Küresel
pandeminin muhtelif aşamaları boyunca, insanların epidemiyolojik stratejiler
açısından tercihleri, siyasi yönelimleriyle yakından örtüşme eğiliminde olagelmiştir.
Donald Trump ve Jair Bolsonaro, Mart 2020’de bir izolasyon stratejisinin
hikmetine ilişkin şüphelerini dile getirdiklerinden beri, liberaller ve çoğu
sosyalist de dâhil olmak üzere, Batı’daki siyasi yelpazenin solunda duranlar,
halkın gözü önünde izolasyon stratejisine, dolayısıyla aşı pasaportu fikrine
bağlı olduklarını dosta düşmana ispatlamak için türlü taklalar attılar.
Avrupa
genelinde aşısızlara yönelik katı kısıtlama politikalarının yürürlüğe konduğu
bugünlerde, genel manada ayrımcılığa uğrayan azınlıkları savunma noktasında
sesi çok çıkan solcular, nedense o derin sessizlikleriyle dikkat çekiyorlar.
Kendimizi
hep solda konumlandıran yazarlar olarak bu gidişattan rahatsızlık duyuyoruz. Son araştırmalar, aşılı ve aşısızlar
arasında bulaşma açısından yok denecek kadar küçük bir fark olduğunu ortaya koyarken, sağlıklı
bireylerin karantinaya alınması konusunda gerçekten ilerici tek bir eleştiriye
bile rastlanmıyor. Solun Kovid’e tepkisi, bugünlerde, sol siyasette ve
düşüncede en az otuz yıldır devam eden daha geniş bir krizin parçası olarak somutluk
kazanıyor. Bu sebeple, bu tepkinin biçimlendiği süreci tespit etmek gerekiyor.
Pandeminin
ilk aşamasında, karantinalar döneminde görüldü ki kültürel ve ekonomik sağa
meyilli olanların, karantinalardan kaynaklanan sosyal, ekonomik ve psikolojik
zararı vurgulama ihtimali daha yüksek. Bu arada, Donald Trump’ın başlangıçta
izolasyona ve kapanmalara yönelik şüpheli tutumu, kültürel ve ekonomik sola
meyledenlerin çoğu için bu pozisyonu savunulamaz hâle getirdi. Sosyal medya
algoritmaları, sonrasında bu kutuplaşmayı daha da körükledi. Bu nedenle, Batılı
solcular çok hızlı bir şekilde, “yaşamdan yana” ve “kolektiften yana” bir seçim
olarak görülen izolasyonu teorik planda halk sağlığını veya toplumsal sağlık
hakkını savunan bir politika olarak benimsediler. Bu arada sokağa çıkma
yasağına yönelik her türlü eleştiri, “sağcı”, “ekonomi yanlısı” ve
“birey yanlısı” bir yaklaşım olarak eleştirildi, ayrıca eleştiri sahipleri, “kâr”ını
ve “iş”ini insanların hayatından üstün tutmakla suçlandılar.
Özetle,
onlarca yıllık siyasi kutuplaşma, tutarlı bir sol tepkinin ne olacağı konusunda
herhangi bir tartışmaya izin vermeden, mevcut halk sağlığı sorununu anında
siyasallaştırdı. Aynı zamanda, solun konumu, onu her türlü işçi sınıfı
tabanından uzaklaştırdı, çünkü düşük gelirli işçiler, devam eden izolasyon
politikalarının sosyo-ekonomik etkilerinden en ciddi şekilde etkilenenler ve
aynı zamanda en çok işsiz kalanlar oldu.
"Laptop sınıfı" ise Zoom’dan yararlandı. Aynı siyasi fay hatları, aşının
piyasaya sürülmesi sırasında ve şimdi de Kovid pasaportları aşamasında ortaya
çıktı. Direniş sağla ilişki kurarken, ana akım soldakiler genellikle her iki
önlemi de destekliyor görünüyorlar. Muhalefet, bilim karşıtı irrasyonalizm ile
bireyci özgürlükçülüğün bir karışımı olarak takdim edilip şeytanlaştırılıyor.
Peki
ama ana akım sol, neredeyse tüm Kovid önlemlerini destekleme noktasına neden
geldi? Sağlık ve ekonomi arasındaki ilişkiye dair, refah ve sağlık sonuçlarının
ne kadar yakından bağlantılı olduğunu gösteren onlarca yıllık (sol eğilimli)
sosyal bilim araştırmalarını taşkalaya alan bu kadar basit bir görüş, nasıl
ortaya çıktı? Eşitsizliklerdeki muazzam artışı,
yoksullara, yoksul ülkelere, kadınlara ve çocuklara yönelik saldırıyı, yaşlılara dönük acımasız muameleyi ve
bu politikalardan kaynaklanan, en zenginlerin ve şirketlerin servetinde yaşanan
muazzam artışı sol neden görmezden geldi?
Aşıların
geliştirilmesi ve piyasaya sürülmesiyle ilgili olarak sol, söz konusu para göz
önüne alındığında, BioNTech, Moderna ve Pfizer’in Kovid'den saniyede 1.000 ABD
dolarının üzerinde para kazandığı koşullarda, aşı üreticilerinin 'halkın iyiliğini düşünme'nin yanında başka motivasyon kaynakları olabileceğini söyleyenleri neden alaya aldı?
Dahası, devlet baskısına maruz kalan solun, bugün Kovid pasaportlarının endişe
verici etik ve politik sonuçlarından habersiz görünmesi nasıl mümkün olabilir?
Soğuk
Savaş, dekolonizasyon dönemi ve küresel bir ırkçılık karşıtı siyasetin
yükselişi ile aynı zamana denk gelirken, Soğuk Savaş’ın sonu, sömürgesizleştirme
siyasetinin sembolik zaferi ve Apartheid'ın sona ermesiyle birlikte sol siyaset
için varoluşsal bir krize yol açtı. Neoliberal ekonomik hegemonyanın yükselişi,
küreselleşme ve kurumsal ulusaşırıcılık, hep birlikte, solun bir yeniden
dağıtım motoru olarak devlete dair tarihsel görüşünün altını oydu. Bununla birlikte, Brezilyalı
teorisyen Roberto Mangabeira Unger’in iddia ettiği gibi sol,
her zaman en büyük kriz zamanlarında başarılı oldu: Rus Devrimi Birinci Dünya
Savaşı’ndan, refah kapitalizmi İkinci Dünya Savaşı’ndan istifade etmişti. Bu
tarih, solun bugünkü konumunu kısmen açıklayabilir: Krizi büyütmek ve onu bitmeyen
kısıtlamalar yoluyla uzatmak, bazıları tarafından onlarca yıllık varoluşsal
krizden sonra sol siyaseti yeniden inşa etmenin bir yolu olarak görülüyor
olabilir.
Solun
neoliberalizmin doğasına ilişkin kusurlu anlayışı, onun krize tepkisini de
etkilemiş olabilir. Soldaki çoğu insan, neoliberalizmin devletin piyasa lehine “geri çekilmesini” veya “oyulması”nı içerdiğine inanıyor. Bu nedenle sol,
pandemi boyunca devletin faaliyetlerini, kendilerine göre, potansiyel olarak
neoliberalizmin sözde devlet karşıtı projesini tersine çevirme potansiyeline
sahip, memnuniyetle karşılanan bir “devletin dönüşü” durumu olarak yorumladı. Diyelim
ki bu argümandaki şüpheli mantığı kabul ettik, bu durumda argümandaki sorun
ortadan kalkmış olmaz: İlgili argüman, neoliberalizmin sönümlenmesine ihtiyaç duymamaktadır. Bilâkis, devletin gayrisafi
yurtiçi hâsıla içerisindeki yüzdelik payı neoliberal dönem boyunca artmaya
devam etti.
Üstelik
bu gelişme kimseyi şaşırtmadı. Neoliberalizm, en az “Keynesçilik” kadar
kapsamlı devlet müdahalesine dayanır. Aradaki tek fark, neoliberalizmde
devletin işçi sınıfını gözetim altında tutmak, büyük bankaları ve şirketleri
iflastan kurtarmak gibi büyük sermayenin çıkarına olan adımların daha da güçlü atılması
için sürece müdahale etmesiyle ilgilidir.
Aslında
bugün sermaye, birçok yönden devlete her zamankinden daha fazla bağımlıdır. Shimshon
Bichler ve Jonathan Nitzan’ın belirttiği gibi:
“Kapitalizm geliştikçe,
hükümetler ve büyük şirketler giderek daha fazla iç içe geçiyorlar. […] Kapitalist
iktidar tarzı ve onu yöneten egemen-sermaye koalisyonları küçük hükümetlere
ihtiyaç duymazlar. Aslında birçok açıdan daha büyüklerine ihtiyaçları var.”
Neoliberalizm,
çoğu kez iddia edilenin aksine, küçük, devletten ari piyasacı kapitalizmden çok
bugün devletçi-tekelci kapitalizm
biçimine veya şirketokrasiye benziyor. Bu, onun bugün neden giderek daha güçlü,
müdahaleci ve hatta otoriter devlet aygıtları ürettiğini açıklamaya yardımcı olacaktır.
Solun
var olmayan bir “devletin dönüşü” fikrine tezahürat yapması, utanç verici
ölçüde çocukça bir davranıştır. Asıl kötüsü de solun bu hatayı daha önce de yapmış
olmasıdır. 2008 mali krizinin ardından bile birçok solcu, büyük bütçe
açıklarını “Keynes'in dönüşü” olarak selamlamıştı. Aslında
bu tedbirlerin, hükümet harcamalarının tam istihdam hedefine ulaşmak için
kullanılmasını tavsiye eden Keynes ile pek de ilgisi yoktu, daha çok, krizin
suçlusu olan büyük bankaları desteklemeyi amaçlıyordu. Dahası bu tedbirleri, Avrupa
genelinde sosyal yardım sistemlerine ve işçi haklarına yönelik eşi benzeri
görülmemiş saldırılar takip etti.
Kovid
testleri, kişisel koruyucu ekipmanlar, aşılar ve şimdi aşı pasaportu
teknolojileri için devlet ihaleleri (genellikle kayırmacılık kokan şaibeli
anlaşmalar yoluyla)
ulus ötesi şirketlere dağıtılıyor. Dolayısıyla 2008 krizi sonrası döneme benzer
adımlar bugün de atılıyor. Bu arada, vatandaşların yaşamları ve geçim
kaynakları “yeni normal” tarafından alt üst ediliyor. Solun bundan tamamen
habersiz görünmesi, özellikle kafaları gerçekten karıştıran bir mesele.
Neticede
hükümetlerin neoliberal gündemi daha da sağlamlaştırmak için krizleri sömürme
eğiliminde olduğu fikri, son dönemde sol literatürün temel unsurlarından biri olagelmiştir.
Örneğin Pierre Dardot ve Christian Laval, neoliberalizm koşullarında krizin bir
“yönetim yöntemi” hâline geldiğini savunuyor.
Nispeten
daha ünlü olan çalışma, Naomi Klein’ın 2007’de kaleme aldığı Şok Doktrini’dir.
Klein kitabında, “felâket kapitalizmi” denilen meseleyi inceler. Yazarın temel
tezi, halkın korkması ve yön bulamaması durumlarında toplumları yeniden
yapılandırmanın daha kolay olduğu fikri üzerine kuruludur: normalde politik
olarak imkânsız olan mevcut ekonomik düzende önemli değişiklikler, halk neler
olup bittiğini anlamak için gerekli zamanı dahi bulamadan, hızlı bir şekilde,
art arda empoze edilir.
Bugün
de benzer bir dinamik işliyor. Örneğin, koronavirüs salgınıyla mücadele için
hükümetler tarafından getirilen yüksek teknolojili gözetim önlemlerini, dijital
kimlikleri, halka açık gösterilere yönelik baskıları ve yasaların hızlı
takibini ele alalım. Yakın tarihin bir anlamı varsa, hükümetler, 11 Eylül sonrası birçok anti-terör
yasasında olduğu gibi, olağanüstü hâl kurallarının çoğunu kalıcılaştırmanın bir
yolunu mutlaka bulacaktır.
Edward Snowden’in de
belirttiği üzere: “Özellikle bugün olağanüstü hâl tedbirlerinin, uygulamaya
konulduğu andan itibaren kalıcı bir nitelik arz edeceğini hep birlikte
göreceğiz. Olağanüstü hâl, neticede hep genişleme eğilimindedir.” Bu aynı
zamanda, kapanma karşıtı konumu nedeniyle ana akım sol tarafından karalanan
İtalyan filozof Giorgio Agamben’in “istisna hâli”yle ilgili fikirlerini de
doğruluyor.
Nihayetinde,
bir hükümetin herhangi bir adımı ve faaliyeti, gerçekte neyi temsil ettiğine
göre değerlendirilmelidir. İşçilerin ve azınlıkların haklarını ilerletmeye, tam
istihdam yaratmaya, önemli kamu hizmetleri sağlamaya, şirketlerin gücünü dizginlemeye,
piyasaların işlevsizliklerini düzeltmeye, kamu yararına önemli endüstrilerin
kontrolünü ele geçirmeye hizmet ediyorsa, hükümet müdahalesini destekliyoruz. Ancak
son 18 ayda bunun tam tersine tanık olduk: ulusötesi şirket devlerinin ve
onların oligarklarının, işçiler ve yerel işletmeler pahasına benzersiz bir
şekilde güçlendiğine şahit olduk. Geçen ay Forbes
dergisinde paylaşılan ve belirli verilere dayanan bir rapor, pandemi
sırasında yalnızca Amerika’nın milyarderlerinin servetlerinde 2 trilyon ABD
doları artışa tanıklık edildiğini ortaya koyuyor.
Gerçekliğin
çöpe attığı bir diğer solcu vehim de pandeminin onlarca yıllık neoliberal
bireyciliğin üstesinden gelebilecek yeni bir kolektif ruh anlayışını
başlatacağı fikridir. Bilâkis, pandemi, aşılı ve
aşısız, akıllı çalışmanın faydalarından yararlanabilenler ve yararlanamayanlar
türünden başlıklar üzerinden, toplumdaki çatlakları daha da derinleştirdi. Dahası,
travma geçirmiş, sevdiklerinden koparılmış, birbirini potansiyel hastalık taşıyıcısı
olarak görüp birbirlerinden korkmaya zorlanmış, fiziksel temastan korkmuş
bireylerden oluşan bir keşmekeş, kolektif dayanışma için pek iyi bir üreme
alanı değildir.
Belki
de solun tepkisini kolektif değil de birey kavramı üzerinden ele almalıyız. Klasik
psikanaliz teorisi, haz ve otorite arasında açık bir bağlantı olduğunu öne
sürer: büyük haz deneyimini (haz ilkesini doyurma) genellikle ego veya
“gerçeklik ilkesi” tarafından ortaya konan yenilenmiş otorite ve kontrol arzusu
takip eder. Bu, gerçekten de altüst edilmiş bir haz biçimi üretebilir.
Küreselleşmenin
son yirmi yılı, giderek artan ulusötesi küresel liberal sınıf tarafından
paylaşılan “deneyim hazzında” büyük bir artışa tanık oldu. Bu sınıfın bir kısmı,
şaşırtıcı bir biçimde, kendisini solcu olarak tanımlıyordu. Üstelik bu kesim,
geleneksel işçi sınıfı kitlesi içerisinde sahip olunan belirli mevkileri
giderek ele geçirdi.
Liberal
sınıftaki bu haz ve deneyim artışına giderek güçlenen laikleşme/dünyevileşme ve
kabul edilmiş her türden ahlakî kısıtlama veya otoriteden muaf olma hâli eşlik
etti.
Psikanaliz
perspektifinden bakıldığında, bu sınıfın “Kovid önlemleri”ne verdiği destek şu şekilde
izah edilebilir: Kovid önlemleri, otoriter önlemler dâhilinde hazzı kısıtlama
amaçlıdır. Haz, önceden mahrum olunan ahlakî yasanın eleştirisi dâhilinde
kısıtlanabilir.
Solun
“Kovid önlemleri”ni benimsemesini açıklayan bir diğer faktör de “bilime” körü
körüne olan inancıdır. Bu inancın kökleri, solun rasyonalizme olan geleneksel
inancında yatmaktadır. Gelgelelim, bilimsel yöntemin yadsınamaz erdemlerine
inanmak bir şey, muktedirlerin gündemlerini uygulayabilmek için “bilim”i
sömürme yöntemlerinden bihaber olmak başka bir şeydir.
Politika
tercihlerini haklı çıkarmak için “sağlam bilimsel verilere” başvurma becerisi,
hükümetlerin elinde inanılmaz derecede güçlü bir araçtır ki aslında bu,
teknokrasinin özünü teşkil eder. Esasen hükümetler, kendi gündemlerini
destekleyecek “bilim”i dikkatle elekten geçirirler ve sahip oldukları bilimsel
değer ne olursa olsun, alternatif görüşleri saldırgan bir üslupla
marjinalleştirirler.
Bu,
esasen ekonomi alanında yıllardır tanık olduğumuz bir durumdur. Tıp açısından bugün böyle bir
kurumsal ele geçirmenin gerçekleştiğine inanmak hiç de zor değildir.
Stanford
Üniversitesi’nde tıp ve epidemiyoloji profesörü olan John P. Ioannidis, zor
olmadığını düşünenlerden. Ioannidis, 2021’in başlarında bazı meslektaşlarıyla
birlikte, karantina uygulayan ve uygulamayan ülkeler arasında epidemiyolojik
terimler açısından pratik bir fark olmadığını iddia eden bir makale yayınladığında
manşetlere çıktı. Bilim insanları, makaleye yer veren gazeteye ve yazara
şiddetli bir dille saldırdılar.
Son
dönemde Ioannidis, tam da bu sebeple kendi meslektaşlarını ağır bir dille
eleştiriyor. “Salgın Bilimin Normlarını Nasıl Değiştiriyor” başlıklı makalesinde Ioannidis, çoğu insanın, özellikle
solcuların, bilimin Mertoncu ortakçılık (bilimin ürünlerinin herkese ait olması
ilkesi), evrenselcilik, tarafsızlık ve örgütlü şüphecilik normlarına dayalı
olarak işlediğini düşündüğünü ifade ediyor. Devamında da bilim cemaatinin
gerçekte bu şekilde çalışmadığını söylüyor. Pandemi ile birlikte kurumlar
arasında yığınla çıkar çatışması yaşandığı, ama bu çatışmalardan bahsedenlerin
lanetlendiği tespitinde bulunan Ioannidis, devamında şu tür bir değerlendirmede
bulunuyor:
“Şirketler ve hükümet arasındaki
istişarelerden milyonlarca dolar kazanan danışmanlara prestijli pozisyonlar,
güç ve kamuoyu övgüsü verilirken, karşılıksız, tek kuruş almadan çalışan, ancak
hâkim anlatıları sorgulamaya cesaret eden, sözlerinde zerre çelişki bulunmayan
bilim insanlarının ‘çelişkili’ olduğu söylendi. Örgütlü şüphecilik, halk
sağlığı için bir tehdit olarak görüldü. İki düşünce okulu arasında, otoriter halk
sağlığı ile bilim arasında bir kavga yaşandı. Bu kavgada kaybeden bilim oldu.”
Nihayetinde,
solun insanların (izolasyon, aşılar veya Kovid pasaportları ile ilgili) meşru
endişelerini bariz bir şekilde göz ardı etmesi ve bu endişelerle dalga geçmesi,
gerçekten utanç verici. Bu endişeler, yalnızca gerçek zorluklara dayanmakla
kalmıyor, aynı zamanda şirket çıkarları tarafından inkâr edilemez bir şekilde
ele geçirilen hükümetlere ve kurumlara karşı anlaşılabilir bir güvensizlikten
de kaynaklanıyor. Bizim gibi, gerçekten ilerici-müdahaleci bir
devletten yana olan herkesin bu endişeleri elinin tersiyle itmek yerine, onları
ele alması gerekiyor.
Gelgelelim
Kovid kısıtlamalarının Küresel Güney’de derinleşen yoksullukla ilişkisi konusunda
solun ortaya koyduğu tepki, alabildiğine yetersiz. Devlet İstatistik Kurumu’nun
karantinalar sırasında insanların yüzde yirmisinin işini kaybettiğini öne sürdüğü Nijerya’da çocuk evliliklerindeki
muazzam artış, okullaşmadaki çöküş ve kayıtlı istihdamın yok edilmesi hakkında
gerçekten söylenecek hiçbir şey yok mu yani? Peki ya 2020 için en yüksek Kovid
ölüm rakamlarına ve aşırı ölüm oranına sahip ülkenin, dünyada kapanma
politikasını en katı şekilde uygulamış olan Peru olduğu gerçeğine ne demeli?
Sol,
bu türden gerçekler konusunda tek laf etmedi. Bu pozisyon, milliyetçi siyasetin
dünya sahnesindeki üstünlüğü ile bağlantılı olarak da ele alınmalı. Zira Jeremy
Corbyn gibi sol enternasyonalistlerin seçimde yaşadığı başarısızlık ve Batı
Solu’nun Kovid-19’a yönelik genel tepkisi dikkate alındığında, halkların
kapsamlı küresel meselelere yönelik ilgisinin nispeten daha düşük olduğu
görülüyor.
Salgının
yönetilme biçimine ve sürecin içeriğine karşı çıkan radikal sol ve sosyalist
hareketlerin aykırı kimi tutumlar aldığını da belirtmek gerek. Bu listede, New
York’taki Siyahların Hayatı Önemlidir Hareketi, Birleşik Krallık’ta Sol Kapanma Şüphecileri, Şili solu, İtalya’da
Wu Ming ve şu anda İsveç’i yöneten Sosyal
Demokrat-Yeşiller ittifakı gibi sol yapılar var.
Ancak,
kısmen solcu medya kuruluşlarının az sayıda olması ve aynı zamanda muhalif
görüşlerin her şeyden önce ana akım sol tarafından marjinalleştirilmesi
nedeniyle sol görüşün tüm yelpazesinin göz ardı edildiğini söylemek lazım.
Kovid
sürecine gerekli cevabı üretmemiş olması, solun feci sonuçlar doğuracak,
tarihsel bir hatası olarak görülmelidir. Bugün her türden halk muhalefeti
biçiminin (aşırı) sağın hegemonyası altına girmesi ihtimali mevcuttur, bu
ihtimal gerçekleşecek olursa, solun sağın hegemonyasını alt edebilmesi için
ihtiyaç duyduğu kitleyi kazanma şansı da ortadan kalkacaktır.
Diğer
yandan şu da görülmelidir: Sol, uzmanların teknokrasisine bel bağlamaktan başka
bir şey yapmıyor. Oysa bu uzmanların pandemiyi sosyal ilerlemecilik üzerinden
ele alan yaklaşımlarının felâketle sonuçlandığını hep birlikte gördük. Yaşama
ve tercih edilme imkânı bulunan bir sol, giderek geçmişin tozlu raflarına
kaldırılıyor. Dolayısıyla her türden demokratik sürecin özünü teşkil eden
tartışma ve muhalefet denilen olgular da yitip gidiyor.
Toby Green
Thomas Fazi
23 Kasım 2021
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder