Bazı sol örgütlerin, örgüt mensuplarının Marksist veya
Marksist-Leninist görünme çabalarını, Marksizmin ve Leninizmin küçük
burjuvaziye yönelik eleştirilerine karşı bir tür savunma yöntemi olarak
yorumlamak gerekiyor. Bu şekilde görünerek, kendilerini o eleştirilere karşı
koruma imkânı buluyorlar.
İştirakî blog,
basit manada, Marksizmin ve Leninizmin küçük burjuvaziye/orta sınıfa dönük
teorik, ideolojik ve politik eleştirileriyle çizilmiş olan yolu takip ediyor.
Bu hattı, haddi ölçüsünde, bugünde güncellemeye, derinleştirmeye çalışıyor.
Ama örgütler, eleştiriler karşısında, “biz ML’yiz,
devrimciyiz, bizi eleştiremezsiniz” diyorlar. Bu laftan şunu anlıyoruz: Bu lafı
edenler, hiç Marx, Engels, Lenin okumamışlar. Bu isimlerin kimleri
eleştirdiklerine hiç bakmamışlar. Hatta bazen yayın organlarında şu tür hatalar
yapıyorlar. Marx, Engels ve Lenin’in yazılarında eleştirdikleri isimlerin
cümlelerini alıntılıyorlar, örgütler, bu cümleleri Marx’ın, Engels’in veya
Lenin’in zannedip sahipleniyorlar.
Külliyatı az buçuk okuduklarına hiç şüphe yok elbette,
ama oradaki eleştirileri savuşturmak, kendi üzerlerine almamak için Marx,
Engels ve Lenin’den yanaymış gibi poz kesiyorlar, böylece eleştirilerden
kurtulacaklarını düşünüyorlar. Belki de kurtulmak için hemen dergi, örgüt,
parti oluyorlar. Küçük burjuva sol, Marksizm-Leninizmin eleştiri kırbacını
yememek için Marx-Lenin maskesi arkasına saklanıyor.
* * *
Bugün sol örgütlerin neredeyse tamamı, Marx öncesi ve
Lenin öncesi dönemin siyasetini güdüyor, ama nasıl oluyorsa, Marksizmden,
Leninizmden dem vuruyorlar. Marksizmi, Leninizmi, bugünde kendisini arı, temiz,
saf bir şeymiş gibi satabilmek için kullanıyorlar. Ekim 1917’de Bolşeviklere
kim ne tür bir eleştiri yöneltmişse bu cümleleri tekrar ediyorlar, Bolşevikleri
eleştirenlerle aynı şeyleri söylüyorlar, ama nedense “Lenin”e de sahip çıkma
gereği duyuyorlar. Bu durum, analize muhtaç.
Kendini satma işleminde, bu PR faaliyeti dâhilinde
herkes Marksçı, Leninci kesiliyor, ama hiçbirisinin sözünde ve eyleminde Marx
ve Lenin yok. Marx’lı ve Lenin’li değil. Marksizm ve Leninizm, örgütlerin ve
kadroların ruhunda, aklında, eyleminde devinmiyor, dolaşmıyor, kavga etmiyor.
Marx ve Lenin, kavgadan kaçırılıp sırça köşklere hapsediliyor. Sol, belki de bu
yüzden yüceye yerleştiriliyor, allanıp pullanıp pazara çıkartılıyor. Marksizm
ve Leninizmdeki şiddeti yoğun sol eleştirisinin üzeri örtülüyor.
* * *
Çünkü kadrolar örgütlü değil, örgütçü! Örgütün PR’ını
yapmayı devrimcilik ve sosyalistlik zannediyorlar. Hiçbir örgüt, kadrolarını
örgütlü olmak üzerinden yetiştirmiyor. Örgütün tepesinde üç beş kişi var, asıl
örgüt onlar. Diğerleri ancak örgütçü olabiliyorlar. Sadece buna izin var.
Burada aslında dinî cemaatlerdekine benzer bir süreç
işliyor. Laik devletin inşa ettiği cemaatin üyesi, başka türlü hareket
edemiyor. Gündelik hayatında her türlü kâfirliği, münafıklığı yapıyor, ama
şeyhinin elini öpünce arındığını düşünüyor. Örgütlerde de durum aynı. Birey,
gündelik hayatında her türlü küçük burjuvalığı, yozluğu yapıyor, iki bildiri
dağıtınca, şefini biraz dinleyince arındığını sanıyor. Aldanıyor, daha da
önemlisi, aldatıyor.
* * *
Aşağıdaki cümleleri bir sol örgütün mensubu yazıyor:
“Orta
sınıf bir meslek olduğu su götürmez olan hekimliğin ve dünyaya bu pencereden
bakan hekimlerin çoğunun karşısına dikilen ezilenler, artık devlet misyonunu
üstlenmiştir. Üzeri yırtık, felçli ve yoksul hasta, devlet adına veya
arkasındaki devletle konuşmaktadır.”[1]
Bu cümlelerde ezilen düşmanlığı, aşikârdır. Devletin o
yoksulu maniple etme, kontrol altına alma girişimini eleştireceğine, ezilene
saldırmayı hak gören yazar, kendisinin “Marksist-Leninist” olduğunu iddia
edebilmektedir.
İzmir’de yaşlı bir adamı muayene odasına girdi diye
azarlayıp atan, üstelik adamı hırsızlıkla suçlayan doktoru savunan söz konusu
yazıda, bu olayla ilgili olarak bizim bloga yazı yazan kadın arkadaş,
“nevrotik” olmakla eleştirilmişti. Yazan doktor ya, doktora yönelik öfkeyi
destekleyen herkes, “hasta” olarak etiketlenmişti. Bu kafa iktidar olsa, ortaya
nasıl bir sonuç çıkar, varın siz düşünün! “Sol suç makinesi değil” deriz,
kendimizi avuturuz nasıl olsa...
Komünist değil doktor olarak yazı döşenen kişi, küçük
burjuva mesleğinin ideolojik sınırlarından kurtulamıyor. Her şeyi ve herkesi,
kendince üstün saydığı yerden ölçüp tartıyor. Komünist siyaseti meslekî
ideolojisinin sınırlarına çekiyor. Her şeyi kendisinde başlatıyor, her şeyi ve
herkesi kendisine mecbur etmeye çalışıyor. “Küçük burjuvasın” denildiğinde de
kızıyor. Devletin ve sermayenin bu pratikte varolduğunu görmek istemiyor.
Öte yandan, bu doktorun örgütü, bu tür doktorları
örgütlemiş olmaklığıyla, gidip anarşistlere hoş görünmek için yazılar yazıyor.[2]
Liberaller gibi, “kişi ismiyle tanımlanmayı aşılması gereken bir durum olarak
düşünüyor.” Marksizmi, Leninizmi eleştiriyor. “Zındığız biz” diyor. Örgüt,
örgütlediği kişilerin sınıfsal niteliğine bağlı olarak, mecburen, Kadıköy
solculuğuna hoş görünmek için türlü maskeler takıyor. Burjuva karargâhı olarak
Kadıköy, kendi elemanlarını örgüt tepelerine gönderiyor.
* * *
Anarşizm, Paris Komünü’nde sermayeyi rahatsız etmemek
için bankayı kamulaştırmayan banka müdürüdür.[3] O, “toplumda varolan,
işçi-patron, efendi-köle arasında cereyan eden tüm çelişkileri uzlaştırma
yoluyla çözme hayali kuruyor.” Anarşizm, burjuva felsefesini ve bireyciliğini
uç noktaya vardırmayı, böylece burjuva diktatörlüğünü aklamayı anlatıyor. İfrat
ve tefrit arasında salınan anarşist, Kadıköy solcularına, mülkünü kimseyle
paylaşmak istemeyen küçük burjuvalara sıcak geliyor.
Ali Tekin yazısında, tam da bu sebeple
premodern-postmodern ayrımı yapıyor, böylece moderni, yani bugündeki
varlığını koruma altına alıyor. Ezilenlere karşı kendi meslekî varlığını
koruyor. Yoksul, ezilen ve işçi düşmanlığını meşrulaştırmak için solcu oluyor.
Solculuk, bir tür zenginlik imgesi, imajı olarak yeniden kurgulanıyor.
Bu yüzden koruma altına alınıyor, bu sebeple satışa çıkartılıyor. Kimlerin
dişine uygun hâle getirildiğine, kimlerin üzerine süs niyetine takıldığına
bakan yok!
* * *
Y. Dizdar da Sedat Peker ile ilgili yazısında[4] Paris
Komünü’nün anarşist banka müdürü gibi, egemenlere işmar ediyor, “sağ kötü, solu
alın” diye yalvarıyor. Birileri adına PR çalışması yürütüyor. Dizdar’ın örgütü,
o sebeple komünist olmayı gericilik, komüncü olmayı ilericilik diye pazarlıyor.
Komün diye savundukları şey, aslında o anarşist banka müdürü!
Yazar, sağcılığın kötülük ürettiğini söylüyor, “sol
üretmez” diyor. Oysa sol da kötülük üretiyor. Yazıda geçen örgütlerin hemen
hemen hepsinin akçeli işleri var, mafyaya özenip yaptıkları eylemler var. Bu
açıdan, esasen sol örgütlerin ak, saf, temiz bir şeymiş gibi pazarlanması,
ideolojik anlamda sorunlu. Çelişkilere, gerilimlere kör olmak, övünülecek bir
durum değil. Solun nereye satıldığına, kimlere ne için pazarlandığına bakmak
lazım. Satış ve pazarlama sürecinde sol ideolojinin içeriği ve biçimi ne tür
bir dönüşüm yaşıyor, onu incelemek lazım.
Sorunlu, çünkü sol içi sınıf mücadelesini akamete
uğratıyor. Solu sütten çıkmış ak kaşık olarak formatlıyor, kapatıyor. Solu,
çelişkisiz, çatışmasız, dengeli, istikrarlı, huzurlu varoluş hâli olarak
satıyor. Egemenlerin dişine uygun kıvama getiriyor. Bunun için sınıfsal-politik
kavgayı eziyor. Çapakları, dikenleri, pürüzleri temizliyor. Solu eleştiriden
muaf tutuyor, sorguyu, şüpheyi, muhakemeyi öldürüyor. Egemenlere pazarlanan,
hoş gösterilmeye çalışılan solun eleştirilme imkânını ortadan kaldırıyor. Bu
kafa, “zihnimizdeki düşman” mefhumunu silip hepimizi “rakipler” gibi
kavramlarla düşünmeye ikna etmeye çalışıyor. Devrimci siyaseti burjuva
pazarında yavan bir rekabete kul ediyor.
Bu liberalizm bağlamında, geçmişte doktora kızan
yoksul adam “devlet buu!” denilerek hakarete uğrarken, bu pandemi koşullarında
devlete akıl veren, ona hizmet eden TTB gibi kurumlar, sınıfsal analize ve
eleştiriye tabi tutulamıyorlar. O gün yoksul, nasıl oluyorsa “devlet” oluyor,
ama bugün egemen ideoloji tarafından yüceltilen, alkışlanan, devlete akıl ve
yön veren doktorlar, nedense “devlet” olmuyorlar. Bu yaklaşım, tabii ki
eleştirilmeli.
Peker’i fırsata çevirip, onun solcuları avlamak adına
ağızlara çaldığı bala aldanıp, hemen solu birilerine pazarlamaya çalışmak,
doğru bir tutum değil. Pazarlanacak ürün olarak görüldüğünde sol, kendisine
kapanıyor, güzel bir ambalaja sarılıyor, üzerine “fragile do not bend” etiketi
vuruluyor. Pazara çıkartılıyor. Pazarın kutsallığı yalanına hemen inanmaya
başlıyor.
Burjuva siyaset dünyasında bir koltuk kapabilmek
adına, bir ürünü şişirip satmaya çalışmak, dolandırıcılık. Neticede yoksul,
ezilen, işçi, devlet ve düşman olarak etiketlendiğine göre, demek ki sol başka
bir yere, başkalarına pazarlanmaya çalışılıyor, burası açık. Açık olmasına açık,
ama şu gerçek görülmüyor: Ezilenin, yoksulun, işçinin kavgası, soldan ve onu
pazarlama çabalarından yücedir.
Eren Balkır
4 Haziran 2021
Dipnotlar:
[1] Ali Tekin, “Yavuz Dizdar, Ercan Kesal ve Sağlık Emekçileri: Rollerin
Değişimi”, 14 Ocak 2019, Komün.
[2] Mehmet Güneş, “Devrimci Anarşizmle Tartışma”, 17
Kasım 2020, Komün.
[3] Michael Roberts, “Paris Komünü’nün Ekonomi
Politiği”, 18 Mart 2021, İştiraki.
[4] Y. Dizdar, “Gezi, Peker ve Rakipten Hata Bekleyen
Halimiz”, 31 Mayıs 2021, MB.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder