Demokrasinin Krizi
Wilson
Tüm
politik ve entelektüel mahfillerde insanlar, Woodrow Wilson’ın gelişkin bir
akla, sade bir psikolojiye ve cömert bir yaradılışa sahip olduğunu kabul eder.
Ama aynı insanlar, onun ideolojisinin anlamı ve tarihteki konumu ile ilgili
olarak, birbirinden farklı görüşler dillendirirler.
Wilson’ın
benimsediği öğretiden hayli uzak olan bir sağcı, onu büyük bir ütopyacı ve
büyük bir hayalperest olarak tanımlar. Solcular onu liberalizm ve demokrasinin
son lideri kabul ederler. Orta yolcularsa Wilson’ı, bu zamana dek milliyetçi
bencilliğin ve savaşa dair tutkuların ketleyip durduğu, en nihayetinde
insanlığın bilincini ele geçirecek olan uzak görüşlü bir ideolojinin havarisi
olarak görüp yüceltirler.
Birbirinden
farklı görüşler ve tutumlar, Wilson’ı merkezci ve reformist bir lider olarak
görmektedir. O, Britanya başbakanı Lloyd George, İtalya başbakanı Francesco
Saverio Nitti veya Fransa başbakanı Joseph Caillaux tipi bir siyasetçi
değildir. O, siyasetçiden çok bir ideolog, öğretmen ve vaizdir. Ondaki
idealizm, ahlakî bir temele ve yönelime sahiptir. Lâkin bunlar, esasen
karaktere ve eğitime dair tarzlardır.
Wilson,
demokrasinin diğer liderlerinden kendisindeki dindarlara ve akademisyenlere has
mizacıyla farklılaşır. Bağlı kaldığı siyasi gelenek bağlamında hep aynı sahada
kalmıştır. Wilson, demokratik, barış yanlısı ve evrimci zihniyetin gerçek bir
temsilcisi olagelmiştir. O eski düzeni yeni düzenle, enternasyonalizmi
milliyetçilikle, geçmişi gelecekle uzlaştırmaya çalışmıştır.
Woodrow
Wilson, Müttefik Kuvvetler’in elde ettiği zaferin ardındaki generallerden
biridir. Dünya savaşını tüm yönleriyle eleştiren birçok isim, zaferin askerî
stratejinin değil politik stratejinin eseri olduğuna inanır. Psikolojik ve
politik faktörler, askerî faktörlere nazaran savaşta daha fazla etkiye ve öneme
sahip olagelmişlerdir.
Adriano
Tilgher savaşı ancak “onu yapmasını bilen, bu konuda gerekli akla sahip olan,
birer mit, ruh hâli, tutku ve halka ait duygu hâline gelebilecek amaçlar ortaya
koyan hükümetlerin kazanabileceğini” söyler ve ekler:
“İtilaf Kuvvetleri’ne
mensup halkların, davalarının haklı bir dava olduğuna ve savaşı nihai zafere
dek sürdürme gayesine ikna edilmesi sürecine hiçbir şey, Wilson’dan ve onun
demokrasi yanlısı, Sarsıcılara has vaazlarından daha fazla katkı sunmamıştır.”
Esasında
Almanya’ya karşı yürütülen savaşı kutsal bir savaş hâline getiren, Wilson’ın ta
kendisidir. İtilaf Kuvvetleri içerisinde yer alan milletlerin başındaki devlet
adamları, Wilson’dan önce Müttefik Kuvvetler’in davasını özgürlük ve hukuk
davası olarak gösterip temize çıkartmışlardı.
Barış isimli
kitabında Tardieu, Lloyd George ve Briand’ın Wilson’ın programından aldığı
maddeleri aktarır. Oysa İtilaf siyasetçilerinin dilinde eskiye has diplomatik
bir hava vardır. Buna karşılık Wilson’ın dili, beşeriyeti heyecanlandıracak
dinî bir sıcaklığa ve peygamberlere has bir tınıya sahiptir.
On
Dört Madde, Almanlara adil, eşitlikçi ve cömert barış, ilhakların veya
tazminatların olmadığı, tüm halklara eşit yaşama ve mutlu olma hakkı bahşeden
bir barış anlaşması önerir. Açıklamalarında ve konuşmalarında Wilson, Müttefik
Kuvvetler’in Alman halkına değil onu yöneten aristokratik ve askerî kasta karşı
mücadele ettiğini söyler.
Aristokrasileri
topa tutan, kitlelere dayanan bir idarenin tesis edilmesi gerektiğini söyleyen,
“hayatın kaynağının dünya olduğundan” bahseden bu demagojik propaganda, bir
yandan Müttefik Kuvvetler içindeki ülkelerde kitlelerin savaşla kurdukları bağı
kuvvetlendirmiş, bir yandan da Almanya ve Avusturya’da halkın direnme ve
dövüşme iradesini kırmıştır.
On
Dört Madde, Rus-Alman cephesinin tanklardan, tüfeklerden ve askerlerden daha
etkili bir biçimde aşılması için gerekli zemini hazırlamıştır. Ludedorf ve
Erzberger’in hatıratı, ayrıca Almanların yenilgisini ortaya koyan belgeler,
bunun kanıtıdırlar.
Wilson’ın
programı, Avusturya ve Almanya’da demlenen devrimci ruhu harekete geçirmiştir.
O, Bohemya ve Macaristan’da eskinin bağımsızlık ülküsünün üzerindeki örtüyü
kaldırmış, teslimiyeti tehlikeye sokan ruhun açığa çıkmasını sağlamıştır.
Ne
var ki Wilson, savaşı kazanmış ama barışı kaybetmiştir. O savaştan muzaffer
çıkmış, gelgelelim barış döneminde hüsrana uğramıştır. Kaleme aldığı On Dört
Madde, Avusturya-Almanya cephesini çökertmiş, Müttefiklere zafer getirmiş,
fakat barış anlaşması için gerekli ilhamı verememiş ve o anlaşmaya ruhunu
katamamıştır. Almanya, Müttefik Kuvvetler’e Wilson’ın programı temelinde teslim
olmuş, fakat Almanya’yı silâhsızlandıran Müttefik Kuvvetler, bu ülkeye
Wilson’ın vaat ettiğinden çok farklı bir barış anlaşması dayatmıştır.
Dolayısıyla Nitti ve Keynes, Versay Anlaşması’nın hileli bir anlaşma olduğunu
söyler.
Peki
Wilson, kendi sözünü çiğnemiş olan bu anlaşmayı neden kabul edip imzaladı?
Keynes’in, Lansing’in, Tardieu’nün ve diğer tarihçilerin kaleme aldıkları,
Versay Konferansı ile ilgili kitaplar, bu tavrı farklı şekilde izah ediyorlar.
Keynes,
Wilson’un düşüncesinin ve karakterinin duygu ve düşüncelerin verili düzeni
dâhilinde açığa çıkan tüm güçlü ve zayıf yanlarıyla birlikte, felsefi değil
teolojik bir nitelik arz ettiğini söyler. Ona göre Wilson, Lloyd George ve
Clemenceau gibi kıvrak zekâlı, esnemeyi bilen, kurnaz kişilerle mücadele
edememiştir. Dahası Wilson, Milletler Cemiyeti ve On Dört Madde’nin uygulanması
konusunda belirli bir plana sahip değildir.
“Wilson ilkeleri konusunda
bir açıklama imkânı bulamadı, o maddelerin uygulanması konusunda Tanrı’ya
duasını bile edemedi. Maddelerin Avrupa’daki gidişat dâhilinde somut olarak
uygulanması için gerekli uyarlama çalışmasını dahi yapamadı. Somut öneriler sunmak
şöyle dursun, o aslında birçok konuda Avrupa’daki durumla ilgili yeterli
bilgiye de sahip değildi.”
Neticede
yalnız kaldı. Etrafındaki teknisyenlerle istişare etme imkânı da bulamadı.
Yardımcılarından destek görmedi. Kimse yürüttüğü çalışmaya katkı sunamadı, bu
süreçte gerekli işbirliği kurulamadı. Dolayısıyla Versay Konferansı ile ilgili
çalışmalar, Fransızların ve İngilizlerin planı uyarınca yürütüldüler. Görünüşte
Wilson’ın programına uygun olarak yürütülen bu çalışmalar, pratikte Fransa ve
İngiltere’nin çıkarları uyarınca biçimlendi.
Nihayetinde
Wilson, geliştirdiği ideolojiye yakın duran insanların desteğini alamadı. Tüm
bu koşullar, onun bir dizi tavizde bulunmasına neden oldu. Sadece Milletler
Cemiyeti fikrini kurtarma yönünde çaba sarfedebildi. Onun kanaatine göre
Milletler Cemiyeti kurulursa bu gelişme, doğalında Versay Anlaşması’ndaki
kusurların düzeltilmesini güvence altına alabilirdi.
Barış
anlaşmasının imzalanmasının üzerinden yıllar geçti ve tüm bu süreç Wilson’ın
hayali hilâfına gelişti. Fransa, Versay Anlaşması’nı ihtiyatlı ama ölçüsüz bir
biçimde kullandı. Poincaré ve mecliste elinde tuttuğu çoğunluk, anlaşmanın
sunduğu imkânlar dâhilinde, Alman aristokrasisine ve askerî kasta değilse bile
Alman halkına karşı önemli saldırılar gerçekleştirme şansına sahip oldu. Bu
süreçte Almanya’nın çektiği çile arttı, bu da gerici ve aşırı milliyetçi ortamı
besledi, neticede kralcı düzenin restore edilmesine veya askerî diktatörlüğe
yol açtı.
Mecalsiz
ve güçsüz bir yapı olarak kurulan Milletler Cemiyeti, gelişme imkânı bulamadı.
Hem devrimciliğin hem de gericiliğin etkisi altında olan demokrasi, yeni bir
kriz dönemine girdi. Bahsi geçen ülkelerde burjuvazi, düzeni hukuk yoluyla
savunma seçeneğini kullanmaktan vazgeçti, demokrasiye olan inancını yitirdi,
proletarya diktatörlüğü teorisinin karşısına kendi diktatörlük anlayışıyla
çıktı.
Sürecin
yumuşak seyrettiği kimi ülkelerde faşizm, Wilson’cı ideolojiyi savunanların
büyük bir kısmına bir litre hintyağı içirdi. Kahramanlık ve şiddet tapıncı,
insanlığın bağrında yeniden neşvünema buldu.
Wilson’ın
programı, bugün demokratik düşüncenin hayat içerisinde karşımıza çıkan son
tezahürüymüş gibi görünüyor. Wilson ise yeni bir ideoloji yaratmadı, sadece
eski bir ideolojiyi yeniledi ama bu çabası neticesinde hayal kırıklığına
uğradı.
José Carlos Mariátegui
1925
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder