“Amerikan
toplumunun damarlarında totaliter paranoya denilen irin akıyor ve artık bu
irin, devletin en üst kademelerine yerleşmiş durumda.”
[Profesör Henry Giroux]
Bir
zamanlar başta, herkesi ve her şeyi tehdit, ayrıca elindeki imkânları artırmak
için bir gerekçe olarak gören bir hükümet vardı. Ne yazık ki bu ülkenin
yurttaşları, devletin kendisine söylediği her şeye inanıyor, bir yandan da bu
inancın çilesini çekiyorlardı.
Sonra
bir gün teröristler ülkeye saldırdı. Devlet, zaman kaybetmeden gözetim devleti
için gerekli yolu açacak bir kanun çıkarttı. O gün de halk, her şeyin
kendisinin emniyeti için yapıldığına inandı. Bu görüşe katılmayan bir avuç
insana ise “hain” damgası vuruldu.
Devlet,
başka ülkelere önleyici savaşlar açtı, bu maliyeti yüksek olan savaşların
ülkenin korunması için gerekli olduğunu söyledi, yurttaşlar ona gene inandı.
Devlet, o silâhları ve savaş taktiklerini sonrasında ülkeye taşıyıp kendi
halkına karşı kullandı, ardından da eski teçhizatı geri dönüşüme soktuğunu
iddia edince halk bu açıklamaya da kandı. Kanmayan bir avuç insana “yurtsever
değilsiniz!” denildi.
Devlet,
kendi yurttaşlarını gizlice gözetleyip halkın içinde saklanan teröristleri
aradığını söylediğinde, halk bu açıklamaya inandı. Devlet, sonra yurttaşlarının
her hareketini izlemeye başladı, harcamalarını takibe aldı, sosyal medyalarına
sızdı, alışkanlıkları ile ilgili incelemeler yaptı, bunları insanların
hayatlarını daha verimli kılmak için yaptığını söyledi. Halk, bu açıklamaya da
inandı. İnanmayan bir avuç insana “paranoyak” damgası vuruldu.
Devlet,
hapishane endüstrisini şirketlere teslim etti, şirketlerin hapishanelerin tıka
basa dolması önerisine onay verdi, bu onayı “maliyetleri azaltma yönünde bir
tedbir” olarak gerekçelendirdi, halk bu açıklamaya da inandı. Devlet, eften
püften sebeplere bağlı olarak insanları tutuklayıp hapse attı ve toplumun
güvende olabilmesi için suçlulara karşı sert olmak gerektiği iddiasına sarıldı,
halk bu iddiaya da inandı. İnanmayan bir avuç insana “suçlulara karşı fazla
yumuşaksınız” denildi.
Devlet,
afet talimleri için kimi insanları tuttu, halkı hangi afetin gerçekleştiği
konusunda uyarmadı, halk da saldırı altında olduğuna inandı. Devlet, bu türden
saldırıların yaşanmasına mani olmak için daha fazla yetkiye ihtiyacı olduğunu
söyledi, halk buna da inandı. İnanmayanlara “ya sesinizi kesin ya da bu ülkeyi
terk edin” denildi.
Devlet,
ülke genelinde gizli askerî tatbikatlar yaptığında, başka ülkelerde
gerçekleşecek savaşlar için askerleri eğittiğini söyledi, birçok insan bu
açıklamaya inandı. İnanmayanlara “komplocu” ve “şarlatan” denildi.
Devlet,
herkesi evlerine kapattı, ne olduğu bilinmeyen bir virüsün halkı hasta etmesine
mani olmanın yegâne yolunun bu olduğunu söyledi, halk, bu söylenene kandı ve
emirlere, karantinalara uyum gösterdi. Direnç geliştiren veya hükümet
kararnamelerine şüpheyle yaklaşan azınlık, bencillikle suçlandı, tehlikeli
kişiler olarak takdim edildi, sosyal medyada bu insanların sesi boğuldu.
Devlet,
terörizmle mücadeleye iç teröristleri de dâhil etti, halk, sadece şiddete
meyilli aşırıcıların hedef alındığına inandı. Devleti eleştiren herkesin
aşırıcı olarak damgalandığını ise bir avuç insan biliyordu.
Devletin
ülkeyi evlere hapsetmek için polisi ve askeri kullandığı dönemde yurttaşlar,
yeni koşullara ve bu koşulları dayatan olağanüstü hâle öyle alışmışlardı ki
etraflarında yükselen hapishane duvarlarını hiç fark etmediler.
Her
masaldan çıkartılacak bir ders vardır. Bu hikâyeden alınacak ders ise şudur:
kim sizi sezgilerinize karşı körleştiriyor, kim size “devletin size hizmet
ettiğine körü körüne inanın” diyor, o sizin düşmanınızdır.
Yani
bir şey sorunlu görünüyorsa, başınıza dert açacakmış hissine sebep oluyorsa,
bilin ki dert ve sıkıntı kapınızdadır.
Ne
yazık ki devlet, zulmü anımsatan şeylere karşı hoşnutsuzluğumuzu ortadan
kaldırma konusunda epey başarılı.
Tıpkı
şu kaynamakta olan bir kazan suyun içindeki kurbağalar gibi devlet de bizi
yıllardır polis devlet gerçeğine alıştırmaya çalışıyor. Her yanımızı,
askerîleşmiş polis, toplumsal gösterilerle mücadele timleri, kamuflajlı
ekipler, siyah üniformalar, zırhlı araçlar, toplu gözaltılar, göz yaşartıcı
gazlar, biber gazları, coplar, çıplak arama uygulamaları, gözetleme kameraları,
kurşun geçirmez yelekler, dronlar, öldürücü silâhlar, plastik mermiler,
tomalar, şok bombaları, gözaltına alınan gazeteciler, kalabalığın kontrolüyle
ilgili taktikler, gözdağı vermeye yönelik taktikler, zorbalık sarmış.
Halk,
bu şekilde kıvama getiriliyor ve onun polis devletini bile isteye, hatta büyük
bir şükran duygusuyla kabul etmesi sağlanıyor.
Halkı
önemli değişiklikler yaparak korkutmaya gerek yok. Bunun yerine halk, etrafına
örülen hapishane duvarlarına alıştırılıyor. Yurttaşlar, bu duvarların yegâne
amacının halkın emniyetini sağlayıp tehlikeleri savuşturmak olduğuna ikna
ediliyorlar. Halk şiddetten arındırılıyor, kendi toplulukları içerisinde
insanlar askerin varlığına alıştırılıyor, ülkenin ümitsiz gidişatını
değiştirecek yegâne gücün askerî hükümet olduğuna inandırılıyor.
Bugün
olan biten bu.
Üzeri
zırhlı, gaz maskesi takmış, elinde yarı otomatik tüfek, yanında kendisine eşlik
eden zırhlı araçla kalabalık bir caddeden ilerleyen polisler, düşman ülkenin
bir şehrinde devriye atan askerleri andırıyorlar, ama böylesi bir manzarayla
karşılaşan halk zerre paniğe kapılmıyor.
Devlet
binalarının kapandığına, küçük şehirlerde askerî tatbikatların yapıldığına,
böylece özel operasyon kuvvetlerinin gerçek askerî tatbikat yapma imkânı
bulmasına, gerçek mermilerle talimlerin yapıldığına, okullarda, AVM’lerde ve
toplu ulaşım araçlarında bu talimlerin gerçekleştirildiğine, sahadaki emniyet
görevlilerinin, öğrencilerin, öğretmenlerin ve yoldan geçenlerin gerçek bir
krizle karşı karşıya olduklarını düşünmelerine sebep olan talimlere daha önce
de tanık olmuştuk.
Tüm
bunlar, önceden bize yapılmış birer uyarıydı aslında, dolayısıyla kimse “beni
kimse uyarmadı” diyemez!
Ta
2008 yılında Kara Kuvvetleri Savaş Koleji’nin hazırladığı bir rapor, ABD’de
sivillerin yol açacağı kapsamlı şiddet olaylarının savunma birimlerini,
önceliklerini değiştirmeye itip ülke içerisindeki düzeni ve insanların
güvenliğini korumaya zorlayabileceğinden bahsediyordu. Kırk dört sayfalık rapor
devamında, sivillerin sebep olduğu bu türden karışıklığın muhtemel sebepleri
arasında terörist saldırısını, öngörülemeyen ekonomik çöküşü, politik ve hukuki
düzenin işlevsizleşmesini, belirli bir amaç doğrultusunda gerçekleşen direnişi
veya başkaldırıyı, her yanı kuşatan, halk sağlığı ile ilgili acil durumları ve
katastrofik doğal ve insanî felâketleri sayıyordu.
2009’da
Yurtiçi Güvenliği Bakanlığı’nın hazırladığı raporlar, hükümete sağcı ve solcu
aktivistleri ve eski askerleri suç öncesinde tüm yönleriyle gözetleme işlemine
tabi tutma konusunda çağrıda bulunulduğunu ortaya koyuyordu.
Bunlar
olurken devlet, ucu çukur mermiler gibi askerî silâhlardan oluşan bir
cephanelik oluşturmakla meşguldü. Üstelik bu cephanelik, ülke içinde
kullanılacak, savaş için eğitilen askerler bu cephanelik üzerinden
donatılacaklardı. Gıda ve İlâç İdaresi, Gazi Bakanlığı ve dünyanın en büyük
müze, eğitim ve araştırma kompleksinin sahibi olan Smithsonian Enstitüsü gibi
hükümet kurumları bile vücut zırhı, miğfer, kalkan, top fırlatıcı, polis
tabancaları ve cephane temin ediyor. Bugün gözaltı yetkisine sahip olup bu
türden silâhları taşıyabilen federal ajan sayısı en az 120.000.
Kârın
yön verdiği, Amerikalı yurttaşları düşman savaşçıya, dolayısıyla Amerika’yı da
muharebe sahasına dönüştüren bu harekâtın kendisi, esasında teknoloji
sektörünün bir hamlesi. Bu sektör, hükümetle gizli bir çalışma içerisinde ve bu
çalışmanın amacı, her şeyi bilen, her şeyi gören, kimsenin radarından
kurtulamadığı bir Büyük Birader meydana getirmek. Asıl endişelenmeniz gereken,
dronlar, füzyon merkezleri, plaka okuyucuları, telefon dinleme cihazları ve
Ulusal Güvenlik Ajansı değil. Arabalarınızdaki kara kutular, cep
telefonlarınız, evlerinizdeki akıllı cihazlar, market kartlarınız, sosyal medya
hesaplarınız, kredi kartlarınız, Netflix, Amazon gibi hizmetler, ayrıca ekitap
hesaplarınız da sizi izliyor.
Üstelik
son dönemde Amerikan toprağı, birçok askerî tatbikata tanıklık ediyor.
“Robin
Sage” adı verilen en son tatbikatta özel kuvvetlere mensup askerler Kuzey
Karolina’daki yirmi dört kadar şehir genelinde süren “gerçek” bir gerilla
savaşında “özgürlük savaşçıları”na karşı savaşacaklar.
Başka
tatbikatlar da yapılıyor. Bunlara Kara Kuvvetleri Özel Operasyonlar
Komutanlığı, Deniz Kuvvetleri Deniz, Hava ve Kara Timleri, Hava Kuvvetleri Özel
Operasyonlar Komutanlığı, Deniz Kuvvetleri Özel Operasyonlar Komutanlığı, Deniz
Kuvvetleri Seferî Birlikler, 82. Hava İndirme Bölüğü ve diğer kurumlararası
ortaklar dâhil oluyor.
Hükümetin
dediğine göre bu planlanmış askerî tatbikatlarda amaç, gerilla savaşı,
yıkıcılık faaliyetleri, sabotaj, istihbarat faaliyetleri ve yeni destekli
kurtarma faaliyetleri gibi geleneksel olmayan savaş pratiklerini sınamak ve
uygulamaya koymak.
Devletin
mülkü dışında yürütülen ve “Gerçekçi Askerî Eğitim” olarak anılan bu eğitimler,
hem kamuya hem de özel şahıslara ait arazilerde yapılıyorlar. Belirli konumlar,
düşman arazisi, izinli alan, belirsiz ama dostane bölge veya belirsiz düşman
bölgesi olarak işaretleniyor.
Bu,
en katmerli hâliyle bir psikolojik savaş.
Bu
listeye, son otuz yıldır diğer sıkıntılı gelişmeleri de eklemek mümkün. Toplam
manzara, bize gidişatın daha da kötüye doğru olduğunu söylüyor. Ordu-endüstri
kompleksi büyüyor, başkentteki nüfuzu artıyor, her şey ve herkes gözetleniyor,
seçimler şirketlerin parasıyla ve onun için yapılıyor, seçimle işbaşına gelen
isimlerle lobiciler iç içe geçmişler, polis askerîleşiyor, okullar kapatılıyor,
insanlar yol kenarına çekilip çıplak aramaya tabi tutuluyorlar, ülke içinde
askerî talimler yapılıyor, füzyon merkezleri devreye sokuluyor, bununla
birlikte federal devlete, eyaletlere ve şehirlere ait emniyet müdürlükleri
kaynaşıyor, farklı devlet kurumları cephanelik oluşturuyor, gerçek krizlerden
ayrıştırılması mümkün olmayan yapay kriz ortamlarında sağa sola ateş açılıyor,
ekonomi uçurumun eşiğinde, toplumsal huzursuzluk artıyor, devlet kurumları sosyo-psikolojik
deneyler yapıyor vs.
Sonra
devlet, Makyavellici programlar hazırlıyor, hiçbir şeyden şüphe duymayan halkın
gözünü her türden muhtemel tehlikeyle korkutuyor, ardından halkı o tehditlerden
korumak için fazladan yetki talebinde bulunuyor. Devlet, ulusun güvenliğinin
tehdit altında olduğunu ne vakit söylese o tehditle mücadele için daha fazla
yetki talep ediyor. Bir yandan da Amerikalıların özgürlüklerini ortadan
kaldırıyor. Oysa bu tehditler bizzat hükümetin imalatı.
Bugün
gözlerimizin önünde sağa sola saldırıp duran bu şeyin adı, totaliter
paranoyadır.
Son
birkaç yıl içerisinde halk denilen şey, devletin verdiği dersleri, kuzu gibi,
korku içerisinde ezber etmekten başka bir şey yapmadı. Hükümet, polis devleti
taktikleriyle, durmadan halkı bu konuda sınayıp durdu. Devlet, halkın bir
emirle eve kapandığını, hiçbir direnç göstermediğini, ulusal güvenlik adına
devlete yetkiler bahşedildiği koşullarda sesini çıkartmadığını gördü.
En
önemlisi de bir ulusal krizden ve gerçek bir olağanüstü hâlden elimizdeki
anayasanın ve Haklar Bildirgesi’nde belirlenmiş ilkelere yönelik bağlılığımızın
sağ çıkamadığını görmüş olmamız.
Hep
birlikte, fena çuvalladık.
Halkı
evlere kapatmak için ülkeyi alabildiğine istikrarsızlaştıran devletin işini
kolaylaştırdık.
Bu
dediğimi unutmayın: belâ, kara bulutlar gibi üzerimize çökmek üzere.
“Ne
belâsı!” diyorsanız bari gidin, Pentagon’un Kara Kuvvetleri Özel Kuvvetler
Komutanlığı için hazırladığı “Megakentler: Kentlerin Geleceği, Yeni Gelişen
Güçlük” başlıklı videoyu izleyin.
Bu
sadece beş dakika süren eğitim videosu, devletin zihniyeti, onun yurttaşlarını
nasıl gördüğü ve yakın gelecekte sıkıyönetim yoluyla ele almak zorunda kalacağı
“sorunlar”ı gayet iyi anlatıyor.
Asıl
sıkıntılı olansa askeriyenin hazırladığı bu videonun anayasadan, yurttaşların
haklarından, kapanmanın yanında ordunun politik ve toplumsal sorunların
çözümünde kullanılmasının yol açacağı tehlikelerden hiç bahsetmiyor olması.
Eğitim
videosunun iddiasına göre, kıyamet 2030’da kopacak. Zaten çoktandır toplumun
her yönden dağılışına şahit oluyoruz.
Tehlike
işaretleri bize bir mesaj veriyor olmalı.
Devlet,
başının belâda olduğunu görüyor, içte huzursuzluğun artmasını bekliyor. Bu belâ
da tabii ki devletin otoritesini, servetini ve gücünü tehlikeye atabilecek her
şeyi ifade ediyor.
Pentagon’un
hazırladığı eğitim videosuna göre devlet, ileride ülke içerisinde oluşacak
politik ve toplumsal sorunları çözmek için silâhlı kuvvetleri besleyip duruyor.
Burada
asıl üzerinde durulan konu sıkıyönetim ve bu yönetim tarzı ülkeye gayet
anlamlı, herkesi kuşatan, güvenlik için zaruri bir adımmış gibi ambalajlanıyor.
Bu
beş dakikalık video, geleceğin iç karartıcı bir resmini sunuyor. Bu gelecek,
suç şebekelerinin, kötü altyapının yol açtığı sorunların, dinî ve etnik
çatışmaların, yoksulluğun, gecekonduların, uçsuz bucaksız açık çöp toplama
yerlerinin, tıkanmış kanalizasyon sisteminin, artan işsizliğin ve yoksulların
sefaleti ve öfkesine karşı zenginlerin korunduğu şehirlerin bulunduğu bir
gelecek. İşte ordu, tam da böylesi bir gelecek için hazırlanıyor.
Pentagon’un
videosunda şikâyet edilen başka bir husus daha var. Bu distopik kurguya göre,
ilerde yabanlaşmış gençlik çetelerinin, suç şebekelerinin, bilgisayar korsanı
birliklerinin cirit oynadığı, zorbalığın ve anarşinin hüküm sürdüğü süper
şehirler ortaya çıkacak. Videoda metni okuyan kişi, bu hikâyenin ardından
bataklığın kurutulmasından bahsediyor.
Devlet,
gelecekte Amerikan şehirlerinde oluşacak, savaş dışı unsurların meydana
getirdikleri bataklıkları kurutmak ve içteki yoğun çelişki dâhilinde oluşacak
düşmanlıkları ortadan kaldırmak için orduyu kullanmak istiyor. Peki bu savaş
dışı unsurlar kimler? Pentagon’a göre bunlar hasım, hepsi birer tehdit.
Hepsi
düşman.
Bunlar,
devlete destek olmayan, hızla büyümekte olan topluluklar içerisinde yaşayan,
hükümete ve şirketlere göre kötü bir hayat süren, protestolara katılan, işsiz
olan, suça bulaşmış (devletin hızla genişleyen, suç tanımına giren) herkesi
ifade ediyorlar.
Başka
bir ifadeyle, Amerikan ordusunun gözünde savaş dışı unsurlar Amerikalı
yurttaşlar, yani içteki aşırıcılar, yani düşman savaşçılar; bu unsurlar
tanımlanmalı, hedefe konmalı, gözaltına alınmalı, gerektiğinde yok edilmeli.
Pentagon’un
gelecek tahayyülünde inşa edilen her duvar ve her hapishane, zenginleri
yoksullardan korumak için kullanılacak.
Şu
gerçeği henüz daha idrak etmemişseniz edin artık: Biz halkız ve yoksuluz.
Yaygın
gözetleme pratikleri, aşırıcılıkla ilgili raporlar, iç huzursuzluklar,
protestolar, silâhlı saldırılar, bombalamalar, askerî tatbikatlar, gerçek
mermili talimler, ikazlar, tehdit değerlendirmeleri, FBI, Yurtiçi Güvenliği
Bakanlığı, Adalet Bakanlığı ve emniyet teşkilâtları arası bilgi paylaşımının
sağlandığı füzyon merkezleri, polisin askeriyenin uzantısı hâline getirilmesi,
polise askerî teçhizatın ve silâhın dağıtılması, muhaliflerin ve sorun
çıkartması ihtimali olduğu düşünülen kişilerin isimlerini içeren veri
tabanlarının hükümet eliyle hazırlanması türünden gelişmelerin hepsinin somut
bir anlamı var.
Devlet,
ülkeyi sistematik bir çalışma dâhilinde hapsediyor ve hepimizi sıkıyönetimin
hüküm sürdüğü bir gerçeğe doğru sürüklüyor.
Halk,
bu şekilde kıvama getiriliyor ve onun polis devletini bile isteye, hatta büyük
bir şükran duygusuyla kabul etmesi sağlanıyor.
Her
şey, Nazilere hizmet eden Mareşal Hermann Goering’in anlattığı şekilde
gerçekleşiyor:
“Halkı demokrasiye, faşist
bir diktatörlüğe, parlamenter rejime veya komünist bir diktatörlüğe doğru
gütmek çok kolay. Birileri ses çıkartsın ya da çıkartmasın, halk, her zaman
liderlerinin sözüne uyar. Bu, kolayca ulaşılan bir sonuçtur. Tek yapmanız
gereken, halka saldırmak, barış yanlılarını yurtsever olmamakla eleştirmek,
ülkeyi tehlikeye sürüklemektir. Her ülkede bu süreç aynı şekilde işler.”
Esasında
her ülkede aynı işlere imza atılır.
Artık
demek ki vakit, uykudan uyanıp devletin yürüttüğü propagandanın bizi
aldatmasına engel olma vaktidir.
Sizin
de bildiğiniz gibi burada ben “devlet” derken Cumhuriyetçilerden ve
Demokratlardan oluşan iki partili bürokratik yapıyı kastetmiyorum.
Battlefield
America: The War on the American People [Amerika Savaş Sahası: Amerikan
Halkına Karşı Açılmış Savaş] isimli kitabımda ve roman versiyonu olarak kaleme
aldığım The Erik Blair Diaries’de [Erik Blair’in Günlükleri] açık bir
dille ortaya koyduğum üzere, ben “devlet” derken, seçimlerden etkilenmeyen,
halk hareketlerinin değiştiremediği, hukukun menzili dışında kalan derin
devleti kastediyorum. Devlet, benim yazılarımda şirketlerin eline geçmiş,
askerîleşmiş, kuşatma altındaki bürokrasiyi ifade ediyor. Bu devlet, gerçekte
ülkeyi yöneten Beyaz Saray’da kimin oturduğundan bağımsız olarak başkentte
kimlerin görevlendirileceğini belirleyen, seçimle işbaşına gelmemiş
görevlilerin çalıştığı bürokratik bir yapıdır.
Bu
noktada bir uyarıda bulunmak istiyorum: devletin gelecek tahayyülünde biz
Cumhuriyetçiler veya Demokratlar olarak görülmüyoruz. Devlet, halk olarak bizi
kendisine düşman görüyor.
John W. Whitehead
Nisha Whitehead
19 Ocak 2022
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder