Pages

31 Mart 2022

Suni Üreme


Alexis Escudero, 2014 tarihli La reproduction artificielle de l’humain [“İnsanda Suni Üreme”] isimli kitabıyla önemli tartışmalara ve itirazlara sebep oldu.

Fransa’da kitap üzerinden başlayan tartışmanın odağında, esasen toplumsal ilerlemenin teknolojik ilerlemeye bağlı olduğuna dair yalana kanan liberal sol duruyordu. Kitap, temelde bu kesimi ifşa etmekteydi.

Sahte sol, bugün elindeki kırbacı, aşırı sağa karşı kullanılacak dildeki ve ahlakî öfkedeki aynı gücü kullanarak, “ilerici” teknolojilere itiraz etme cüreti gösteren herkese sallıyor.

Sanayi kapitalizmine ait temel unsurları benimsemek suretiyle her yönden uzlaşmacı bir tutum sergileyen sözde sol akım, kapitalist sistemin düşmanlarına, radikalmiş gibi görünen, ama aslında hiç de radikal olmayan bir konum üzerinden saldırıyor.

Gerçek anlamda devrimci ve radikal bir bakış açısına sahip insanlar için asıl mesele, bu transhümanizmden etkilenmiş sahte solcular olmalıdır. Bu solcular, doğaya veya insan türüne dair her sözü demode, hatta tehlikeli buluyorlar.

Escudero’nun kitabını, biyoteknoloji mühendisliği denilen sektöre yönelik antikapitalist bir saldırı olarak okumak mümkün.

Kitap, bu sektörün Cesur Yeni Dünya’yı inşa ettiğini, bu yeni distopyada zenginlerin tasarımcı elinden çıkma bebekleri satın alabildiklerini, böylelikle çocuklarının sömürülen kesimin çocuklarından her yönden üstün olmalarını güvence altına aldıklarını söylüyor.

Escudero bu noktada Los Angeles’taki Doğurganlık Enstitüsü’nü örnek veriyor. Bu kurum, her yıl sekiz yüz tüp bebek üretiyor. Bu bebeklerin yedi yüzünün anne-babasında aslında doğurganlıkla alakalı hiçbir sorun yok. Aslında zengin Amerikalılar gelip “en iyi” genetik özelliklere sahip embriyoları seçme imkânı buluyorlar, ayrıca çocuklarının cinsiyetlerini seçebiliyorlar.[1]

Bu oldukça kârlı olan iş, avlarını avlamak için sağa sola tuzaklar kuruyor. 2009’da Londra’da düzenlenen ilk Doğurganlık Şovu etkinliğine seksen şirket katılıyor. Bu şirketler arasında klinikler ve sperm bankaları da bulunuyor. Etkinliği üç bin civarında ziyaretçi ziyaret ediyor.[2]

2015 tarihli bir raporda verilen rakama göre, ABD’deki doğurganlık pazarının yıllık ortalama değeri 3 ilâ dört milyar dolar.[3] İngiltere’de bu rakam 600 milyon sterlini buluyor.[4]

Escudero kitabında, yeni öjeninin amacının kaçınılmaz olarak değiştiğini, artık bugünkü öjeni pratiğinin, sadece kalıtsal kusurları görüntülemeyi amaçlamadığını, bunun yanı sıra, insanları daha çekici, daha iri, daha atletik ve daha zeki kılmaya çalıştığını ortaya koyuyor.

Yani artık öjeninin amacı, doğanın kusurlu kıldığı insanı daha iyi kılmak. Modası geçmiş insan modelini geride bırakmak isteyen sanayi kapitalizmi, ürettiği yeni ürünlerle süper insanlar, “postinsanlar” yaratmak istiyor.[5]

Escudero kitabında Nazi Almanyası’ndan çıkış alan bu kötülük yüklü öjeni sektöründeki büyümeye solun gerekli cevabı üretemediğini söylüyor.

“Sol, konuyu zerre tartışmıyor. Sanki solcu olmakla insanda suni üreme fikrini desteklemek, el ele ilerliyor.”[6]

Oysa Fransa’da Tıbbi Destekli Üreme meselesine esas olarak dindar sağcılar itiraz ettiler. Bu kesim ise asıl olarak bebeklerin gey ve lezbiyen çiftler için üretilmesi fikrine karşı çıktılar.

Escudero, meseleye bu yönden itiraz etmediğini açık bir dille ifade ediyor. O aslında liberal solun “herkese tıbbi destekli üreme imkânı sağlansın!” sloganına “bu imkân kimseye sağlanmasın!” sloganıyla karşı çıkıyor. Onun derdi, tıbbi destekle üreme hizmeti alacak müşterilerin cinsel yönelimleri değil, sektörün kendisi.

Escudero, bir yandan da lezbiyenlerin kullandığı, kişinin kendi kendine şırınga ile uyguladığı dölleme tekniğine de karşı olmadığını, bu tekniğin tıbbi destekli üreme başlığı altında ele alınmayacağını söylüyor.

Escudero, bugün tıbbi destekli üreme sektörünü “toplumsal açıdan ilerici” buldukları için savunan solcuların korkunç bir tuzağa düştüklerini söylüyor.

Bu noktada “Tıbbi destekli üreme hakkı olmazsa eşitlik olmaz” diyen Fransız eşcinsel hakları örgütü inter-LGBT’nin yaklaşımına işaret eden Escudero, bu konuda şu tespiti yapıyor: “Siber liberal sol, biyoteknolojiye başvurmaksızın eşitliğin olmayacağını düşünüyor.”[7]

Escudero, teknoloji karşısında büyülenen solcuların bu büyülenme ile birlikte, eskiden savundukları konumları terk ettiklerini, fiiliyatta kapitalist sisteme destek sunmaya başladıklarını söylüyor.

“Bu siber liberal sol, bireysel özgürlük mücadelesini piyasanın özgürlüğünü savunmak için veriyor. Bu sol, politik eşitlikle bireylerin biyolojik anlamda tek tipleştirilmesini birbirine karıştırıyor. Onun rüyası, liberal öjeniden ibaret. Bu öjeni anlayışı ise bedenin ilgası ve suni rahimlerin kullanılması üzerine kurulu. Siber liberal sol, esasen insan türünün teknolojiyle yeniden yaratılacak post-insanlığın hayalini kuruyor. Ondaki muhalefet ve isyan, asıl kimliğini teknokapitalizmde buluyor.”[8]

Bugün epey etkili ve sesi çok çıkan bu liberal sola yönelik eleştiri, doğalında epey tepkiye sebep oldu. 28 Ekim 2014 günü Paris’teki bir kitapçıda düzenlenen bir sohbet toplantısı esnasında Escudero protesto edildi. Gösteriyi gerçekleştirenlerin ellerindeki dövizlerde Escudero “lezbiyen, eşcinsel ve trans düşmanı” olmakla suçlanıyordu.[9]

Sonra, 22 Kasım Cumartesi günü bir grup, Lyons anarşist kitap fuarında Escudero’nun katıldığı atölye çalışmasını protesto etti. Orada dağıtılan bildiride, Escudero’nun “yaşamı savunmak adına özcülüğe kayan bir çevreci” olduğundan, bu anlamda “José Bové ve Pierre Rahbi ile ortaklaştığından söz ediliyordu: Bildiri, şu cümlelerle sona eriyordu: “LGBT düşmanlığına hayır! Tıbbi destekli üreme hakkının genişletilmesine evet! Özcülüğe ve doğacılığa hayır!”[10]

Bu eyleme tanık olanların aktardığına göre, “teknoloji yanlısı faşist grup, Escudero’nun başını çektiği atölye çalışmasının gerçekleştirildiği odanın girişini tuttu, girmeye çalışanlara hakaretler yağdırdı. Sonuçta çalışmayı organize edenler, toplantıyı iptal etmek zorunda kaldılar.”

Bu tanıklığı aktaran Gouilleux, konuya dair şu yorumu yapıyor:

“O an net bir biçimde anladık ki bu insanlar, ‘doğa’ ve ‘insan’ kelimelerinin ağza alınmaması gereken yasaklı kelimeler olduklarını, hatta bu tür olguların varolmadığını düşünüyorlar, dolayısıyla tartışmak da anlamını yitiriyor. Onun yerini yumruk kavgası alıyor.”[11]

Escudero’nun da kitabında tespit ettiği biçimiyle, bu sahte solcular, aslında kapitalist sistemin ilerleyişine ideolojik planda eşlik eden atlı uşaklar. Bu hâlleriyle onların suniliğe kafayı takmış olmaları, organik veya doğal olan her şeyi düşman kabul etmeleri, gayet olağan bir durum.

“Özgürlük ve kurtuluş mücadelesine destek sunuyormuş gibi yapan postfeministlerin ve transhümanistlerin içi, doğaya, doğal olana, insana doğuştan bahşedilmiş olan her şeye yönelik sonsuz nefretle yüklü. Onlar, üretilmemiş, imal edilmemiş, standarda bağlanmamış, düzenlenmemiş, aklileştirilmemiş her şeye düşmanlar. Kurgularıyla örtüşmeyen, işlerine yaramayan, kusurlu görünen, yedi yirmi dört verimli ve üretken olmayan her şeyden nefret ediyorlar. Ellerinin arasından kayıp giden, kontrol edilemeyen her şeyden nefret ediyorlar.”[12]

Orgrad
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Alexis Escudero, La reproduction artificielle de l’humain (Grenoble: Le monde à l’envers, 2014), s. 62.

[2] Escudero, s, 69-70.

[3] “Fertility Market Overview”, Mayıs 2015’, HW.

[4] Maxine Frith, “You’re big business now, baby”, The Daily Telegraph, 19 Ekim 2014.

[5] Escudero, s. 118.

[6] Escudero, s. 10.

[7] Escudero, s. 174.

[8] Escudero, s. 12.

[9] “Alexis Escudero: Antiféministe, Masculiniste, Homophobe!” 7 Kasım 2014, Luttes.

[10] “A propos du livre d’Alexis Escudero”, 23 Aralık 2014, Mondialisme.

[11] A.g.e.

[12] Escudero, s. 186.

30 Mart 2022

Medya ve Toplumsal Cinsiyet Kimliği Endüstrisi


Medya, insanlığın erkek ve kadın dışında başka bir alt kümesi olduğu, bu iki cinsiyet haricinde başka bir cinsiyetin var olduğu konusunda yoğun bir propaganda faaliyeti yürütüyor. Çıkarttığı sesle her fırsatta duyar kasan medya, bu propaganda dâhilinde kullanılan cümleleri sürekli sakız gibi çiğneyip duruyor.

Kısa sürece önce Post Millennial sitesi için muhabirlik yapan Nick Monroe, Lia Thomas ile röportaj yapan Sports Illustrated dergisini eleştirdi. Bilindiği üzere Lia Thomas, kadın yüzme takımına girip yüzme şampiyonasına katılmıştı. Dergi, Lia’nın kadın olduğunu söylüyor. Monroe, röportajda Lia’nın cinsel kimliğinin sürekli altını çizmesine hiç şaşırmadığını, ama bir yandan da kendisine, kadınların yaptığı sporlara erkeklerin katılmasına neden izin verildiği sorusunun sorulmamasını garipsediğini ifade ediyor. Ayrıca Lia röportajda, trans kişilerin insanlığa ait bir alt kümeyi teşkil ettiklerine dair önermeye dair de tek laf etmiyor.

Spor konusunda podcast yayınları yapan Ross Tucker da kısa süre önce Twitter’da bir dizi not yayınladı ve orada Lia Thomas’ın Kadınlar Yüzme Şampiyonası’na katılmasını eleştirdi. Bu yazısında Thomas’ı erkek olarak tarif eden Tucker, bu sporcunun kadın sporları bünyesinde yarışmasına izin verilmesinin yol açacağı olası zararlardan bahsetti.

“Birbiriyle çelişen hakların tümüyle kapsandığı, herkesin kazandığı bir ortam olamaz. Trans kadınların spor müsabakalarına alınması önünde duran her türden engelin kaldırılması, sınırları siler, belirli bir noktada her şeyi bulanıklaştırır.”

Toplumsal cinsiyet endüstrisi, ana akım medyada genelde sağcılar tarafından eleştiriliyor. Bu sağcılar, esasında meseleyi yüzeysel ele alıyorlar. Trans-kadınların, kadınların yarıştığı spor müsabakalarına alınmalarının adil olmadığını, kadın hapishanelerine alınan trans kadınların güvenliği ortadan kaldıracağını söylüyorlar. Ama kimse, trans kişilerin varlığını eleştirmiyor.

Sahip oldukları hisleri üzerinden insanlığın kadın ve erkek dışında başka bir alt gruba sahip olduğuna, kadın-erkek dışı olanların, cinsiyetsiz olanların özel hakları ve bu hislerine yönelik saygıyı hak ettiklerine dair zokayı herkes neden yutuyor?

İnsanlar, medyanın propaganda ettiği bu zokayı korktukları için mi sorgulamıyorlar? Yoksa gazetecilerin bu meselenin alt metnini ifşa etmelerine şefleri mi mani oluyor?

Meselenin kökünü kavramak, onu açığa çıkartmak gerek. Aksi takdirde yerimizde sayıp dururuz.

“Erkek veya kadın olmayan kişi” diye bir şey yok. Tüm meselenin özü bu. Bize yutturulan zokaya kanmamak gerek. Dolayısıyla kendileri ile ilgili olarak uydurma kanaatlere ve inançlara sahip kişiler için yeni kanunlar çıkartılamaz, yeni bir dil geliştirilemez. Bunun birçok sebebi var.

On yılı aşkın bir zamandır kimi özel kişilere özel kimlikler bahşediliyor. Ana akım medya, bu kimliklerin alınıp satıldığı yer hâline geldi. “Trans” ve “toplumsal cinsiyet” gibi kelimeler, 2014 öncesi kültür ile ilgili kelime dağarcığımızda yeri olan kelimeler değildi. LGBT cemaati içerisinde bile bu tür kelimelerin geçmişi o kadar eski değil. Bu cemaat, daha çok “transseksüel” kelimesini kullanırdı ve bu kelime, fetiş türlerini, tuhaflıkları, karşı cinse ait klişelere düşkünlüğü, diğer cinsiyetin kıyafetlerini giymeyi, cinsiyetsiz olmayı vs. anlatırdı.

2014’te Time dergisinin kapağında kadın elbisesi giymiş bir siyahın resmine yer verildi. Cinsiyet tercihini veya toplumsal cinsiyeti esas alan ideoloji, kamuoyunun önüne bu sayede çıktı. Hoşuna gitmeyen bir cinsiyete sahip olmamak, bize Jim Crow yasalarının ve köleliğin kahrını çeken siyahların çilesiyle denk şeylermiş gibi takdim edildi. Ayrıca bu yaklaşım, cinsiyetin gerçekliğini inkâr etmesine karşın, aynı cinsiyetten kişileri beğenmeyi de bu düzlemde ele alıyordu.

Kurgulanmış cinsel kimlikler, bize bu propaganda bombardımanı dâhilinde satıldı. Medya, hormonlar konusunda herkesin beynini yıkadı. Aslında kadın düşmanı, ırkçı ve homofobik olan bu propaganda faaliyeti, ilerici bir şeymiş gibi sunuldu. Elitler, bu faaliyeti cinsiyeti kâr için sömürgeleştirmek için yürüttüler. Tümüyle cinsel varlıklarmış gibi gördükleri insanı yıkıma uğratan, lime lime eden elitler, insanı tüketim için parçalarına ayırdılar ve insanın cinsiyetini bir lego setine çevirdiler.

Bugün aslında topluma, bedensel rahatsızlığı olan az sayıda insan, o topluma kendisini aitmiş gibi hissetsin diye ayar çekiliyor değil.

Onur yürüyüşleri, kendi vücudunun bir parçasının kendisine ait olmadığını düşünen, o parça yüzünden bedeninden rahatsız olan insanlar için düzenlenmiyor. Küresel bankalar, bu tür psikolojik rahatsızlıkları olanları değil, cinsiyetiyle ilgili rahatsızlığı olanları umursuyorlar.

Uluslararası hukuk firmaları, yatırım şirketleri, ilâç ve teknoloji sahasının milyarderleri, bunların yanında, hükümetler, sadece cinsel organından, dolayısıyla bedeninden rahatsız olan insanlara yatırım yapıyorlar, bedenine ait bir parçadan rahatsız olan, bu konuda psikolojik sorun yaşayan insanlara değil.

Tıp-sanayi kompleksiyle bağlantılı tüm siyaset kurumu, cinsiyetle alakalı rahatsızlığı normalleştirmek adına hareket ediyor. Bu rahatsızlık, genç kadınlara sirayet ediyor. Ruhsal bütünlüğü dağılmış, dissosiyatif kişiler ve bedeninden rahatsız olan kişiler, Bedensel Kimlik Bütünlüğü Rahatsızlığı ile ilişkilendiriliyorlar. Bu rahatsızlığa sahip bireyleri medya, cesur, gizemli veya seksi kişiler olarak pazarlıyor, ama hiçbir mankenlik ajansı çıkıp da bu kişileri işe almıyor.

Neticede insan iki ayaklı bir canlı, ama genelde insan, yukarıda bahsini ettiğimiz rahatsızlıkta karşımıza çıkan, kişinin rahatsız olduğu asıl uzuv olan bacaklara göre bir tür olarak tanımlamıyor. İnsan, cinsiyetine göre tanımlanıyor, çünkü erkek ve kadın arasındaki farklılıklar, üreme kapasitemizi ortaya koyuyor.

Bu üreme kapasitesi, bugün tıp-teknoloji kompleksi tarafından, kâr amacıyla sömürgeleştiriliyor. Üstelik bu süreç, insanın evrimine insan hakları adına yapılan müdahale üzerinden işliyor. Sermaye, daha da özelde kadının üreme kapasitesini pazar hâline getirip gasp ediyor. Kadının üreme kapasitesi, teknolojinin eline geçiyor. Kadınlar, dilden ve hukuktan siliniyorlar. Kadını, şirketlerin eline geçmiş devletin ürettiği toplumsal cinsiyet ideolojisi siliyor.

Bugün zarfa değil mazrufa bakmamız, meselenin kökünü kavramamız gerekiyor. Teknolojik-tıbbi üreme endüstrisi ve öjeni, insanı cinsellikle ilgili gerçekliğinden kopartıyor, türü yeniden üretiyor. Zenginler, bu ajandaya öncülük ediyorlar, “marjinal gruplar”ı dert edindiklerini söylüyorlar. Gerçekliğe yeni bir düzen getiriyorlar.

Toplumsal cinsiyet endüstrisi, bu işin bir yüzünü, medya diğer yüzünü hallediyor. Medya, bedeninden rahatsız olan, bu yüzden bacaklarının kesilmesini isteyen insanlara odaklanıyor. Cinsiyeti bu rahatsızlıkla ilişkilendiriyor, böylece cinsellikle ilgili gerçeklikten kopmayı normalleştiriyor. İnsan, iki ayrı cinsiyete sahip bir tür. Bizi biyosfere ve birbirimize cinsiyetimiz bağlıyor.

Bu Propaganda Mekanizmasının Arkasında Kimler Var?

Lia Thomas’ı öve öve bitiremeyen Sports Illustrated dergisinin sahibi, Authentic Brands. Bu şirket, 2019’da BlackRock’tan yatırım amacıyla 875 milyon dolar almış. Dergi, bugün kapağına kadın pozu vermiş dört erkeği taşıyor. Karşımızda, esasen tüm gösterişli hâliyle, yüksek teknolojinin yüce amaçlarına hizmet eden, devlet eliyle yürütülen bir propaganda faaliyeti duruyor.

Peki bu faaliyeti yürütenler, tam olarak ne satıyorlar? On trilyon doları bulan sermayesiyle dünyanın en büyük varlık yöneticisi olan BlackRock şirketinin insanların cinsel organları ile ilgili rahatsızlığını kendisine dert edinmesi için ameliyatların, ilâçların, ameliyat cihazlarının, araştırmaların ve psikiyatri sektörünün ilâç ve teknoloji şirketlerine sağladığı kâr yeterince cazip mi?

Sports Illustrated dergisi (dolayısıyla BlackRock), halkı erkeklerin kadın olabileceğine neden ikna etmeye çalışıyor? Geçen yıl Lenya Bloom, Megan Thee Stallion ve Naomi Osaka ile yaptıkları gibi, neden erkeklerin yanında beyaz olmayan kadınlara yer veriyor? Tüm hükümetler, uluslararası şirketler, yatırım şirketleri, milyarderler neden aynı hikâyeyi anlatıp duruyorlar? Neden medyada tek bir kimse bile çıkıp bu soruları sormuyor, hatta bu sektörü eleştirdiğini söyleyen sağcıların ağzından bu konuyla ilgili neden tek bir laf çıkmıyor?

Medya ve Teknoloji-Tıp Kompleksi

Anlatılan hikâyenin bize nasıl yutturulduğunu anlamak için Amerikan medyası ile teknoloji-tıp kompleksi arasındaki bağlara bakmak, toplumsal cinsiyet masalını anlatan oligarkları incelemek gerekiyor. Medya eliyle elitler, belirli meselelere dokunulmamasını sağlıyorlar. Bu anlamda medya, aslında sağcılar gibi davranıyor: sektörü eleştirmeyi kimseye bırakmayan sağcılar, meselenin kökenine, “trans” kişiler denilen yalanın kaynağına hiç dokunmuyorlar.

Arcus Vakfı, toplumsal cinsiyet endüstrisini besleyen en büyük LGBT STK’sı. Amerikan Psikoloji Vakfı’na yüz binlerce dolar bağışlamış. Vakfın arkasında Stryker Medical var. Toplumsal cinsiyet masalını medya yoluyla anlatan vakıf, bedensel uzuvların alınması pratiklerini de destekliyor. Ayrıca Ulusal Kamu Radyosu ve GLAAD gibi toplumsal cinsiyet endüstrisi adına propaganda faaliyeti yürüten çalışmalara da para veriyor.

Tıp-sanayi kompleksini büyük yatırımlar yapan ve bir ferdinin kendisini trans olarak nitelediği, Amerikalı milyarder Pritzker ailesi, insanın iki ayrı cinsiyetten meydana gelmiş bir tür olmadığı yalanını yaymak için ABD’de, Kanada’da ve İsrail’de bir dizi kurum meydana getirdi. Aile, en son ruh sağlığı alanına bağışta bulundu. Şikago valisi Pritzker, kendi eyaletinde bulunan ruh sağlığı çalışmalarına 140 milyon dolar tahsis etti. Öte yandan, John ve Lisa Pritzker, Kaliforniya Üniversitesi San Fransisko Kampüsü’ne yeni bir psikiyatri merkezi kurması için 60 milyon dolar bağışladı.

Üniversite, tıp-sanayi kompleksi yanında, toplumsal cinsiyet sahasına da milyarlarca dolar akıtıyor. Üniversitedeki tıp merkezinde trans bakım merkezi bulunuyor. Merkezin ortaklarından biri, Comcast denilen, medya sahasında faal olan holding. Holding, AT&T, NBCUniversal, Sky Broadcast and Telecommunications, DreamWorks Animation ve Xumo Online Video Streaming isimli şirketlerin sahibi.

Disney, AT+T ve Amazon da toplumsal cinsiyet sahasına yatırım yapıyor. Medya kurumlarında toplumsal cinsiyetle ilgili her türden eleştiriyi sansürlüyorlar. Bu şirketler, aynı zamanda teknoloji-tıp kompleksine de yatırım yapıyorlar. Ana akım medyanın üzerindeki yorganı çekip aldığınızda, bu medya tekellerinin teknoloji-tıp kompleksiyle aynı yatakta olduğunu görüyorsunuz. Hep birlikte bedenin cinsiyetten kopartılması meselesini ilerici kabul ediyorlar.

Medya tekelleri, cinsiyete sahip bedenlerimizden kopmamızı olağan görmekle kalmıyor, bunu aynı zamanda cazip ve heyecan verici bir şey olarak takdim ediyorlar. Söyledikleri yalanları sorgulama cüretinde bulunanları susturuyorlar. Bu tekellerin toplumsal cinsiyet endüstrisini yöneten teknoloji-tıp kompleksiyle güçlü bağları var. Amazon (Jeff Bezos) ve Time (Marc Benioff) gibi şirketler, bir yandan da o büyük doğurganlık pazarıyla da bağlantılı. Bunlar, toplumsal cinsiyet endüstrisi dâhilinde tıbbi bir mesele hâline getirilen gençlerin kısırlaştırılmasından epey para kazanıyorlar.

Teknoloji-tıp kompleksi durdurulmalı. Onun derdi, gerçek dünyadaki (cinsiyetle alakalı) köklerimizi kopartmak ve bizi sentetik, sahte bir gerçeklik anlamında teknolojik-tıbbi bir hapishaneye kapatmak. Geri kazanmak zorunda olduğumuz, o gerçek dünyayla irtibatımızı sağlayan ilk kritik unsur, dil. Dilin neden ve nasıl değiştiğini anlamak zorundayız.

Jennifer Bilek
22 Mart 2022
Kaynak

28 Mart 2022

Zaviye


Murat Belge, TİP’in nereden geldiğini, bu partinin kökenini bilmiyor olamaz.[1] Belli ki bu son günlerde burjuva basını eliyle pazarlanan partiyle alakalı olarak yürütülen PR çalışmasına ortak olmak istiyor. Ona yalanla destek çıkıyor. Varlığını hissettirmek, kendisine verilen işi hâlen daha yapabildiğini göstermek zorunda. Bu PR çalışması, TİP’in komünist hareketin pürüzlerini, dikenlerini, çapaklarını temizlemiş olduğu kanaatiyle yürütülüyor. Murat Belge, bu sebeple örgütün altına liberal mührünü vuruyor. Onu dostlarına ve mahallesine servis ediyor. Bunu devlet içinden bir emir gelmese yapmaz!

TİP, Gelenek dergisinin siyasi çizgisinin bir ürünü. Bu anlamda, aynı çizgiyi paylaştığı TKP’den ayrı bir yerde durmuyor.[2] Onun kitleleri etkilemesi, oradaki öfkeyi örgütlemesi, o öfkeye örgütlenmesi mümkün değil. Zira başındaki isim, Metin Çulhaoğlu, onun parti olmasını istemiyor. Çünkü bir “parti” zaten var. TİP, o partiye gölge düşmesin, başkaları parti alanını gasp etmesin diye kuruldu. Aynı Çulhaoğlu, geçmişte ÖDP’yi parti olarak görmüyordu, içine entrizm yapmak için girdi, alacağını aldı, çıktı. Onun parti olmasını hiç istemedi. Doksanlarda bu Gelenek çizgisinin cirmi ve cüssesi SBP ve ÖDP’ye mani olmaya yetmiyordu. Artık devletin iteklemesi, estirdiği rüzgâr, Danıştay’dan alınan icazet sayesinde bu kudrete sahip. Bugün Gelenek çizgisi, kendi ÖDP’sini kuruyor. Bu, devletin emri.

Gelenek dergisi, bir tür sağcılaşma eleştirisi yönelttiği Birikim-Yeni Gündem hattıyla birlikte inşa etti kendisini. Onun solunda durmak isterken sağcılaştı. Muarrızına benzedi. Sol içi demokrasi-cumhuriyet tartışması, İttihat-İtilaf cedelleşmesi, bu iki hattı var etti. Artık ittihatçıların TKP’si var, ama itilafçıların da olmalı. O suyun başı da tutulmalı. Orası da kontrol altına alınmalı.

TİP, HDP’nin de içinde olduğu çizginin önünü almak için kuruldu. Doğal olarak, oradaki sağcılığa örgütlenmek durumunda. Bu anlamda, TKP’nin Ukrayna ile ilgili değerlendirmelerindeki sağcılığa hiç şaşırmamak gerek.

Bugün Murat Belge, tartışarak var ettiği Gelenek dergisinin kendisine yakınlaştığını gördü. Son bir müdahalede bulunuyor, ona ayar veriyor. “Benim kum havuzuma geldiysen, kurallarıma uyacaksın, iktidar düşkünlüğü yapmayacaksın, fazla kavgacı olmayacaksın, sermayenin öncülük ettiği dönüşüme ses etmeyeceksin, sadece pürüzleri, çapakları temizleyeceksin” diyor. Kendi programını dayatıyor. Gelenek dergisi, zaten bu kurallara uyan bir çizgi. Bu çizginin ürünü olan TİP, bugün asli işlevini bile yerine getiremiyor, diyanet ve liman özelleştirmesi gibi konuların görüşüldüğü meclis oturumlarına katılmayıp, bar köşelerinde çene çalmayı tercih ediyor. Bu tercih sınıfsal.

Sermaye ve devlet açısından köle ve sömürge, asli kategoriler olarak iş görüyor.[3] Sol, köleleştirme ve sömürgecilik pratiklerinde pürüzleri, gerilimleri ortadan kaldırmak, kitleleri ilgili sürece uyumlu kılmak için var. TİP, bunun için kuruluyor. O, bir boyutuyla İngiliz sömürgesi olan ülkenin İngiliz İşçi Partisi olabileceğini düşünüyor. Oradan selam almasının sebebi bu. Bu sebeple, İngiliz İşçi Partisi gibi orta sınıfa seslenip, işçi sınıfından kopuyor. İlkinin çıkarlarını işçiye pazarlıyor.

Parti, sermayenin ve devletin ihtiyaçlarına uygun olarak besleniyor. Bu anlamda, tarihsel olarak ilk TİP'in yolunu izliyor, ama bu sefer Mahirlere, Denizlere, İbrahimlere yol açmamaya, o yolu kesmeye niyetleniyor. Üç devrimcinin mirasından dökülenleri toplamak için uğraşıyor. O mirası tasfiye ediyor.

Bugün Afgan mültecilerle ilgili olarak kullanılan dil, sömürgecilerin dili. Bu dilin HDP içerisinde nasıl örgütlenebildiğini, sosyalist örgütlerde kendisine nasıl yer bulabildiğini, o örgütler sorgulamalı. Küçük burjuvaya ait saf, steril ülke, beden ve ırk tasarımı ile herkes, Ümit Özdağ gibi konuşabiliyor. TİP, bu tipleri örgütlüyor. Orta sınıfın maddi çıkarları, onun çizgisini tayin ediyor.

Murat Belge, postmodern ve liberal kırbaçlarla terbiye ettiği isimleri, örgüt bürolarına gönderiyor. Politik olanı o tayin ediyor. Solcu kitleselleşse “popülistsin” diyen de kendisi, solcu kendi dar dünyasına kapansa “manastırcısın” diye kırbaç sallayan gene o.[4] Kadrocu babasından öğrendiği ayar verme, solu biçimlendirme gayretini bir miras olarak devralmış, gerekli yerlerden aldığı izinle, bu bilgiyi uygulamaya döküyor.

Devyol çizgisi yoldan çıkmasın diye sallanan kırbaçla, TKP çizgisi yoldan çıkmasın diye sallanan kırbaç, aynı malzemeden üretilmiş ve aynı kişilerin elinde. Bugün o el, “sol kavga çıkartmasın, dünyayı nüfuz altına almasın” istiyor. Bu hâliyle sol, komünist hareketin önünü alma, tasfiye etme ile ilgili tarihsel misyonunu yerine getiriyor.

Afgan mülteciler ve Ukrayna gibi meselelerde solcularda görülen sağcılık, tabii ki Millet İttifakı kurgusu ile ilgili. Çünkü bu solcular, sosyalistler, fazla Halk TV, Tele1, KRT izliyorlar, oralara çıkmayı fazla arzuluyorlar. Dolayısıyla, ittifaktaki sağcı mayaya bile isteye teslim oluyorlar. O sağcılığı solculuk diye yutturmaya, ambalajlamaya mecburlar. Babacan’ın, Davutoğlu’nun iktidar koltuklarına oturması için solu biçimlendiriyorlar.

Öte yandan herkes, solculuğun içeriğinin dönüştürüldüğü momentte bir “proletarya”dan söz ediyor. Kendisini proletarya yerine ikame ediyor, “Biz, her meseleyi proletarya açısından, onun zaviyesinden değerlendiririz” diyor. Politik gündemlerle alakalı tavırları, alınan politik tutumları buradan meşrulaştırıyorlar. Ama bu yaklaşımdan nedense proletarya bihaber!

Oysa Marksist açıdan bu zaviye, bir tür işçicilikle malul. Gerçek işçi sınıfıyla alakası bulunmayan, ondaki çapaklardan, pürüzlerden arınmış, kavgayı-öfkeyi tasfiye etmiş, saf, steril, sabit ve soyut bir “İşçi” kurgusunu temel alan kimlikçilik, Kadın, Kürt, Doğa, LGBT gibi kimlikçiliklerin karşısına çıkartılıyor. Ama sonra o kimlikçi siyasetlerle ortaklaşıyor. Küçük burjuvaların bu kimlik yarışı, sınıf mücadelesine dair imkân ve olasılıkları gizliyor. Bu konularda yapılacak işleri boşa düşürüyor.

Mesele, kendi öznel varlığını proletaryanın yerine ikame edip, onun yerine konulan yüce bireyi putlaştırdıktan sonra herkesi o puta ibadete çağırmak değil. Mesele, olgulara ve olaylara sınıf mücadelesi ve ona bağlı olarak, iktidar mücadelesi zaviyesinden bakabilmekte.

Kendisini proletarya olarak satan, liberalizmini o kurgunun ardına gizleyen örgütler, bu açıdan, teorisini ve pratiğini sınıf mücadelesi, devrim mücadelesi ve iktidar mücadelesinin nesnel boğumlarında, kavşaklarında yeniden kurup yıkan, yıkıp kuran partiye düşmanlık etmeye mecburlar. Murat Belge ve “yeni örgüt”ü TİP, bu düşmanlığın bir parçası, doğal bir ürünü.

Eren Balkır
27 Mart 2022

Dipnotlar:
[1] Murat Belge, “TİP Kongresi ve Solun Fırsatları”, 15 Şubat 2022, T24.

[2] Eren Balkır, “VİP”, 11 Ekim 2018, İştiraki.

[3] Eren Balkır, “Sömürge ve Köle”, 1 Nisan 2020, İştiraki.

[4] Murat Belge, “Politik/Apolitik”, 14 Şubat 2022, Birikim.

26 Mart 2022

Gates’in Yapay Eti


Kimin söylediğine bağlı olarak değişse de insan nüfusunun ileride 9,7 milyar ve 11 milyar arasında bir sayıya ulaşacağı tahmin ediliyor. Peki bu kadar insanın karnı nasıl doyurulacak? Ekonomi liderleri, her fırsatta bu soruya “böcek, bitki veya yapay gıda ürünleri gibi et harici protein kaynaklarından elde edilen gıdalarla doyurulacak” cevabını veriyor.

Wired’da çıkan son habere göre, Kaliforniya’da NASA’ya bağlı çalışan bilim insanları, atmosferi karbondioksitten arındırmak için bakterileri kullanıyorlar. Sonra aynı bilim insanları “et”i ikame edecek bir ürün elde etmek amacıyla, protein tozu meydana getirmede bu bakterilerden yararlanıyorlar.

Kiverdi çalışması içinde yer alanlar dünyanın ileride, ortaya çıkacak sonuç dâhilinde, sonrasında ölçeği daha da genişletilebilecek, karbonsuz, proteinin hayvan dışı kaynaklardan temin edildiği, sürdürülebilir bir seçeneğe kavuşacağını iddia ediyorlar. Bu seçenek, milyarlarca insan için yeterince proteinin nasıl üretileceği sorusunun acilen cevaplandırılması noktasında bir çözüm yolu olarak öneriliyor.

Bu şirketin çözmeye çalıştığı sorun, gerçek bir sorun. Protein, insan sağlığı için önemli bir temel yapı taşı. Ayrıca 1961’den beri dünyadaki et tüketimi dört kattan fazla arttı. Düşük ve orta gelirli ülkelerdeki artış çok daha hızlı yaşandı. Et, zamanla insanların talep ettiği lüks bir ürün olmaktan çıkıp, temel besin kaynağı hâline geldi.

Fakat et üretimindeki büyük artışın asıl sebebi, çiftlik hayvanı yetiştiriciliğinin sanayileşmesiydi. Bu, doğalında çevre açısından ağır sonuçlara yol açtı. Çayırlarda otlatılan hayvanların aksine fabrika benzeri çiftliklerde hayvanların beslenmesi için çok fazla çayıra ihtiyaç oluyor, çayırlık alanların açılması da ormanların zamanla yitirilmesini beraberinde getiriyor.

Eski tarz karışık yöntemden yararlanan çiftlikler, hayvanın gübresini gerisin geri toprakta kullanırken, entansif tarımda gübre, kirlilikle ilişkili bir dizi soruna yol açan atık ürün olarak ele alınıyor. Entansif çiftçilik, aynı zamanda hem karbonu yoğun olarak üreten, hem de antibiyotiklere dirençli bakterilerin ürediği önemli bir kuluçka alanı.

Bugüne dek sanayileşmenin bu türden yan etkilerini çözme konusunda ortaya atılan fikirler, sanayileşmenin kapsamının genişletilmesi eğilimi içerisinde olmuşlar, çoğunlukla hayvanlara yönelik zulme alan açmışlardı. Bu zulüm konusunda Çin’deki on iki katlı domuz çiftliği örnek verilebilir. Bilindiği gibi bu çiftlikte her bir domuz ihtiyaçlarından veya hareket alanlarından mahrum bırakılmış bir hâlde yaşıyor, durmadan hastalık ve kirlilikle mücadele etmek durumunda kalıyor.

Sanayileşmenin yan etkileri konusunda bazı isimler de sanayileşme paradigmasının yol açtığı sorunların o paradigma içerisinde kalınarak çözülemeyeceğini, bizim daha bütünsel, kendisini yeniden üreten bir tarıma ihtiyacımız olduğunu söylüyorlar.

Peki ya bu “kendisini yeniden üreten tarım” yaklaşımı, çok fazla mahsul ortaya koymazsa, yani o tahayyül edilen yeşil cennet, herkese yetecek yiyecek üretemezse, ne olacak?

Böylesi bir durumda yapay et çözüm olabilir mi? Bill Gates olabileceğini düşünüyor. 2021’de zengin ülkelerin tümüyle suni ete geçiş yapmaları gerektiğini söyledi.

Fakat şunu da görmek gerekiyor: ekolojiyi temel alan ütopyacı söylem, kimi sorunların ölçeğinin görülmesine mani oluyorsa, Gates’in paradigması da toplumsal sınıfla ilgili başka sorunların üzerini örtüyor.

Çünkü bugün çalışmaların da ortaya koyduğu biçimiyle yoksullar, zenginlerden daha fazla et tüketiyorlar. Yoksulların toplam besin tüketimi içerisinde etin payı, zenginlerinkinden daha yüksek. Bu da milyarderlerin bugün neden et tüketimini yeşil bir gelecek adına sıfırlamayı hedef olarak belirlediklerini izah ediyor.

Avrupa Birliği, 2021’de havacılık sektöründen “çevre” vergilerinin alınacağını duyurdu, ama özel jetlerin bu vergiden muaf tutulduğunu açıkladı.

Ayrıca bugün “çevreci” et politikasının hâkim olduğu döneme girdiğimiz süreçte Bill Gates’in Amerika’nın en büyük çiftlik arazisi sahibi olduğunu hatırlamak gerekiyor. Gates, her yerde arazi satın alıyor, ama bir yandan da kitlelere yapay et dayatmaya çalışıyor.

Bu iki yaklaşımı duyanlar, ileride fabrika benzeri çiftliklerin yol açtığı dehşetten uzaklaşıp, ya laboratuvarda üretilmiş ete ya da kendisini yenileyen tarıma yöneleceğimiz düşüncesine kapılmasınlar. Bilâkis, aşırı zenginlere getirilen uçuş kısıtlaması örneğinde olduğu gibi, iki seçeneğin de gündemde olduğu, toplumsal statünün seçeneklerin belirlenmesinde belirleyici olacağı bir geleceğe doğru ilerliyoruz. Toplumsal statüsüne göre kitleler yapay et, Bill Gates ise parasını verip aldığı, ekolojik çayırlarda otlamış hayvanlardan elde edilmiş, çevresel açıdan sürdürülebilir bifteğini mideye indirecek.

Mary Harrington
21 Şubat 2022
Kaynak

25 Mart 2022

Vegan Propagandası


Veganizmin ne ölçüde kabul gördüğü, merak konusu.

George Orwell vejetaryenleri, “yüce gönüllü kadınların ve ayaklarında sandalet, yüzlerinde sakal, ellerinde meyve suyu ile bir kedi leşinin üzerine üşüşen mavi at sinekleri gibi ilerlemenin kokusu peşine takılan adamların can sıkıcı kabilesi” olarak tarif ediyor.

Nasıl olduysa veganizm, Linda McCartney’nin kurutulmuş soya fasulyesiyle yaptığı sosisler sayesinde popüler oldu ve sağlığın yanında parlak bir geleceğe uzanan yol olarak görülmeye başlandı. Britanya veganizminin başpiskoposu George Monbiot, Guardian okurlarını şu sözüyle gaza getirmeye çalışıyordu: “Gezegeni kurtarmanın en iyi yolu ne mi? Eti ve sütü kesin.” Çünkü inekler geğirdiklerinde, osurduklarında havaya metan gazı salıyorlar.

Birleşik Krallık, veganizm konusunda dünya lideri. Vegan Derneği’nin kurulduğu ilk ülke. Veganuary isimli derneğin her yıl Ocak ayında düzenlediği etkinliğe yarım milyonu aşkın insan katılıyor, etkinlik dâhilinde bu insanlar hayvan ürünlerini tüketmeyi bırakıyorlar. Monbiot, bu derneğin “elçi”si. Bu elçiler vegan olmanızı, eti, sütü, yumurtayı ve balığı bırakmanızı istiyorlar. Üzerinize yünden hiçbir şey giyemiyorsunuz. Ayağınıza deri ayakkabı geçiremiyorsunuz.

Veganizmin elde ettiği başarı, cümlenin malumu. Veganlar bitki temelli gıda tüketiminin sağlıklı olduğu, ayrıca dünyada büyükbaş hayvanların yaşam koşullarının acınacak durumda olduğu konusunda da haklılar. Ben bile yirmi yıl domuz yetiştirdim. Ahlaki zeminde tekine bile bırakın bıçak veya çatalla dokunmayı, elimi dahi sürmem. O masum ineğin de iklim değişikliğinde payı var. Aklı başında olan, hayatı önemseyen her insan, bu tür görüşlere itiraz etmeyecektir.

Buna “alt veganizm” denilebilir. Bu tür veganizm, hassas ve duygu yüklüdür. Asıl sorun “üst veganizm”de, büyük harfle başlayan Veganizmdedir. Bu fikriyat, hayvan etiğinin, yeme rejiminin, çevreyle alakalı endişelerin ötesine geçmekte, akılla alakası olmayan, bilimin kıyısına uğramamış bir köktenciliğin yürüttüğü savaşın ideolojisi olarak ön plana çıkmaktadır.

İnsanlar Tanrı’yı öldürünce dinin yerine bir şey koymak istediler. Üst Veganizm, yolunu kaybetmiş orta sınıfların son dinidir.

Hayvan hakları aktivisti Ed Winters’ın This is Vegan Propaganda isimli kitabı bunun kanıtıdır. Kitabın “İçindekiler” bölümüne baktığınızda Veganizmdeki selametçiliğe dair izler buluyorsunuz.

“Veganizm Ahlaki Bir Hattır”, “Veganizmin Geleceğimiz Olması Gerektiğini Geçmiş Ortaya Koyuyor”, “Mutlu Çiftlik Hayvanı Diye Bir Şey Yok”. (Veganuary’nin internet sitesini ziyaret ettiğinizde karşınıza şirin bir ineği seven bir kadının fotoğrafı çıkıyor. Eğer inek hâlinden memnun değilse o vakit Veganuary ineği istismar ediyor demektir.) “Veganizm Hayatınızı Kurtarabilir”, “Vegan Dünya Herkes İçin İyi Olacaktır”.

Meseleyi anlamak için nereden başlamalı? Bence Âdem ile Havva’nın cennetten düşüşünden.

Veganlar, ilk insanların hem et hem sebze yediğini söyleyenlere karşı çıkıyorlar. İnsanın dişlerinin et yemek için uygun olmadığını iddia ediyorlar. Bazıları da “on bin yıl önce ne olmuşsa olmuş, bugün hayvanlara yaptıklarımızı on binlerce yıl önce yaşananlarla meşrulaştıramayız” diyorlar.

Esasen insan anatomisi son bir milyon yıl çok fazla değişmedi. Bizde hâlâ köpek dişleri var. Midemiz hâlen daha koyunun midesinden çok köpeğin midesine benziyor. Et yemek doğal bir pratik. Bir tabak et gördüğümüzde salyamız bu sebeple akıyor.

Bizdeki hayvani özü reddeden Veganizm, insanı yeryüzündeki tüm mahlukatın üzerine çıkartıyor. Doğru düşünme kılıfı ardına saklanmış bir türcülükten başka bir şey değil bu. Tuhaf olan şu ki et olmasaydı veganlardaki kusursuzluğa sahip, dili ve zekâsı olan insanlar hâline gelemezdik.

Harvard Üniversitesi’nde evrimci biyoloji bölümünde çalışan Katherine Zink ve Daniel Lieberman, bu hakikati kaleme aldıkları ve 2016 yılında Nature dergisinde yayımlanan “Etin Etkisi ve Alt Paleolitik Dönem İnsanında Çiğneyerek Gıda İşleme Teknikleri” isimli makalelerinde dillendiriyor:

“Beynin büyümesi ve konuşmanın gelişmesi gibi değişikliklere seçimle alakalı hangi baskılar katkıda bulunmuş olursa olsun, bu değişiklikler, gıda işleme teknolojisine giderek artan et tüketimi ile eşlik etmeseydi, asla yaşanamazdı.”

Her din gibi Veganizmde de bir cennet hikâyesi var. Winters meselâ, “Birleşik Krallık’taki birçok orman zaman içerisinde yok edildi, bu ormanların yerini suni yoldan üretilen ve beslenen hayvanların karnını doyurmak adına otlaklar aldı. Böylece aslında zarar veren bir ürün üretmiş olduk.” Burada yazar etten bahsediyor.

Peki bu otlaklar ekolojik açıdan kötü mü? Kuru bir çayırlıkta metrekare başına kırk farklı tür yaşayabiliyor. Buralar bitki zenginliği açısından da kolay bulunamayacak yerler. Büyükbaş hayvanları otlatmak, onların biyolojik çeşitliliği açısından da önemli. Hayvanlar otlatılmadığı vakit araziyi ağaçlar ve otlar kaplıyor.

Ama bir Veganın size bunları söylemesini asla beklemeyin. Çayırlarda görülen incirkuşu, kahverengi kelebek ve erkeç sakalı Veganizmin sunağında kurban edilecek şeyler. Sömürüye dair onca allı pullu laf etmelerine bakmayın, veganlar hayvan dostu değildir. Hepimiz Vegan olursak hayvanat bahçelerinde sayıları artık kontrolden çıkmış türlerin dışında tek bir çiftlik hayvanı kalmazdı ortada. Ermintrude ismindeki o operacı inek, Küçük Tavuk ve Koyun Shaun hep birlikte itlaf edilmeli veganlara göre.

Oysa bu imha pratiğinin ekoloji üzerinde zararlı bir etkisi olacaktır. Kafayı inek bokuna takmış gibi görünmek istemem ama bir inek dışkısıyla her yıl kendi ağırlığının beşte biri ağırlığında böcek üretir. Britanya’nın köylerinde yaban hayatının parçası olan birçok hayvan bu böceklerle beslenir. Bu hayvanların en önemlisi de gübre içindeki bokböceklerini yiyen tilkidir. Bazı bokböcekleri koyun dışkısını tercih ederler. Dolayısıyla dışkıdan kurtulduğunuzda bu bokböceklerinden de kurtulursunuz. İngiltere’nin doğusunda kırlangıçlar neden daha az görülüyor sanıyorsunuz? Çünkü bölgede artık yeterince inek boku yok.

Veganların ilmihali ise etin ve sütün dünyadaki tarım arazisinin yüzde 83’üne el koyduğunu, bunun karşılığında sadece toplam kalorinin yüzde 18’ini ürettiğini söylüyor. Oysa dünyadaki büyükbaş hayvanlar önemli bir yere sahip. Ekilebilir arazilerin üçte ikisi kuru, dik, taşlı, fazla sulak ve fazla rüzgârlı. Veganlar bir Masai sığırtmacı veya Shetlandlı bir çobanla konuşsalar, büyükbaş hayvanların insanların yiyemediği şeyleri yiyebilecekleri lezzetli şeylere dönüştürme noktasında oldukça faydalı olduğunu yalın bir dille anlatacaktır.

Veganizm büyükbaş hayvan yetiştiriciliğinin maliyetini biliyor ama değerini bilmiyor. Bitki temelli gıda ürünlerinin değerini biliyor ama maliyetini bilmiyor. Brezilya’daki yağmur ormanları sadece inekleri besleyecek soya fasulyesi için kesilmiyor, ayrıca “etsiz” burgerler için de kesiliyor. Doğu İngiltere’de ekilebilir araziler Veganların günlük ekmeği için kullanılıyor. Bunun sonucunda her yıl dört dönüm başına tonlarca toprak erozyona kurban veriliyor.

Çevre Bilimi ve Politika dergisinde kısa süre önce yayımlanmış bir incelemenin hesabına göre her yıl Avrupa’da bir hektarlık tarım arazisi başına 3,07 ton toprak kaybediliyor. Bunun büyük bir kısmı ekilebilir araziler. Bu oran öyle yüksek ki iklim değişikliği yüzünden denizler yükselmeden önce Veganlar açlıktan ölecekler.

Gelelim iklim değişikliği meselesine. Veganizm, metan gazı salan çiftlik hayvanlarını öldürerek dünyayı kurtarabilecek mi? Geviş getiren hayvanlar da metan gazı üretiyor. Pirinç de önemli bir metan gazı kaynağı. Pirinç üretimi kaynaklı metan, insanın sebep olduğu küresel ısınmanın yüzde üçünden sorumlu. Oysa otlayan ineklerin saldığı metan gazı karbondioksite dönüşüp toprağa karışıyor, oradan da yeni çıkan ota geçiyor. Suyla kaplı çeltiklerdeki metan gazı üretiminde durum çok farklı.

Eğer bir vegan o ürkütücü kehanetleriyle sizi korkutuyorsa, ona büyükbaş hayvanların beslenme kaynağı olan deniz yosunlarının salınımları yüzde 82 oranında azalttığından bahsedin.

Vegan olduğumuzda bunun iklim değişikliğine bir tesiri olacak mı, emin değilim. Kaliforniya Üniversitesi’nde profesör olarak çalışan, aynı zamanda havanın kalitesi konusunda dünya çapında önemli bir uzman olan Frank Mitloehner, tüm ABD halkı bir yıllığına vegan olduğu takdirde sera gazı salınımının yüzde iki oranında azalacağını söylüyor. Bu da bir şey tabii. Ama dünyayı kurtarmayacağı kesin.

Ve tekrar söylüyoruz: kimse maliyetleri dikkate almayacak mı? Şunu bir düşünün: Batı ne zaman hastalanmaya başladı? Yetmişli yıllarda, Batılı hükümetler et, süt ürünleri ve yumurtadaki doymuş yağları şeytanlaştıran ve karbonhidratları sağlıklı gıda olarak tanıtan beslenme tavsiyeleri yayınladılar. Sonuçta herkes obez oldu.

Winters, “et endüstrisi”nin kârı insanların önüne koyan yekpare bir yapı olduğunu söylüyor, peki ama Vegan endüstrisi öyle değil mi? Yatırımcılar, alternatif et ve süt ürünleri markalarına milyarlar akıtıyor. İngiltere ve İrlanda’da Nestlé Veganuary’yi destekliyor. Harrods ve Volkswagen, Veganuary’nin işyerlerinde vegan olmayı meydan okuma biçimi hâline getiren kampanyaya iştirak ediyor. Veganizmin üzerindeki cübbenin her yerinde büyük gıda şirketlerinin parmak izleri var.

Mintel’e göre, Z Kuşağı’na mensup tüketiciler Veganizmin büyük umudu. 25 yaşın altındakilerin yarısından fazlası (%54) hayvansal ürünlerin azaltılmasını insanların çevre üzerindeki etkisini azaltmanın iyi bir yolu olarak görmektedir. Büyük Vegan şirketleri bu kuşak üzerine yoğun bir çalışma yürüttü ve onların “ilerlemenin kokusunun peşine takılmalarını sağladı.” Z Kuşağı, Veganizmin sahte peygamberlerine karşı dikkatli olmalı.

Çevre bu şirketlerin ve insanların gerçekten umurunda olsaydı, Ocak ayını ayaklarındaki tenis ayakkabılarını çıkartıp bir çift deri ayakkabı giyerek kutlarlardı. Zira sentetik tenis ayakkabıları dünyadaki sera gazı salınımlarının yüzde 1,4’ünü teşkil ediyor. Çevreye çok önem veriyorlarsa, Amsterdam uçuşlarını iptal etmelidirler. Amsterdam seyahatinin bedeli, iki yıl vegan olmanın bedeline denk çünkü. Ya da naylon kazak yerine yün kazak giymeliler. Naylon üretimi, karbondioksitten 310 kat daha güçlü bir sera gazı olan nitröz oksite yol açıyor. Sonra meselâ süpermarkette ellerine aldıkları, Tayland’dan gelen yasemin pirincini yerine koyup kendi ülkelerinde üretilmiş organik dana etinden bir dilim alıp mideye indirmelidirler.

Mesele çiftlikte yetiştirilen öküzler değil, köktenci Veganist öküzler.

John Lewis-Stempel
5 Ocak 2022
Kaynak

24 Mart 2022

Gates'in Küresel Ajandası


Mart 2015’te Bill Gates, bir TED Konuşması’nda koronavirüsün bir görüntüsünü gösterdi ve izleyicilere bunun içinde yaşadığımız dönemin en büyük felâketi olduğunu söyledi. Gates’e göre, hayata yönelik gerçek tehdit “füzeler değil, mikroplar”dı. Beş yıl sonra koronavirüs pandemisi, dünyayı bir tsunami gibi sardığında, Gates pandemiyi “dünya savaşı” olarak nitelendirerek, savaş dilini yeniden canlandırdı.

Gates aynı konuşmada, “Koronavirüs pandemisi tüm insanlığı virüsle karşı karşıya getiriyor” diyordu.

Aslında salgın bir savaş değil. Salgın, savaşın bir sonucudur. Hayata karşı bir savaş. Doğanın iliğini sömüren makineye bağlı mekanik zihin, insanların doğadan ayrı olduğu ve doğanın sömürülecek ölü, atıl hammadde olduğu yanılsamasını yarattı. Ama aslında, biz [belli başlı yerlere özgü iklim tiplerinin görüldüğü ve hayvan topluluklarının yaşadığı bölge anlamında] biyomun bir parçasıyız. Aynı zamanda biz, [virüs florasına ait gen kümesi anlamında] viromun bir parçasıyız. Biyom ve virom biziz. Ormanlarımızın, çiftliklerimizin ve bağırsaklarımızın biyolojik çeşitliliğine savaş açtığımızda, aslında kendimize savaş açmış oluyoruz.

Sağlık alanında koronavirüs kaynaklı meydana gelen acil durum, iklim krizinden, canlı türlerinin yokoluşundan ve biyolojik çeşitliliğin ortadan kalkması ile meydana gelen acil durumlardan ayrı düşünülemez. Tüm bu acil durumların kökleri, insanları diğer varlıklardan ayrı ve onlardan üstün gören mekanik, militarist, insanmerkezci bir dünya görüşüne dayanmaktadır. Bu görüşe göre, insan dışı tüm varlıklar temellük edilebilir, yönlendirilebilir, kontrol altına alınabilir.

Bahsi edilen tüm acil durumlar, gezegenin sınırlarını ihlal eden, ekosistemlerin ve türlerin bütünlüğünü yok eden sınırsız büyüme yanılsaması ile sınırsız açgözlülüğe yaslanan bir ekonomik modelden kaynaklanıyorlar.

Küreselleşmiş, sanayileşmiş, verimsiz bir tarımın habitatları işgal etmesi, ekosistemleri yok etmesi ve hayvanları, bitkileri ve diğer organizmaları bütünlüklerine veya sağlıklarına saygı duymadan manipüle etmesi nedeniyle yeni hastalıklar ortaya çıkıyor. Koronavirüs gibi hastalıkların yayılmasıyla dünya genelinde tüm insanların birbirine bağlı olduğunu gördük, zira biz, diğer türlerin evlerini işgal ettik, bitkileri ve hayvanları ticari kazançlar ve açgözlülük için manipüle ettik ve tek tür ürünü temel alan tarımsal üretimle (monokültürle) meşgul olduk. Ormanları kestik, çiftlikleri zehirli, besin değeri olmayan ürünler üreten endüstriyel monokültürlere dönüştürdük, beslenme düzenlerimiz, sentetik kimyasallar ve genetik mühendisliği ile endüstriyel işleme tabi tutuldukça bozuldu, dahası, dünyanın ve yaşamın hammadde olduğu yalanına inanmaya devam ettik. Aramızdaki bağları bu tür yanlışlar kurdu. Biyolojik çeşitliliği, insanlar dâhil tüm canlıların bütünlüğünü ve kendilerince kurdukları örgütlülükleri korumak yerine, böylesi yalandan bağlar kurmayı tercih ettik.

Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre “dünyadaki toplam 3,3 milyarlık işgücünün 2 milyarı enformel sektörde çalışıyor, bu 2 milyarlık toplamın 2 milyarı son süreçte geçinemez hâle geldi, alınan tedbirlerden ciddi zarar gördü.” Dünya Gıda Programı ise 250 milyon insanın açlıkla yüzleşeceğini, her gün 300 bin kişinin öleceğini söylüyor. Bu insanları da salgınlar öldürüyor. Oysa öldürmek, hayat kurtaracak reçete olamaz.

Sağlık, yaşam ve canlı sistemlerle ilgilidir. Bill Gates gibi isimlerin tüm dünyaya reklâm ettiği ve dayattığı sağlık paradigmasında “yaşam”a yer yok.

Gates, sağlık sorunları için yukarıdan aşağıya analizler ve reçeteler empoze etmek için küresel ittifaklar oluşturdu. Sorunları tanımlamak için para veren, sonra da etkisini ve parasını çözümleri empoze etmek için kullanan gene o. Üstelik bir de bu sürecin sonunda onun cebi doluyor. Onun akıttığı paralar, demokrasiyi ve biyolojik çeşitliliği, doğayı ve kültürü yok ediyor. Onun “hayırseverliği” sadece “hayırsever kapitalizm” olarak nitelendirilemez. O aynı zamanda “hayırsever emperyalizm” olarak görülmelidir.

Koronavirüs pandemisi ve karantina, istila edilecek yeni koloniler olarak bedenlerimiz ve zihinlerimizle kontrol edilecek nesnelere nasıl indirgendiğimizi daha da net bir şekilde ortaya koydu.

İmparatorluklar koloniler yaratır, koloniler yerli canlı toplulukların ortak mallarını çevreler ve onları kâr için çıkarılacak hammadde kaynaklarına dönüştürür. Bu doğrusal, doğayı sömürme üzerine kurulu mantık, doğal dünyada yaşamı sürdüren gerçek ilişkileri göremez. Çeşitliliğe, yenilenme döngülerine, verme-paylaşma gibi değerlere, kendi kendini örgütlemeye, karşılıklılığın gücüne ve potansiyeline karşı kördür. Yarattığı israfı ve yol açtığı şiddeti asla görmez. Genişletilmiş koronavirüs karantinası, insanlıksız bir gelecek için bir laboratuvar deneyinden ibarettir.

26 Mart’ta koronavirüs pandemisinin zirvesinde ve karantinanın ortasında, Microsoft’a Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü (WIPO) tarafından bir patent verildi. Patent WO 060606, "Bir kullanıcıya verilen görevle ilişkili İnsan Vücudu Aktivitesi’nin, bir kripto para birimi sistemiyle bağlantılı yürütülecek veri madenciliği işleminde kullanılabileceğin”den bahsediyor.

Microsoft'un araştırmak istediği “vücut aktivitesi”, insan vücudundan yayılan radyasyonu, beyin etkinliklerini, vücut sıvı akışını, kan akışını, organ etkinliğini, göz hareketi, yüz hareketi ve kas hareketi gibi vücut hareketlerini ve görüntüler, dalgalar, sinyaller, metinler, sayılar, dereceler veya diğer her türlü bilgi veya veri ile algılanabilen ve temsil edilebilen her çeşit aktiviteyi içeriyor.

Patent, aslında bedenlerimiz ve zihinlerimiz üzerinde fikri mülkiyet hakkı iddiasında bulunuyor.

Sömürgecilikte sömürgeciler, yerli halkın topraklarını ve kaynaklarını almayı, kültürlerini ve egemenliklerini yok etmeyi ve olağanüstü durumlarda onları yok etmeyi kendilerine hak görürler. Patent WO 060606, Microsoft’un bedenlerimizin ve zihinlerimizin onun yeni kolonileri olduğunun bir beyanıdır. Biz “hammadde”nin çıkartılacağı madenleriz, vücudumuz, veri denilen o hammaddenin çıkartıldığı maden ocağıdır. Eylemlerimizin, parçası olduğumuz ve ayrılmaz bir biçimde bağlı olduğumuz doğal ve toplumsal dünya üzerindeki etkileri konusunda akıl ve ahlakî değerlerle kararlar alıp seçimler yapan egemen, maneviyatı olan, bilinçli, akıllı varlıklar olmaktan çıkıyoruz, salt “kullanıcı” oluşa indirgeniyoruz. “Kullanıcı” denilen şeyse dijital imparatorlukta seçeneği olmayan bir tüketiciden başka bir şey değil.

Gelgelelim Gates’in vizyonu bundan ibaret değil. Daha da kötü olan bir yanı var. Bu vizyonun amacı, en savunmasız olanlardan başlayarak, daha onlar özgürlük ve egemenliğin neye benzediğini, neler hissettirdiğini anlama fırsatı bulamadan, çocuklarımızın zihinlerini, bedenlerini ve ruhlarını sömürgeleştirmek.

Mayıs 2020'de New York Valisi Andrew Cuomo, Gates Vakfı ile “eğitimi yeniden icat etme” amacı doğrultusunda bir ortaklık içine girdiğini açıkladı. Gates'i bir “vizyoner” olarak nitelendiren vali, “pandeminin Gates’in fikirlerini pratiğe dökme ve ilerletme konusunda tarihsel bir fırsat sunduğunu, tüm fizikî sınıfların ve binaların elimizdeki teknolojiyle bütünleştirilebileceğini” söyledi.

Aslında Gates, son yirmi yıldır ABD'deki kamu eğitim sistemini ortadan kaldırmak için uğraşıyor. Onun için öğrenciler veri madenleridir. Tam da bu sebeple Gates, devamlılık, üniversitelere kayıt olan öğrenci sayısı, matematik sınavlarından ve okuma sınavlarından alınan notlar gibi göstergeler üzerinde duruyor. Çünkü bu tür göstergelerin kolaylıkla sayısallaştırılabileceğini ve veriye dönüştürülebileceğini düşünüyor. Eğitimi yeniden tasavvur ederken, çocuklar evde tek başlarına uzaktan ders almaya zorlanırken, onlar, derse katılım gösterip göstermediklerini kontrol etmek amacıyla devreye sokulan gözetim sistemleri ile izlenecekler. Bu türden bir distopya, okula dönmeyen çocukların elinden oyun oynama imkânının alınması, arkadaşlarından mahrum bırakılması üzerine kurulu. Toplumun olmadığı, ilişkilerin, sevginin ve dostluğun kendisine yer bulmadığı bir dünya bu.

Gates ve tüm teknoloji baronlarının gözüyle geleceğe baktığımızda, yeni İmparatorlukta yeri olmayan çok sayıda “atıl” insanın yaşadığı, fazlasıyla kutuplaştırılmış bir dünya çıkıyor karşımıza. Yeni İmparatorluğa dâhil olanlarsa dijital kölelerden biraz hallice olacaklar.

Tabii bir de bu tür bir gelecek vizyonuna direnmek gibi bir seçenek de var elimizde. Başka bir geleceğin tohumlarını bugünden ekebilir, demokrasilerimizi derinleştirebilir, müştereklerimizi geri alabilir, çeşitliliğimiz ve özgürlüğümüz açısından zengin, kendi birliğimiz ve birbirine bağlılığımız içinde bir olan Tek Dünya Ailesinin yaşayan üyeleri olarak dünyaya yeniden can verebiliriz. Daha sağlıklı bir gelecek tasavvuru bu. Onun için dövüşmek gerek. Böylesi bir dünyayı talep etmek gerek.

Çünkü yok olmanın eşiğindeyiz. Yaşayan, bilinçli, akıllı, özerk varlıklar olarak insanlığımızın, sömürgeleştirmesine ve yıkımına engel olamayan, sınır tanımayan bir açgözlülük makinesi tarafından söndürülmesine izin mi vereceğiz? Yoksa makineyi durdurup dünya üzerindeki yaşamı korumak için insanlığımızı, özgürlüğümüzü ve özerkliğimizi mi savunacağız?

Vandana Şiva
29 Eylül 2020
Kaynak

22 Mart 2022

Kapitalizmin Krizi ve Distopik Sıfırlama


Bugün, etkili bir isim olan yönetim kurulu başkanı Klaus Schwab'ın vizyonuna uygun hareket eden Dünya Ekonomi Forumu, yaşama, çalışma ve ilişki kurma tarzımızı kökten değiştirecek yapısal bir değişim süreci olarak gündeme gelen distopik “büyük sıfırlama” fikrinin odağında duruyor.

Büyük sıfırlama, geçim kaynaklarının ve tüm sektörlerin, ilâç şirketlerinin, Amazon ve Google gibi yüksek teknoloji/büyük veri devlerinin, önemli küresel zincirlerin, dijital ödeme sektörünün, biyoteknoloji şirketlerinin vs. tekelini güçlendirip hegemonyasını artırmak adına feda edildiği koşullarda, temel özgürlüklerin kalıcı olarak kısıtlanacağı, kitlesel gözetleme pratiklerinin yerleşik hâle geleceği bir kapitalist dönüşümü öngörüyor.

Kovid salgını ile mücadele kapsamında alınan kapanma ve kısıtlama tedbirlerinin bahane ve perde olarak kullanıldığı büyük sıfırlama süreci, “Dördüncü Sanayi Devrimi” kılıfı altında, hızla ilerledi. Bu süreçte küçük işletmeler iflasa sürüklendiler, tekeller tarafından satın alındılar. Ekonomiler, birçok işin ve görevin yapay zekâ destekli teknolojiye devredildiği koşullarda, “yeniden yapılandırılıyor.”

Ayrıca bir yandan da, “sürdürülebilir tüketim” ve “iklim acil durumu” retoriğiyle desteklenen “yeşil ekonomi”ye doğru gidişe tanık oluyoruz.

Kapitalizmin kâr için ihtiyaç duyduğu yeni alanlar, “finansallaştırma” ve doğanın tüm yönlerinin mülk edinilmesi yoluyla yaratılacakmış gibi görünüyor; doğa, tam da sahte “çevreyi koruma” anlayışı ile sömürgeleştirilecek, metalaştırılacak ve ticaretin konusu hâline getirilecek. Bu, esasen, “sıfır emisyon” bahanesi altında, kirleticilerin çevreyi kirletmeye devam edebilecekleri, ancak yerli halkların ve çiftçilerin topraklarını ve kaynaklarını karbon yutağı olarak kullanmak ve alıp satmak (dolayısıyla bu topraklardan ve kaynaklardan kâr elde etmek) suretiyle “dengeleyebilecekleri” anlamına geliyor. Bu, aslında “yeşil emperyalizm”e dayanan başka bir finansal Ponzi planı.

Dünyanın dört bir yanında politikacılar, “yeni normal”e geçiş için gerekli zemini “daha iyi” inşa etme gerekliliğinden bahsederlerken, bu büyük sıfırlama söylemine başvuruyorlar. Hepsinin ağzından aynı lafın dökülmesi, hiç de tesadüf değil.

Peki ama bu sıfırlama neden gerekli?

Kapitalizm, kâr oranlarını korumak zorunda. Hâkim ekonomik sistem, sürekli artan seviyelerde kaynak temini, üretim ve tüketim talep ediyor, ayrıca büyük firmaların yeterince kâr elde etmesi için her yıl belirli düzeyde GSYİH artışına ihtiyaç duyuyor.

Gelgelelim piyasalar doydu, talep oranları düştü, aşırı üretim ve aşırı sermaye birikimi, bir sorun hâline geldi. Buna karşılık, işçi ücretlerinin düşürüldüğü, finans ve emlak spekülasyonlarının arttığı (yeni yatırım piyasalarının oluştuğu) koşullarda, hisselerin alındığına, büyük çaplı kurtarma operasyonlarının yapıldığına, (özel sermayenin hayatta kalma kapasitesini muhafaza etmek için kullanılan kamuya ait para anlamında) sübvansiyonlara, ayrıca (ekonominin birçok sektörü için büyük bir itici güç olarak) militarizmdeki artışa tanıklık ediyoruz.

Ayrıca, küresel şirketlerin yabancı ülkelerdeki pazarları ele geçirmesi ve genişletmesi için üretim sistemleri ortadan kaldırılıyor.

Ne var ki bu çözümler, yüzeysel ve geçiciydi. Dünya ekonomisi, sürdürülemez bir borç dağının altında boğuluyordu. Pek çok şirket, kendi borçlarının faizlerini karşılayacak kadar kâr elde edemeyecek durumdaydı ve sadece yeni krediler alarak ayakta kalabiliyordu. Düşen cirolara, azalan kâr oranlarına ve sınırlı nakit akışlarına, ancak borçla dengelenen bilançolar eşlik ediyordu.

Ekim 2019'da bir Uluslararası Para Fonu konferansında yaptığı konuşmada, eski İngiltere Merkez Bankası başkanı Mervyn King, dünyanın “demokratik piyasa sistemi” olarak adlandırdığı sistem için yıkıcı sonuçları olacak yeni bir ekonomik ve finansal krize doğru yürüdüğü konusunda uyarıda bulundu.

King'e göre, küresel ekonomi, düşük büyüme tuzağına saplanmıştı, üstelik 2008 krizinden çıkış süreci, Büyük Buhran'ı takip eden süreçten daha yavaş ilerliyordu. King, o konuşmada, Amerikan Merkez Bankası’nın ve diğer merkez bankalarının politikacılarla kapalı kapılar ardında görüşmelere başlama zamanının geldiği sonucuna varıyordu. 16 Eylül günü repo piyasasında faiz oranları yükseldi. Amerikan Merkez Bankası, dört gün boyunca, günlük 75 milyar dolarlık bir müdahaleyle sürece dâhil oldu. Bu, 2008 krizinden bu yana görülmeyen bir tutardı.

Cardiff Üniversitesi'nde eleştirel teori profesörü olarak çalışan Fabio Vighi'ye göre, o sırada Amerikan Merkez Bankası, Wall Street'e haftada yüz milyarlarca doların pompalanmasını sağlayan bir acil para programını devreye soktu.

Son iki yıldır, “pandemi” kisvesi altında, ekonomilerin kapatıldığını, küçük işletmelerin ezildiğini, işçilerin işsiz bırakıldığını ve insan haklarının yok edildiğini gördük. Kapanmalar ve kısıtlamalar bu süreci hızlandırdı. Bu sözde “halk sağlığı önlemleri”, kapitalizmin krizini yönetmeye çalışanlara hizmet etmekten başka bir işe yaramadılar.

Neoliberalizm, işçilerin gelirlerini ve aldıkları sosyal yardımları kıstı, ekonomiler dâhilinde kilit rol oynayan sektörleri ülke dışına savurdu, talebi sürdürmek ve zenginlerin hâlâ yatırım yapıp bundan kâr elde edebilecekleri finansal Ponzi planları oluşturmak için elindeki her tür aracı kullandı.

2008 çöküşünün ardından bankacılık sektörüne yapılan kurtarma operasyonları, yalnızca geçici bir soluklanma sağladı. Çöküş etkisini, milyarlarca dolarlık kurtarma paketleriyle birlikte, Kovid öncesinde yaşanan çok daha büyük bir patlamayla ortaya koydu.

Fabio Vighi, tüm bunlarda “pandemi'nin rolü olduğunu söylüyor:

“[…] Sanırım bazı insanlar, genellikle vicdansız olan muktedir elitlerin, neredeyse yalnızca üretim dışı olan (seksen yaşın üzerindeki) kişileri öldüren bir virüs karşısında, dünya üzerinde işleyen kâr mekanizmasını durdurmaya neden karar verdiklerini artık merak etmeye başlamıştır.”

Vighi, Kovid öncesi dönemde dünya ekonomisinin başka bir büyük çöküşün eşiğine geldiğinden, İsviçre Ödemeler Bankası’nın, dünyanın en güçlü yatırım fonu olan BlackRock’ın, G7 ülkelerindeki merkez bankalarının ve diğer güçlerin finansal iflası önlemek için nasıl uğraştıklarından bahsediyor.

Kapanma tedbirinin uygulanmasında ve ekonomik işlemlerin dünya genelinde askıya alınmasında asıl amaç, Amerikan Merkez Bankası’nın (Kovid bahanesiyle) zor durumdaki finans piyasalarını yeni basılmış parayla doldurmasına ve hiperenflasyonu önlemek için reel ekonominin kapısına kilit vurmasına imkân sağlamaktı.

Vighi’nin tespitiyle:

“Mart 2020’de borsa, kapanma tedbirinin uygulamaya konulmasının zorunlu hâle gelmesi sebebiyle çökmedi, bilâkis, finans piyasaları çöktüğü için kapanma tedbirleri alınmak durumunda kalındı. Kapanmalarla birlikte ticari işlemler askıya alındı, bu da kredi talebini azalttı, neticede salgın durdu. Başka bir ifadeyle, sıra dışı para politikası ile finansal yapı yeniden inşa edilmeliydi, bu ise ekonominin motorunun durdurulmasına bağlıydı.”

Tüm bu adımların amacı, Kovid “yardımları” kılıfı ardında, Wall Street’i kurtaracak trilyonlarca doların akıtılmasını sağlamaktı. Sonrasında bu yardımları, kapitalizmi yeniden yapılandıracak plan takip etti. İlgili plan dâhilinde küçük işletmeler ya iflasa sürüklendiler ya da tekeller ve küresel zincirler tarafından satın alındılar. Böylelikle, bu yağma ile büyüyen şirketlerin kesintisiz kâr etmeleri güvence altına alınmış oldu. Bunun bedeli, kapanmalar ve hızlanan otomasyon ile milyonlarca insanın işsiz kalmasıydı.

Kovid’le mücadele kapsamında hazırlanan yardım paketlerinin faturasını sıradan insanlar ödeyecek. Eğer finansal kurtarma paketleri plana uygun sonuçlar doğurmazsa, muhtemelen başka bir “virüs” bahanesiyle veya “iklim acil durumu” bahanesiyle tekrar kapanmalar gündeme gelecek.

Burada sadece büyük finans şirketleri kurtarılmıyor. Zaten zor durumda olan ilâç endüstrisi de para kazandıran Kovid aşıları ile önemli bir can simidine kavuşuyor. Zira ilâç şirketleri, geliştirilmesi ve satın alınması için ayrılan kamu fonları ile üretilen bu aşılar sayesinde kurtarılıyorlar.

Öyle ya da böyle, bugün dünya genelinde milyonlarca insanın geçim kaynaklarından mahrum kalışına tanıklık ediyoruz. Ufukta görünen, yapay zekâ ve gelişmiş otomasyon üzerine kurulu üretim, dağıtım ve hizmet temini dâhilinde artık kitlesel bir işgücüne gerek kalmayacak.

Bu süreç, beraberinde kapitalist ekonomik faaliyetin ihtiyaç duyduğu emeği yeniden üretmeye ve sürdürmeye hizmet eden kitlesel eğitim, sosyal yardımlar ve sağlık hizmeti verilmesinin gerekli olup olmadığına, bu alanların geleceğine dair önemli soruları gündeme getiriyor. Ekonomi yeniden yapılandırıldıkça, emeğin sermayeyle ilişkisi de dönüşüyor. Bu da “işin kendisi kapitalistler nezdinde emekçi sınıfların varlığının bir koşulu ise, bugün kapitalistler, artık ihtiyaç duymadıkları bir fazla emek havuzunu neden muhafaza etsinler?” sorusunu sordurtuyor.

Bugün nüfusun büyük bir bölümünün sürekli işsizlik tuzağına düştüğü koşullarda, yöneticiler, kitlesel muhalefetle ve direnişlerle uğraşmak istemiyorlar. Bu sebeple, günümüz dünyası, hareket ve toplanma özgürlüğünden siyasi protesto ve ifade özgürlüğüne kadar birçok farklı özgürlük alanının kısıtlanması için tasarlanmış bir biyogüvenlikçi gözetim devletine tanık oluyor.

Nüfusun giderek büyüyen bir kısmının “üretken olmayan” ve “işe yaramaz yiyiciler” olarak görüldüğü, yukarıdan aşağıya doğru örgütlenmiş bir gözetim kapitalizmi sisteminde elitler, bireyciliği, liberal demokrasiyi, özgür seçim ideolojisini ve tüketimciliği, siyasi haklar, yurttaşlık hakları ve özgürlükler gibi “gereksiz lüksler” olarak görüyorlar.

Bir ülkenin “liberal demokrasiden” ne kadar hızlı bir şekilde toplanma ve protestolara müsamaha gösterilmeyen, sonu gelmeyen karantinaların olduğu, acımasız ve totaliter bir polis devletine dönüştüğünü görmek için Avustralya'da süregiden zorbalığa bakmamız yeterli.

Sağlığı korumak adına insanların dövülmesi, yerlerde sürüklenmesi ve plastik mermilerle vurulması ne kadar mantıklı ve anlamlıysa, “hayat kurtarmak” için sosyal ve ekonomik açıdan insanları yıkıma sürükleyen, tüm toplumları mahveden karantinalar da o kadar mantıklı ve anlamlı.

Esasen burada mantık aranmamalı. Ama tabii, olan bitene kapitalizmin krizi açısından bakarsak, her şey çok daha mantıklı gelmeye başlayacaktır.

İlk kapanma kararı alındığında insanlar, zaten 2008 çöküşünü izleyen kemer sıkma önlemlerinin yol açtığı etkilerin çilesini çekiyorlardı.

Devletler, ileride daha köklü ve daha sert sonuçların doğacağını, daha kapsamlı değişimlerin yaşanacağını biliyorlar. Bu nedenle, kitleleri kölelik kıvamına getirme ve daha sıkı bir biçimde kontrol altına alma konusunda oldukça kararlı görünüyorlar.

Colin Todhunter
14 Şubat 2022
Kaynak