzu edilen bir şey
olarak yapay zekâya atfedilen o güçlü memetik değerin bir kanıtı. Dolayısıyla,
Silikon Vadisi’nin yatırım sermayesini ve keriz müşterileri etkilemeyle ilgili
bitmek bilmeyen kavgası dâhilinde bize yutturmaya çalıştığı abartılı hikâyeyi
bir kenara attığımızda, karşımızda, bilgisayarın gücüyle nelerin mümkün
olabileceği konusunda herkeste oluşmuş olan algıyı biçimlendirmek için yürütülen
bir propagandanın olduğunu görürüz.
Örneğin
bilgisayar bilimcisi Geoffrey Hinton’ın 2016’da ettiği “artık radyolog yetiştirilmesin”
lafını ele alalım. O günden
beri yapılan araştırmalar, bu lafın erken edilmiş bir laf olduğunu ortaya koyuyorlar. Kendi
sahasının parlak isimlerinden birinin abartılı bir lafı demek cazip gelse de
daha derine bakıp, bu lafın dayandığı politik ekonomiyle ilgili sorular sormak
gerekiyor.
Radyologluk,
ABD’de yetiştirilme süreci ve istihdamı pahalı olan, oldukça fazla talep gören
bir meslek. Sayıları az olduğu
için yüksek maaş ve iyi çalışma koşullarına layık görülüyorlar. Bu anlamda,
ellerindeki maddi koşullar gereği, işçi aristokrasisi içerisinde
değerlendiriliyorlar. Geçmişte, teknolojinin geliştiği dönemin ilk yirmi otuz
yılı içerisinde yaygın olarak görülen, bol miktarda dağıtılan ikramiyeler
türünden teşvikler ve eğitim aracılığıyla bu alandaki işçi kıtlığı sorunu giderilmeye
çalışılıyordu.
Bugün
bu durum, otomasyonun devreye sokulması ile aşılabildiğinde, radyologların
vasıflı emeği değersizleşiyor, bir yandan radyolog eksikliği sorunu çözülüyor,
bir yandan da mülk sahiplerinin radyolog dışında kalan personel üzerindeki
iktidarı artıyor.
Otomasyona
teslim edilmiş radyoloji pratiği, eldeki imkân ve becerilerden bağımsız olarak,
mülk sahibi sınıfa cazip gelen bir fikir, çünkü bu fikir, işgücünü zayıflatmayı
ve işgücünün maliyetini düşürüp ölçekleme becerisini yukarı çekmek suretiyle, kârı
artırmayı vaat ediyor. Mülk sahibi sınıf, söz konusu fikrin reklâmını yapmakla
yetiniyor, çünkü piyasada, eldeki algoritmik sistemlerin yapabildikleri ile
gerçeklik arasında büyük bir uçurum söz konusu. Bu uçurum, makinelerin tüm
insanları iş pratiklerini makinelere bırakmaya ikna etme hedefi yanında pek de
önemli bir mesele değil. Asıl en önemli konu, gerçekleştirilmesi mümkün olup olmadığı
bilinmeyen, uzak bir geleceğin konusu olan, düşünen makineler değil, bu
sistemler aracılığıyla hayatını yaşamak zorunda kalacak insanlara kıyasla daha
iyi tanımlanmış otomatik sistemlerden oluşan labirente tabi olan, morali
sıfırlanmış nüfus.
Gerçek
Tehlike Nerede?
Medyada
çıkıp teknoloji konusunda ahkam kesen isimlerden, Stephen Hawking gibi önemli
bilim insanlarına, oradan maalesef her konuda fikri alınan Musk’a kadar birçok düşünür,
insanlığın üst düzey makine zekâsının devreye girmesiyle tehlikeye gireceği
konusunda ikazda bulunuyor. Bu zekâya iman edenler, Terminatör film
serisindeki Skynet gibi, tüm dünyayı kuşatacağını, neticede kapitalizme hizmet
edeceğini söylüyorlar. Otomobilleri ve kamyonları bu zekâ yönetecek, o, doktorların
yerini alacak, yemekleri o yapacak, hatta mülksüzler için sentetik de olsa,
samimi bir arkadaşlık hizmeti sunacak.
Oysa
bu hikâye, baştan sona yalan. Asıl tehdidin nerede olduğunu anlamak için Zizek’in
2003 tarihli “Irak Savaşı’nda Gerçek Tehlike Nerede?” isimli makalesine bakmak gerekecek. Avrupa’daki
sağcı söylemle solun verdiği cevap arasındaki ilişkiye değindiği bu yazısında,
Zizek şunu söylüyor:
“Gerçek tehlikeyi, Avrupa’da
popülist sağın fiiliyatta oynadığı şu rol örnekliyor: Popülist sağ, (dış
tehdit, göçü sınırlama gerekliliği gibi) belirli konu başlıklarını gündeme
getiriyor, sonra muhafazakâr partiler, hatta ‘sosyalist’ hükümetlerin fiilen
yürüttükleri siyaset, bu başlıkları sessizce sahipleniyor.”
Yapay
zekâ propagandası dâhilinde anlatılan hikâye de benzer bir duruma yol açıyor:
teknoloji endüstrisi, zekâyı kendisinin yarattığına dair hikâyeyi bize
yutturmak suretiyle, tüm tartışma zeminini değiştirmeye çalışıyor. Bu anlamda, bilgisayar
teknolojisinin, ölçümleme işinin politik ekonomisinin tartışılmasına izin
vermiyor, sadece makinenin gelişmekte olan özerkliğine dair bilim kurgu temelli
efsanenin işitilmesini istiyor. Bugün bu kurguya karşı koymak, endüstrinin
gerçek hedeflerine kilitlenmek, gözlerimizi o hedeflerden ayırmamak gerekiyor.
Bu
yalana, yaratılan yanılsamaya kendimizi kaptırmanın bedeli çok ağır olacak.
Dwayne Monroe
16
Haziran 2022
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder