Yirmi
birinci yüzyılın ilk on yıllık diliminde popüler düşünce âleminde tanık
olduğumuz en şaşırtıcı şey, Hristiyan evanjelizmi ile bilim arasındaki
çatışmaya bağlı olarak yaşanan mücadele için çalınan o kavga borusunun eşlik
ettiği temaşa idi.
Cumhuriyetçi
Parti’yi tanımlayan ideoloji olarak Hristiyan sağına ait çocukça mitolojilerin
yeni muhafazakârlar eliyle üretildiği bir dönemde bilimci liberalizm, aklın ve
bilimin din karşısında zafer ilân ettiğini söyleyen bir dizi kitap kaleme aldı.
Richard
Dawkins (Tanrı Yanılgısı), Christopher Hitchens (Tanrı Büyük Değildir),
Alex Rosenberg (Ateistin Gerçeklik Kılavuzu), Sam Harris (Ahlaki
Manzara) ve tabii ki Bill Maher (İlahi Komedi) gibi isimlerin elde
ettiği bu ticari başarı, kitap dünyasının sevdiği tabirle, “olağanüstü” bir
gelişme. Ama şunu da söylemek lazım: bu yazarların anlattığı hikâye, içinde
yaşadığımız kültürün bize anlatmak istediği bir hikâye ki bu kültür, söz konusu
hikâyeyi gayet iyi anlatıyor zaten.
Kısa
süre önce insan beynine dair bilimsel bilgilerin gelişimiyle alakalı bir dizi
kitap, makale ve yazı yayımlandı. Bu çalışmalar, beynin nasıl işlediğini, bizim
bugüne dek bilim ve yaratıcılık olarak adlandıra geldiğimiz o gizemli
becerilere nasıl sahip olduğunu inceliyorlar.
Burada
üç bilim yazarı üzerinde durmak gerekiyor: bilim gazetecisi Jonah Lehrer ve
sinirbilimci iki isim olarak Antonio Damasio ile Sebastian Seung.
Kanaatimce
bu yazarlar, kendi sahalarının tipik birer temsilcisi. Ama ortaya koydukları
ürünler, toplam üretimin yanında esamisi okunmayacak cinsten.
Bugün
sinirbilimcilerle yapay zekâ çalışmaları içerisinde yer alıp bu
sinirbilimcilere destek çıkan isimlerin ürettiği literatür, muazzam ölçülere ve
korkutucu bir seviyeye ulaşmış durumda. Bugün söz konusu literatür, beyni
“kablo sistemi” olarak izah ediyor.
Dinle
savaş içerisinde olan bilim insanlarından ve eleştirmenlerden farklı olarak bu
yazarlar, çok da uzlaşmadan uzakmış gibi görünmüyorlar, ayrıca fiiliyatta
yaşanan kültür savaşlarından da uzak duruyorlar.
Sinirbilimciler,
son yirmi otuz yıldır felsefe, sanat ve beşerî bilimler üzerinden ele alınan
olguları izah etmeye çalışıyorlar. Asıl şaşırtıcı olansa, sinirbilimcilerin ve
destekçilerinin medyada ve okurlar arasında epey ilgi görmesi ve coşkuyla
karşılanıyor olması.
Örneğin
gazeteci etiğinden saptığı için gözden düşmesine dek Lehrer’in Imagine: How
Creativity Works isimli çalışması, en çok satanlar listesindeki yerini uzun
süre korudu. Sebastian Seung’un beynin içerdiği nöronları ve sinir yollarını
gösteren ve “Konektum” olarak adlandırılan şemayla ilgili TED konferanslarını
izleyenlerin sayısı, beş yüz bini geçti. Hatta Thomas Nagel (Mind and Cosmos)
ile Alfred R. Mele (Effective Inventions) gibi akademide görevli
profesörler, bu çalışmalarla ilgili eleştiriler kaleme aldılar. Süreç içerisinde
sinirbilim, beşerî bilimler alanını ele geçirdi.
Ne
yani, birileri de Lehrer gibi öne çıkıp ona farklı sorular sormasın mı? Örneğin
bilim felsefecisi Alex Rosenberg’in dediği gibi biz, leptonların ve bozonların
süzülmesinin birer sonucu muyuz? Biz, fizik kanunlarına itaat eden basit birer
madde miyiz? Duygu dünyamızda E. T. A. Hoffmann’ın Kum Adam isimli
eserinde herkesçe aşağılanan, baştan çıkartıcı bulduğu Olympia ismindeki bir
saat mekanizmasına meftun olan âşıktan daha iyi bir durumda olduğumuzu kim
söyleyebilir?
Yüzlerce
yıl geçip gitti. Onca zaman içerisinde bir olduğumuz ruh eşlerimiz, sadece et,
kablo ve kimyasal bileşiminden mi ibaretlerdi? Manti Te’o isimli futbolcunun
elektronik ortamda âşık olduğu kıza ne diyeceğiz?
Fikirlerimizi
gen benzeri “memler” olarak mı anlamak gerek? Bu memleri hakikat değil de
ortama ayak uyduran “seçilim değeri” olarak mı ele alacağız? Toplumsal
davranışlarımızı belirli genlerle ilişkilendirmek suretiyle mi anlayacağız? Her
şeyi bencillik geni, şiddet geni, fedakârlık geni, merhamet geni, aşk geni gibi
genlerle birlikte mi ele alacağız?
Asıl
sorulması gereken önemli soru ise şu: Sinirbilimciler, tüm bu hususlarda ister
doğruyu söylesinler isterse söylemesinler, bunların doğru olduğuna inanmak, ne
tür toplumsal ve politik sonuçlara yol açacak?
Devamında
da şu sorulmalı: “Bilimi popülerleştiren provokatörler kimlerin çıkarına hizmet
ediyorlar?” Bu insanlar, bizim tek dertlerinin bilginin kökleşmesi,
yerleşikleşmesi olduğuna inanmamızı istiyorlar. Bense bu kişilerin
kandırılmadıklarını, önermelerinin şüpheli olduklarını, ortalığa yaydıkları
yanılgıların beslediği politik kültürünse içler acısı olduğunu söylüyorum.
“İçler acısı” tabirini bilerek kullanıyorum, çünkü artık bu kültürün
“tehlikeli” olduğunu söylemenin vakti çoktan geçti. O, zaten burada ve epey
derin köklere sahip.
Güvenle
ifade edebileceğimiz bir gerçek de şu: Söz konusu fikirlerin hiçbiri yeni
değil. Bakmayın, bilimsel bilginin son hâline sahip olduklarına dair reklâm
cümleleri dizip durduklarına. Hakikat şu ki modern bilim kültürünün ortaya
attığı temel önermeler, esasen Aydınlanma’nın ideolojik bagajına aittir.
O
ünlü Romantizmin Kökleri (1964) isimli çalışmasında Isaiah Berlin, bu
ideolojiyi şu şekilde ortaya koyuyor:
“Bahsi edilen görüşe göre
her şeyin bir tabiatı vardır, eğer bu tabiatı bilirseniz, bu tabiatla
ilişkinizi de bilir, kâinatı meydana getiren her şey arasındaki ilişkileri
anlarsınız, böylelikle kendinizle ilgili gerçekleri ve hedeflerinizi de idrak
edersiniz. Bu konuda tam bir uzlaşma söz konusu değilse de ortada böylesi bir
bilgi vardır ve bu bilgi, tüm Batı geleneğinin temelini teşkil eder. Bu görüşe
göre biz, sırlı bir hazinenin içine girip oradaki parçaları birbirine
uydurmalı, yapbozu bir biçimde tamamlamalıyız.
Bu görüşün özünü, teslim
olmamız gereken gerçekler bulunduğu fikri oluşturur. Bilim teslimiyettir,
bilime ise eşyanın tabiatı, olanın titizlikle ele alınması, olgulardan sapmama
iradesi, idrak, bilgi ve uyum yön verir.”[1]
O
ünlü kısa hikâyesi “Yeraltından Notlar”da (1864), Berlin’den tam yüz yıl önce
kaleme alınmış o çalışmada karşımıza çıkan, Dostoyevski’nin tarif ettiği kindar
yeraltı adamı için bu tespitlerde hiç de şaşılacak bir şey yoktur:
“İşte o zaman insanın
isteye isteye yanılmaktan vazgeçeceğine, iradesinin normal çıkarlarına zıt
hareketler yapmasına ister istemez engel olacağına da inanıyorsunuz. Dahası,
ilmin insana ancak o zaman pek çok şey öğreteceğini (bu kadarı bence lüks ya,
neyse), örneğin insanın gerçekte iradesi, kaprisleri olmayan bir piyano tuşu,
org içindeki bir cıvata kadar değer taşıdığını, dünyadaki her şeyin insanın
davranışlarına, şahsi isteklerine göre değil, tabiat kanunlarına uyarak,
kendiliğinden meydana geldiğini öğreneceğini söyleyeceksiniz. Şu hâlde bütün
mesele, bu tabiat kanunlarını keşfetmekte; artık ondan sonra hiçbir insan hareketlerinin
sorumluluğunu taşımaz, hayat onun için kolaylaşır. Bütün insan davranışları, bu
kanunlara göre 108.000’lik logaritma cetveli gibi matematik olarak hesaplanıp
tanzim edilir; daha da iyisi, zamanımızın ansiklopedik lügatlerine benzeyen
faydalı yayınlar çıkarılır, içinde her şey öyle bir kesinlik ve düzenle
hesaplanıp açıklanır ki, dünyadan suçun da, maceranın da adı silinir.”[2]
Kanaatimce
sinirbilim savunucuları, “Yeni Ateistler” olarak adlandırılan kesimle aynı
mesajı veriyorlar. Bence bu iki kesim birlikte ele alınmalı. Zira Yeni
Ateistler, tıpkı sinirbilimciler gibi, bilim adına konuşuyorlar ve her iki
taraf da “teslim olun!” mesajı veriyor. İki kesim de bilim ve aklın üstünlüğünü
herkesin kabul etmesi gerektiğini söylüyor. Üstelik bu talimat, sadece
Hristiyanlara değil, bilimin tarihsel düşmanı olarak görülen sanata, felsefeye
ve beşerî bilimlere de iletiliyor.
O
talimatta şu söyleniyor: “İnsan aklı ve insan denilen varlık, ne İrade denilen
bir şeyin, ne vahyin, ne ilham perilerinin veya cinlerin eşlik ettiği bir
ortaklaşma meclisinin neticesidir, hiçbiri bir dahiliğin eseri değildir. Sebep
olarak ortaya atılan her şey şüphelidir, şairlerin zayıf fikirlerle yoğrulmuş
dinlerinin ürünüdür.”
Bu
anlayışa göre insan aklı, etten, nöronlardan ve kimyasallardan oluşan bir
makinedir. Yeterince para ve hesaplama becerisiyle beyin denilen yapboz
tamamlanacak, biz ne olduğumuzu ve nasıl hareket etmemiz gerektiğini bileceğiz.
Başkan
Obama’nın kısa süre önce beynin haritasının çıkartılması amacıyla milyarlarca
dolar paranın harcanacağını açıklaması, yakın gelecekte bu bahsini ettiğimiz
anlatının daha da güçleneceğini ortaya koyuyor (Zaten o kadar para da beynin
haritasından gayrı başka bir şey için devreye sokulmazdı.)
Görebildiğimiz
kadarıyla beynin haritasının çıkartılabileceği fikri, bilimi geri dönülmez bir
yola sokmuş. Birçoklarının da dile getirdiği biçimiyle, bir sonraki genom
projesi, bu haritalandırma çalışması üzerine kurulu olacak. Bugün olduğu gibi
yarın da konuyla ilgili olarak kimi bilim insanlarından gelen eleştiriler bir
bir savuşturulacak.
Örneğin
Emory Üniversitesi’nde nöroloji profesörü olarak çalışan Donald G. Stein şu
yorumu yapıyor:
“Benim kanaatimce bu
haritalandırma projesinin dayandığı bilimsel paradigma, en iyi hâliyle demode,
en kötü hâliyle yanlış. Beyin fonksiyonlarını temsil eden istikrarlı nöral
yolları gösteren bir yol haritası çıkartma girişimi, nafile bir uğraştır.”[3]
Profesör
Stein’ın dile getirdiği şüphe, para kopartma telâşı içerisinde silinip gidecek,
buna kimse şaşırmasın. Beni asıl şaşırtansa Stein’ın kendi fikri konusunda
gerekli meşruiyeti sağlayacak bakış açısını bulamamış olması. Neticede onu kim
suçlayabilir? Bilimde kariyer basamaklarını tırmanmanızı sağlayan paradır.
Stein’ın
yorumunda asıl ilginç olan, onun onca parayı böylesine hayalperest ürünü bir
girişime akıtılmasını isteyen aklı sorgulaması değil, Aydınlanma’nın
gerçeklikle ilgili olarak anlattığı ve gerçekliği devasa bir yapboz olarak
gören yaklaşımını sorguluyor olmasıdır. Stein’ın da dediği gibi burada
paradigmanın kendisi yanlıştır!
Asıl
mesele, Aydınlanma’nın anlattığı bu hikâyeye kimlerin inanmaya devam ettiğini,
o hikâyeyi tekrar tekrar kimlerin anlattığını bilmektir. “Bilim”in düşündüğü de
bu mudur? Yoksa bu düşünce tümüyle popüler bilime mi aittir? Bilimin belirli
toplumsal ve politik ajandalara sahip kişilerce suiistimal edildiğini
söyleyebilir miyiz?
Kanaatimce
bu üç tespit de doğrudur. Tarihsel planda birçok bilim insanı, bu yapboz
meselesine kalben iman etmiştir, (kuantum mekaniğinin dile getirdiği
“belirsizlikler”e rağmen) hâlen daha bu şekilde düşünmektedirler. Bu, popüler
bilime ve bilim gazeteciliğine ait bir varsayımdır. Esasen bu yaklaşım
üzerinden insanlığın en önemli gayretlerinden biri olan bilimin sahip olduğu
gerçek değer, bir biçimde suiistimal edilmektedir. Özünde burada mevzubahis
olan şey, ideoloji olarak bilimdir (bunu, birçoklarının dile getirdiği
biçimiyle, “bilimcilik” olarak da adlandırmak mümkündür.)
Ne
yazık ki bilimcilik, o üzerine kurulduğu rahat koltuğa, hâlen daha kapitalizm
olarak adlandırdığımız, toplumsal disiplin, ekonomik sömürü, çevresel yıkım ve
endüstriyel militarizm üzerine kurulu ideoloji içerisinde kavuşma imkânı
bulabiliyor.
Bir
de şu soruyu sormak gerekiyor: Batı kültürü, en azından bu kültürün anlamlı bir
kısmı, kendisini bilim ideolojisinin dayandığı yanılgılardan kendisini ne
ölçüde kurtarabilir, insan olmanın anlamına dair alternatif bir anlatı dile
getirmek için gerekli kaynakları nasıl bulabilir?
Bence
bu kaynakların önemli bir kısmı, bugüne dek pek idrak edilmemiş olan,
Romantizme ait gelenekte bulunabilir. Bilimin dünyayı yapboz olarak gören
anlayışına ilk itiraz eden, farklı fikirleri içeren bir hareket olarak
Romantizm, bu itirazını doğa ve insanlıkla ilgili geliştirdiği, genel eğilimle
çelişen görüşü üzerinden gerçekleştirir. Dayandığı temelleri bugün artık bilen
yoktur.
Romantik
gelenek, bilimin ve rasyonalizmin istifade ettiği, kamuoyu önüne çıkma
imkânlarının hiçbirisine sahip olamamıştır. Örneğin onun, Washington Anıtı
önünde yirmi bin ateistin Richard Dawkins önderliğinde gerçekleştirdiği Akıl
Yürüyüşü’ne denk bir eylemi örgütlemesi mümkün değildir.
Bu
noktada bugün bize söyleyebilecekleri sözleri işitebilmek adına, sanatçılardan,
felsefecilerden ve tabii ki toplumsal devrimcilerden oluşan o kıymetli hareketi
kısmen de olsa hatırlamak gerektiğini düşünüyorum. Umarım, bu insanların sesini
herkes işitir.
Güzel
Yemek Nedir?
Önce
bir hikâye anlatalım.
Bir
Hristiyan ve bir bilim insanı yürüyüşe çıkmışlar. Yürüyüş boyunca ormanda
sürekli “evrim, tasarım, evrim, tasarım” sesleri yankılanmış. Tıpkı reklâmlarda
olduğu gibi “doyurucu değil pek” veya “tadı harika” gibi laflar havada uçuşmuş.
Bu
ikili, yolda Gustav Mahler’e rastlamış. Hristiyan ile bilim insanının karşısına
dikilen Mahler onlara, “bu dünyanın, bu dağların, ağaçların kökeni konusunda
tartışmaya ne hacet” demiş. Sonra elini kaldırıp, sanki bir orkestraya çalması
için gerekli işareti verircesine, bir hareket yapmış. Ardından da “tüm bunları
besteleyen benim zaten” demiş.
Hristiyan
ile bilim insanı “bu adam ne yapıyor böyle?” dercesine birbirlerine bakmış, ama
sonra Mahler’in işaret ettiği yere çevirmişler yüzlerini. Mahler o sırada, “Hey
baksanıza! Şu an bir ormandayız” demiş.
Bu
bir şeyleri keşfetme anı kısa sürmüş. Tekrar birbirlerine düşmanca bakıp,
cepheye uygun adım giden asker gibi yürümeye başlamışlar. Arkalarında kalan orman,
meltemin savurup attığı sis gibi dağılıp gitmiş. Dine bağlı olan adam ile
bilime bağlı olan adam havada asılı kalmış, ama bunu hiç mi hiç fark etmemiş.
Tanrı
Yanılgısı isimli kitabında Richard Dawkins de kendince bir hikâye
anlatıyor. Bir vakitler Jim Watson’la, “İnsan Genomu Projesi’ni kuran dahi ile”
yaptığı bir sohbetten bahsediyor.
“Watson’la Cambridge
Üniversitesi’nde yaptığı söyleşide Francis Crick gibi kendisinin de bilimle din
arasında çelişki gördüğünü, ama bazı isimlerin bu görüşe itiraz ettiklerini,
bunların bilimin her şeyin nasıl işlediğiyle, dininse tüm bu şeylerin ne için
olduğuyla ilgilendiğini iddia ettiklerini söyledim. Watson bana, ‘ben insanın
bir amacı olduğuna, bir şey için varolduğuna inanmıyorum. Biz, basit manada
evrim sürecinin birer ürünüyüz. Bir amaç olmadığını düşündüğüne göre hayatın
bayağı sıkıcı olmalı’ diyebilirsin. Ama sonuçta öğleyin oturup güzel bir yemek
yiyorum” diye cevap verdi. Sonra birlikte güzel bir yemek yedik.”[4]
Ben,
işte tam bu noktada “güzel yemek nedir?” ve “bir ‘ürün’ neden sadece kendisiyle
ilgili olsun?” sorularını soruyorum.
Güzel
yemekle kötü yemek arasındaki fark nedir mesela? Bu, bilimin hakkında laf
edebileceği bir konu mudur? Yoksa burada yediklerimiz arasında bir rekabetten
mi söz ediliyor, “ben güvercin yavrusu yedim, sen jambon” mu deniliyor? Veya
mesele, güzel yemek-kötü yemek arasındaki farkı ortaya koyup bilim insanından
daha fazlası, bir üründen daha fazlası olduğunu ortaya koymak mıdır? Güzel
yemekten veya kötü yemekten söz ediyorsak “yemek pişirme sanatı”nın ne olduğunu
bilmemiz gerekmez mi? Peki nedir bu sanat? Ne ölçüde bilimin dışındadır?
Watson
ve Dawkins, dindarlarda gelişen basit kimi kaygıları seyre dalıp zevklenmeye ve
kendilerini tatmin etmeye çalışıyor.[5] Ama bu iki isim, bu zevklenmenin ve
kendini tatmin etmenin aynı zamanda düşüncesizlik olduğunun farkında değil.
Peki
tam olarak ne diyorlar? Diyorlar ki “yarın güzel bir yemek ye, zaten amaçsız
yere geberip gideceğiz.” “Anı yaşa”dan başka bir şey söylemiyorlar aslında.
Kâinatın yazgısı hakkında bilimin yaptığı tüm o “sıkıcı” keşiflerden ve evrim
teorisinden edinilen ahlakî hüküm bu mu yani?
Dawkins,
benzer bir düşüncesizliği yaydığı için suçlu. Çünkü beyimiz, bize şundan
fazlasını söylemiyor: “Doğal seleksiyon, hayatı ilk çağlardaki basitlikten
bugün bizi büyüleyen karmakarışık, güzel ve apaçık ortada olan tasarımın baş
döndürücü zirvesine taşıdı.”[6]
Bilim
yazılarında, bilhassa kozmostan bahsedenlerinde, Dawkins karşımıza hep bu
türden anlamsız bir biçimde coşkulu ifadelerle çıkıyor. Peki bu coşku,
sinirlerden kaynaklanan bir hata mı?
Bilim
yazarları tutarlı olmalı, dolayısıyla çıkıp “O mu? Kartal Nebulası o. Özel bir
yanı yok. Milyarlarca nebula var. Bazıları sanki daha fazla yıldıza ihtiyacımız
varmış gibi, kalkıp yıldız meydana getiriyorlar. Biz sadece görebildiklerimizi
görüyoruz. Büyüleyici mi? Ne demek istiyorsun, anlamıyorum. Alt tarafı nebula
işte” demeli. Her şeyin basit bir ürün olduğuna dair önermelerine göre
konuşmalı.
Dawkins’teki
coşkuyu hadi diyelim ciddiye aldık, bu noktada en azından “zirveye taşıdı ne
demek?” diye sormak gerekiyor. Yazar, insan olmanın ilkel birer trilobit veya
dinozor olmaktan daha iyi olduğunu mu düşünüyor yoksa? İyi ama neden? “Karmaşık
bir yapıya sahip olmak” neden iyi bir şey olsun ki? Kalkıp “evrim, hakikat
olmanın yanında güzel de” diyor, peki ama “güzellik” ne demek?
Popüler
bilim kitapları kaleme alan yazarlara göre kâinatın ihtişamı karşısında
büyülenmek, doğal bir durum. Örneğin Stephen Hawking, Büyük Tasarım isimli
çalışmasının sonunda şunu söylüyor: “Mantığa ait soyut değerlendirmelerin,
gördüğümüz onca şaşırtıcı şeyle yüklü olan kâinata dair öngörülerde bulunan ve
onu tarif eden özel bir teoriye yol açması, gerçek bir mucizedir.”[7] Hadi
diyelim “mucize” kelimesini öylesine kullandı, “şaşırtıcı” ifadesine ne demeli?
Bizi ne şaşırtıyor? Hawking’in kâinatın kökenini ve daha birçok şeyi açıkladığı
iddiasında bulunduğu M-teorisi ile şaşırmanın ne alakası var?
Büyülenme,
şaşırma gibi ifadelerin bilim pratiğiyle bir alakası yok. Bu pasajın bilimsel
yöntemle ilişkisi bulunmuyor. Hawking, fiiliyatta belirli bir estetik önerme
gereği duymadan, duygu içermeyen estetik ifadelere başvuruyor.
Meselenin
özü şu: Bilimin sorumluluğunu üstlenmeyi reddettiği, hâlen kullanımda olan
bilim dışı bir değerler sistemi var ve bu, herkesçe kabul görüyor. Gelgelelim
bilim, böylesi bir sistemin varlığından haberdar değil veya belki de o,
kendisindeki dogmatikliğin yol açtığı uyku hâlinin kesintiye uğramasını
istemiyor.
Dawkins,
yazılarında bu türden bilim dışı değerler konusunda paleontolog Stephen Jay
Gould’un sunduğu açıklamayı eleştiriyor. Gould, Sonsuza Dek isimli
kitabında bilim ve dinin “çakışmayan iki ayrı öğreti” olduğunu, her birinin
kendi sahasının bulunduğunu söylüyor. Buna göre bilim, her şeyin nasıl
işlediğiyle, dinse her şeyin nihai anlamı ile ilgili. Ama Gould, bu iki
öğretinin yanında bir de sanattan söz ediyor. “Bu iki öğreti çakışmadığı gibi
tüm soruşturma faaliyetlerini içermiyor da (bu noktada sanat alanı ve
güzelliğin anlamı üzerinde durmak gerekiyor.)”[8] Dawkins dine asla ihtiyaç
duymuyorken, Gould sanat ve güzelliğin insanın biriktirdiği bilginin parçası
olduğunu, ama bu bilgi birikiminin gözle görülemediğini söylüyor.
Dawkins
“güzellik” üzerine düşünülmesine karşı çıkıyor, ama nedense mutlu mesut bir
hâlde kendisine güven veren aurasından bahsedip duruyor. Ona kendi aldığı
konumu hatırlatıp “insanın evrim sürecinin basit bir ürünü” olduğuna ilişkin
tezini hatırlattığımızda ise Dawkins, bu ürünün herhangi bir şey karşısında
neden şaşırması veya neden büyülenmesi gerektiğini açıklamıyor, açıklamadığı
gibi hemen öfkeleniyor. Üstelik Dawkins, bu konuda yalnız da değil.
Bu
noktada Carl Sagan’ın Kozmos isimli, gayet duygu yüklü bir performans
sergilediği ustalık eserini hatırlayalım. Sagan’ın çok konuştuğu bir bölümde
dile getirdiği cümleyi Dawkins de alıntılıyor. Orada Sagan şunu söylüyor.
“Sevdalanmışsanız, bunu tüm dünyaya söylemek istersiniz. Mecnun Dünya:
Karanlıktaki Kandil Olarak Bilim isimli bu kitap, benim kişisel açıklamam,
orada tüm ömrüm boyunca bilime olan sevdamı ortaya koydum.”
Aslında
Sagan’ın kısmi amacı, bize kozmosla kurduğu estetik, hatta manevi ilişkiyi
öğretmek değil mi? Sagan için kâinat, basit bir ifadeyle, bir üründen daha
fazlasını mı ifade ediyor? Bu estetik eğitimi olmaksızın Hegel gibi kalkıp
“yıldız mı, şu gökyüzünde ışıl ışıl parıldayan mikroplardan mı söz ediyorsunuz
yoksa?” der miyiz demez miyiz?[9]
Peki
o zaman bu şaşırmak da neyin nesi? Savaş kazanmış bir generaldeki kibirle ve
soğukkanlılıkla konuşan Dawkins, bu tür soruları sorma zahmetine hiç girmiyor.
“Biz kazanıyoruz” diyor. “Şaşırıyoruz, büyüleniyoruz, istediğimiz şekilde
duygulanıyoruz ama bunun sebeplerini asla açıklama gereği duymuyoruz” diyor.
Çünkü onun için tek önemli şey, dillendirdiği gerçekleri inkâr edenleri aptal
ilân edebilmek.[10]
O,
pekâlâ kozmos karşısında huşuya kapılabiliyor, bu tür ifadelerin ardından “neyi
kastettiğimi anlıyorsunuz” diyor. Bu bakış açısının en berbat hâline Büyük
Patlama isimli kitabın yazarı Simon Singh’de rastlıyoruz: “Güzellik” diyor
Singh, “hangi bağlam içinde ele alınırsa alınsın tarifi zor bir meseledir, ama
onu gördüğümüz vakit onu hepimiz tanırız.”[11] Galiba Singh, burada pornodan
söz ediyor!
Richard
Feynman, bu meseleyi Altı Basit Makale isimli çalışmasının bir
dipnotunda ele alıyor:
“Şairler bilimin
yıldızlardaki güzelliği alıp götürdüğünü söylüyorlar, çünkü bilim, yıldızların
sadece gaz atomlarından oluşan topaklar olduğundan bahsediyor. Hiçbir olgu ve
nesne, sadece bilimin söylediği şeyden ibaret değil ki. Ben yıldızları çölde
bir gece karanlığında gördüğüm vakit onları hissediyorum. Gördüğüm şey az mı
çok mu? Semadaki genişlik hayal gücümü ele geçiriyor. Işıl ışıl yanan bir
atlıkarınca, bir milyon yıllık ışığıyla dönüp duruyor. Hakikat, geçmişin tüm
sanatçılarının hayal ettiklerinden daha muhteşem bir şeydir.”[12]
Doğrusunu
söylemek gerekirse Feynman, geçmişin sanatçılarının hayal ettikleri hakkında bir
şeyler bildiği konusunda bana pek güven vermiyor. Ama öte yandan bugüne dek
bilim insanlarının bilmedikleri şeyleri bilmediği için o “geçmiş”i suçlamak,
haksızlık. Neticede o sanatçılar, yıldızların neyden meydana geldiğini ve nasıl
ışık saçtığını bilmiyorlardı. Ayrıca yazarımızın bahsini ettiği “hayal gücü”,
“hissetmek” ve “muhteşem” gibi kelimeler ne anlama geliyor? Feynman, aslında
kendisi gibi okurlarının da bir şeyler bildiğini düşünüyor ama ben, onun hiç
incelemeye tabi tutulmamış beylik laflar sıraladığını düşünüyorum.
“Hissetmek”
ifadesini Rousseau ve Romantikler gibi kullanıyor, ama bir yandan da onu
bilimsel rasyonalitenin karşısına çıkartıyor. Feynman, kendisine fazla güvenen,
iddiacı bir isim, ne var ki o, konuştuğu şeyler hakkında hiçbir şey bilmiyor.
Romantizm
akımına mensup isimlerden biri olan Morse Peckham, “muhteşem” türünden ifadeler
hakkında şunları söylüyor:
“Bu tür kelimeleri
kullanan kültürlü kesimin üyeleri, böylelikle kelimelerin anlamını idrak edip
etmedikleri üzerinde durmadan, kendilerini zerre zorlamadan, anlama konusunda
duygu temelli bir tecrübeye sahip oluyorlar. Bu kelimeler yüksek kültüre sahip
grupların taptıkları birer totem. Masonik Tapınakçılarda karşımıza çıkan
işaretlere denk şeyler.”[13]
Bence
burada tüm kanıtları ciddiye alamamak gibi bir hata söz konusu. Dawkins’i de
dâhil edecek olursak, tüm bilim insanları, her türden keşif karşısında gözleri
yaşarıyor. Benim gözlerimse onların keşifleri karşında doluyor. Güçlü bir
duygunun açığa çıkmasını sağlayan fotoğrafların tümüyle suni yoldan renklendirilmesinden
ibaret, hayali şeyler olmasına karşın, Hubble teleskopundan gelen görüntülere
bakıp bir şeyler hissetmeyen insan var mıdır?[14]
Dawkins’in
ve bilimin bu şaşkınlık hâlini hiç merak etmiyor olmaları, büyük bir
eksikliktir. İkisi de bu duygunun ve halktaki karşılığının istatistiksel açıdan
doğrulanması gerektiğini söylüyorlar. Aynı ispatın incelenen her şey için
gerekli olduğunu iddia ediyorlar. Kozmos karşısında duyulan şaşkınlık gözlemle
sınanamaz, ispatlanamaz, kendisi dışında başka bir şey üzerinden ona dair bir
öngörüde bulunulamaz. Bilime göre güzellik, sadece totolojiden, dogmadan
ibarettir. Dogma ise şunu söyler: “Bilimin yaptığı keşiflerle ve o keşiflerdeki
güzellik karşısında herkes hayrete düşer.”
Gökevine
giden anaokulu çocuklarına öğretilen de bu değil midir? Orada gördükleri şeyin
güneş sistemi olduğu söylenir, doğal olarak çocuklar, o sistemi görünce
duygusal ve güzellik anlayışı üzerine kurulu bir tepki geliştirirler.
Gezegenler hakkında sorular sorarlar, ama bir yandan da onlara şaşırırlar. Siz
de kâinatın güzelliğini göremediğinizde yetişkinler sizi illaki ayıplayacaktır.
Bilim,
aşina olduğu, dine ait olmasa da tümüyle bilim dışı olan estetik değerler
sistemi içerisinde faaliyet yürütür ve sanki olgular dışında her şeye karşı
körleşmiş gibidir. Daha kötüsü de bilimin gençlere ve yetişkinlere sunduğu
eğitimin, şu tür bir anlayış üzerine kurulu olmasıdır: “Üsttekilere, bilim
insanlarına boyun eğ. Onlar kozmos ‘güzel’ diyorsa güzeldir.”
Bu
noktada ufak bir felsefi soruşturmanın işe yarayacağı, bir miktar estetiğin
faydası olacağı düşünülür ama bu, yanılgıdan ibarettir. Çünkü bilim için
Tanrı’dan daha ölü bir şey varsa o da felsefenin ta kendisidir.
Stephen
Hawking’in Büyük Tasarım isimli kitabında dediği gibi:
“Bunlar eskiden beri felsefenin
sorduğu sorulardı, oysa felsefe ölmüştür. Felsefe, bilimdeki, özellikle
fizikteki gelişmelere ayak uyduramadı. Bilgi için verilen mücadelede keşifler
denilen meşale, bugün bilim insanlarının elinde.”[15]
Şaşırtıcı
biçimde, haber kanalları Hawking’in Tanrı’yı inkâr ettiğiyle ilgili haberi
parlattı, ama felsefenin öldüğüne dair iddiasına dair tek bir yorum yapmadı.
Sanki dünya hep bir ağızdan, “evet biz de biliyoruz öldüğünü” dedi. Neticede
zaten bu yavaşlıkla felsefeciler başka bir kaderle de yüzleşemezlerdi.
Hawking
aslında, Lawrence Krauss ile Alex Rosenberg’in “felsefe öldü” diyen, ama
ortalığı bu konuda velveleye veren yaklaşımlarına kıyasla daha makul bir şeyler
söylüyor. Atlantic dergisinden Ross Anderson’a verdiği mülâkatta (23
Nisan 2012) Krauss, daha önce dillendirdiği “felsefenin iki bin yıldır
ilerlemediğine” ilişkin iddiasını yineliyor ve şunları ekliyor:
“Ne yazık ki felsefe, bana
Woody Allen şu eski esprisini anımsatıyor: Jimnastiği jimnastik yapamayanlar
öğretiyor, öğretme kabiliyeti olmayanlarsa jimnastik öğretiyorlar. Felsefenin
en berbat kısmını ise bilim felsefesi oluşturuyor. Bugün bilim felsefecilerinin
kitaplarını sadece bilim felsefecileri okuyor. Dolayısıyla bilim felsefesinin
ne tür gerekçeler sunduğunu kimse anlamıyor. Bence bu gerilimin sebebi, felsefe
sahasındaki insanların kendilerini tehdit altındaymış gibi hissetmeleri. Bu
tehdit de bilimin ilerlemesi karşısında felsefenin hiç ilerlemiyor oluşuyla
alakalı.”
Krauss’un
küçümsediği bilim felsefecilerinden biri olan Rosenberg ise daha ağır laflar ediyor:
“Beşerî bilimler basit bir
semptom, birer gösterge olmanın dışında asla ciddiye almamamız gereken bir
olgu. Beşerî bilimler, bizim eğlenmemiz, keyiflenmemiz, psikolojik açıdan
kendimizi tatmin etmemiz için ciddiye almamız gereken bir şey. Onu bilgi
kaynağı veya irfan yuvası olarak kimse görmesin.”[16]
Semptom
mu? Rosenberg neyin semptomundan bahsediyor? “Psikolojik tatmin” ne demek?
Dawkins’in dediğini daha kaba bir biçimde ifade ediyor aslında. Bir yerde
Michel Foucault ve Roland Barthes’a dair yorumda bulunuyor ve bu isimlerin
“Fransızca sevdalılarının putları” olduğunu söylüyor.[17]
Dawkins
ise Foucault’ya dair hiçbir şey bilmiyor. Bu bilim yazarlarındaki bilim tarihi
bilgileri, Bertrand Russell ile sınırlı. Bu insanların dile getirdikleri
yorumlar, aydın düşmanlarındaki önyargıların basit birer ifadesi. Hepsi de
yobazlığın bedenlenmiş hâli.
Asıl
mesele, bilimin kendi yaptığı keşiflerin anlamını bilmiyor olmasıdır. Bilim,
evrim sürecini tarif eder, ama o süreçle ilgili hükmü nasıl vermemiz gerektiğini
bize söylemez. Yaşananların insanı mutlu edecek gerçekler olup olmadığı, sıkıcı
mı yoksa büyüleyici mi olduğu konusunda tek laf etmez. Bilim tarihçisi John
Gribbin’in kuantum fiziğiyle ilgili keşifler konusunda dile getirdiği
biçimiyle, bu keşiflerin “hiçbir anlamı yoktur.”
Bu
anlamda kuantum fiziği bize nicemlerden, kuantumlardan meydana gelen kâinat
konusunda ne düşünmemiz gerektiğini söylemez. O, kâinat karşısında mutlu olup
olmayacağımız, hayal kırıklığına uğrayıp uğramayacağımız konusunda konuşmaz. Bilim,
başvurduğu yöntemlerin ortaya çıkarttığı ürünleri değerlendirmek için bir yol
önermez. Gribbin’in ifadesiyle:
“İnsanlar tüm bunların
gerçekte ne anlama geldiğini sorup duruyor, oysa bizim amacımız açısından
pragmatik yaklaşımı benimseyip kuantum mekaniğinin deneylerle teyit edilen
öngörülerde bulunma anlamında işe yaradığını söylemek bizim için kâfi,
dolayısıyla kuantum mekaniğinin ne tür bir anlam ifade ettiğinin bir önemi
yok.”[18]
Sonuç
olarak, insanlar, bilimin ortaya koyduğu teorinin ne anlama geldiğini ısrarla
sorguladığında bilim hemen totolojiye başvuruyor ve “Biz, muhakeme, deneyler ve
araçlarla yaptığımız şeyi biliyoruz. Bundan daha fazlasını istiyorsanız,
buyurun siz yapın, ama asla teoloji, felsefe ve sanat gibi bilimsel yöntemi
ayaklar altına almayın” diyor. Burada tam da psikologların “çifte açmaz” dediği
şey söz konusu: bilim, kendi bilgilerinin anlamını nasıl ortaya koyacağını
bilmediğini kabul ediyor, ama öte yandan da diğer her türlü anlamlandırma
çabasını da herkese men ediyor.
Peki
öyle olsun. Bilim insanları bir salona doluşsunlar, oturup yedikleri
yemeklerden konuşsunlar.
Dawkins
gibi bir bilim insanı, felsefi ve estetik dünyasındaki düzensizlik sebebiyle
belki bağışlanabilir, ama ünlü yoldaşı Christopher Hitchens’a asla hoşgörü
gösterilmemelidir. Hitchens, emprisizmin ve aklın otoritesine başvurmasına
karşın bilimle çelişen, akla hakaret eden her şeyi ağır bir dille eleştirir ve
buradan da hiçbir şairin dahi kabul edemeyeceği bir şey söyler: “Doğamız,
proteinler ve asitlerden oluşuyor.”
Esasında
Hitchens bir bilim insanı değil, edebiyat eleştirmeni, gazeteci ve kamuya mal
olmuş bir entelektüeldir. Dolayısıyla buradan, onun düşünce dünyasında sanata,
edebiyata ve felsefeye dair belirli bir bakış açısının ön planda olduğu
sonucuna ulaşmak mümkündür. Ama meselemiz bu değil. Hitchens, dinin bilim ve
akıl adına silinip atılmasını önerir. Bu cesur yeni dünyada edebiyatın görevi,
İncil’i çöpe atmak ve “ebedi ahlaki meseleler”i inceleme fırsatı sunmaktır.
Hitchens’ın
Tanrı Büyük Değildir: Din Her Şeyi Nasıl Zehirliyor isimli çalışması,
fikri açıdan utanç verici bir kitaptır. Fikri açıdan utanç verici olmaksa
bildiklerinden, daha doğrusu bilmek zorunda olduklarından daha azını söylemek,
söylediklerini gerçek gidişatı ve olguları yanlış ifadelerle dile getirmektir.
Bu anlamda Hitchens’ın kendi ifadesiyle, bu kitap belirli bir “edep”ten
yoksundur.[19]
Eğer
ateist, bir icra kurulu başkanı gibi koltuğa kurulup yaratılışın dışında duran,
emirler yayınlayan, bahtsız günahkârları cezalandıran, düşmanlarından intikam
almaya çalışan, savaşlarda taraf tutan bir tanrıya inanmamaksa, Hitchens gibi
ben de ateistim. Bu Tanrı ve onun riyakâr müritleri Rabelais, Molière,
Voltaire, Thomas Paine ve bizde Mark Twain’den beri aydınlanmacı aklın kolay
birer hedefi olageldiler.
Bu
Tanrı ve bu tür dindarlar, elbette ki politik açıdan sorunludur. Üstelik
Hitchens, bu nahoş gerçeği unutmamıza asla izin vermemektedir. Neticede bizde
dindar sağ diye bir şey vardır ve uluslararası planda ise belirli bir güce
sahip olan köktencilik tehlikeli ve ürkütücüdür, bu, bilhassa onunla birlikte
yaşamak zorunda olanlar için üzücü bir gerçekliktir.
İlk
yayınlandığından beri eleştirmenlerin de tespit ettiği üzere Hitchens’ın kitabı
dini bir dizi suç hikâyesine indirgemektedir. Ancak süreç içerisinde dinî
düşüncenin tüm gerçek hikâyesi yanında tarihsel çalışmalar ve metin
incelemeleri, sanki hiç yokmuş gibi muamele görmektedir. Hitchens için Levant
bölgesinin, Doğu Akdeniz’in Elenistik düşünceyi, Yahudi düşüncesini ve
Maniheist düşünceyi kültürel açıdan harmanlamış olmasının bir önemi yoktur. O,
Yahudiliğin Nietzsche’nin “kitlelere mal olmuş Platonculuk” olarak tarif ettiği
bir dine dönüştürülmesini de önemsemez. Hitchens için Yeni Ahit’te yer alan,
Yahudi öğretileri, gnostik öğretiler ve Paul’cü öğretiler arasında görülen
teolojik çatlakların da bir değeri yoktur. Hitchens, ilk Hristiyanlık mezhebi
olan Aryanizmin, liberal birlikçiliğin manevi kökeni olan bu akımın o
etkileyici yolculuğunu da ciddiye almaz. (Bir Aryan ve Teslis karşıtı olan
Newton, Trinity Koleji’nde daha fazla tutunamamıştır.)
Hitchens,
Hristiyan düşüncesinin Alman idealizminindeki/romantizmdeki ve Amerikan
aşkıncılığındaki arındırıcı maneviyata dönüşümünü de önemsemez. Tuhaf bir
biçimde Hitchens için Kierkegaard, Dostoyevski, Karl Jaspers, Paul Tillich,
Martin Buber gibi isimlerdeki varoluşçu Hristiyanlığa ve yakın döneme ait
isimler olan Jacques Derrida ve Slavoj Žižek’te gördüğümüz, postyapısalcı
düşünce içerisindeki dinî sapmayı da değerli bulmaz. (Oysa tüm bu felsefeciler,
Žižek’in “Hristiyanlık’taki sapkın öz” dediği şeyi ararlar.)
Dolayısıyla
Hitchens, bu düşünce ve maneviyat geleneklerini kabul etme fırsatını elinin
tersiyle iter. Bir yerde İbrahim ve İshak’ın hikâyesinin “ürkütücü ve berbat”
bir yanılsamadan ibaret “delice ve iç karartıcı” bir hikâye olduğunu söyleyen
Hitchens, Kierkegaard’ın bu hikâyeyi, o karmaşık, şiirsel ve alabildiğine
felsefi bir üslupla anlattığı Korku ve Titreme çalışmasından hiç
bahsetmez. Bu sebeple Hitchens, her zaman karşımıza, o eleştirdiği köktencilere
benzeyen ve metni olduğu gibi ele alan, motamot okuyan biri olarak çıkar.
New
York Times’ın çok satanlar listesinde kendisine imtiyazlı bir yer
edinmiş olan Hitchens ile ilgili bu eleştiriyi başka isimler de dile
getirmektedir. Örneğin o kapsamlı bir analiz içeren makalesinde William J.
Hamblin şu eleştiriyi dile getirmektedir:
“Mısır’dan hicret
edilmesini ele alan Hitchens, dogmatik bir yaklaşım üzerinden bize şunları
söylüyor: ‘Mısır’dan kimse kaçmadı, çölde kimse dolaşmadı. […] Vaat edilmiş
topraklar fethedilmedi. Bunlar sonrasında uyduruldu. Bu hikâye, hiçbir Mısır
kaynaklı tarih çalışmasında, ara bir not olarak bile aktarılmıyor. […] Musa ile
ilgili tüm efsaneleri iç rahatlığıyla ve kolayca çöpe atmak mümkün.’ Hitchens,
bu türden hikâyeleri kolayca çöpe atıyor, çünkü kutsal kitap üzerine kurulu
geleneklerin tarihsel gerçekliğini ortaya koyan kanıtları yüzeysel de olsa
inceleme başarısını bile gösteremiyor. Hitchens, bize göre okumaya Hoffmeier’in
İsrail Mısır’da, Antik İsrail Sina’da mıydı? isimli çalışmasıyla
başlamalı. Bu kitabın ilahiyat kitapları basan küçük bir Hristiyan yayınevi
değil, gerici ve köktenci çizginin savunusu olmaktan uzak olan Oxford
Üniversitesi tarafından yayımlandığını belirtmek gerek. Hitchens’ın ‘bu hikâyenin,
hiçbir Mısır kaynaklı tarih çalışmasında ara bir not olarak bile aktarılmadığına’
dair iddiası, sırf polemik dâhilinde işe yarar diye edilmiş, bomboş bir
laftır.”
Üniversitelere
ait yayınevlerinin din savunusu içeren çalışmaları yayımlaması “yeni
ateistler”in hiç dikkatini çeken bir husus değil. Dolayısıyla Dawkins ve Hitchens
gibi isimler, Robert N. Bellah’nın İnsan Evriminde Din: Paleolotik Çağdan
Eksen Çağına adını taşıyan çalışmasıyla hiç ilgilenmiyorlar.
Bu
kitap, teorik (bilimsel) kültürün tek taraflı etkisi altında hareket eden Batı
kültürünün eleştirisini içeriyor ve teorik olanın mitik olana bağlı oluşunu
tarihsel düzlemde açıklıyor.
Linda
Heuman, kitapla ilgili eleştiri yazısında şunları söylüyor:
“Bellah, hem aklın mutlak
otoritesine yönelik o hiç sorgulamadığımız güveni boşa düşürüyor, hem de
hakikatin başka türlerine yönelik güvenimizi artırıyor. […] İnsanın gelişimiyle
ilgili hikâye buradan kurulduğunda o bize, insanın ilkin bildiğini, sonra
hikâye anlattığını, ardından analize dayalı düşünceler ürettiğini söylüyor.
Akıl ilk değil en son çıkıyor sahneye, o, kurulmuş olan ekibin en yeni üyesi;
kaptan değil, oyunculardan biri.”
Hitchens,
aslında en berbat tespitlerini “Doğu’nun dini” dediği şeyle ilgili olarak
yapıyor. Bu noktada Hitchens, Hinduizmin ve Budizmin tüm türevlerini aynı
çuvala atıyor. “Doğulu Çözüm Diye Bir Şey Yoktur” başlıklı bölümde Asya’daki
tüm dinî gelenekleri ünlü, ama tehlikeli bir gurunun (Bagvan Sri Racniş)
çevirdiği dolaplara ve Dalay Lama ile ilgili iftiralara indirgiyor.
Racniş’in
inzivaya çekildiği evde gördüğü “ayakkabılar ve zihinler kapıda bırakılmalı”
yazısından Budizmin aklı horgördüğü sonucuna ulaşıyor. Ama nedense Racniş’in
Budist olmamasına hiç kafayı takmıyor, onun Hindu oluşu üzerinde hiç durmuyor.
Esasında
Hitchens’ın Racnişçiliğe neden bu kadar öfkeli olduğunu bir tek Tanrı biliyor.
Çünkü bu inanç, tam da dünyevi olana bakan Hitchens gibiler için imal edilmiş.
Sannyasa hareketi, farklı mezhepleri bir araya getiriyor ve kapitalizmin,
bilimin ve teknolojinin dogma karşısında üstün olduğunu söylüyor. Dindar bir
köktenci olmak şöyle dursun, aslında Racniş farklı bir yolu takip ediyor. Kendi
dinini sistemleştirmek adına Racnişçiliğin Kitabı diye bir kitap kaleme
alan ve beş bin kopya basıp dağıtan Racniş’i Hintliler köktenci değil, burjuva
olduğu için eleştiriyorlar. Sannyasa’nın asıl başarısı ise şaşırtıcı bir
biçimde şirketlere benzer bir yapıya sahip bir işletme olabilmesi ile ilgili.
Hugh
Urban’ın tespitiyle “Seksenlerde hareket, şirketlerden oluşan karmaşık bir ağ
hâline geldi, dünya genelinde maneviyatçı ve seküler bir dizi şubeye sahip
oldu, yogadan psikolojik danışmanlığa ve temizliğe kadar birçok hizmet alanında
faaliyet yürüttü.”[20]
Budizm
konusunda az çok bir şeyler bilenleri asıl rahatsız edense Hitchens’ın Budizmin
felsefî gelenekler açısından sahip olduğu zenginliği kabule yanaşmıyor oluşu.
Örneğin önemli metinlerden olan Kalp Sutrası ve bu kitabı yorumlayanlar,
Batı’nın ancak Spinoza ile birlikte başardığı, metafizikle etiği fikri
derinlikle birleştirme çabası içerisindedirler. Zaten Hitchens da Budizmin
köktencilikle ortak noktasının pek bulunmadığını, onun etikle ilgili derin
düşünceden ibaret olduğunu kabul ediyor: “Tüm bunlara din değil de ahlak
sistemleri veya hayat felsefeleri olarak yaklaşmak mümkündür.”[21] Ama
Hitchens, Bir Budist Ateistin İtirafları isimli kitabın yazarı Stephen
Batchelor gibi âlimlerin savunduğu seküler Budizm hakkında da bir şeyler
öğrenme zahmetine girmiyor.
Dawkins
ve Hitchens, bu tür bir şikâyeti muhakkak ki sıklıkla işitmiştir. Tanrı
Yanılgısı isimli kitabının karton kapaklı baskısına yazdığı önsözde
Dawkins, kendisini şunu söyleyerek savunuyor: “Bugün dünya dinlerine köktenci
görüşler hâkimdir, dolayısıyla ben, bu dinleri sorun olarak gördüğüm için
haklıyım.” Ama bu sözünü hiçbir şekilde gerekçelendirmiyor. Üstelik Dawkins bu
sözleri, ortalık yerde liberal Hristiyanlar, hatta Obama ve Carter gibi liberal
evanjelikler varken, Michael Lerner’ın Maneviyatçı İlericiler Ağı dinlerarası
bir yapı olarak belirli bir yere sahipken, liberal, hatta radikal Yahudiler
herkesin gözü önündeyken söylüyor.
Dawkins
ve Hitchens iki önemli hususun üzerinden atlıyor. İlki olarak bu ikili,
kendilerini eleştiren isimlerin sadece akademik ve teorik sınırlarından
bahsetmediklerini, onlardaki yanlışlara da işaret ettiklerini görmüyor. Bunlar,
bilgili veya dikkatli bir eleştirmenin yapmayacağı yanlışlar. İkinci husus daha
da önemli: Bu yazarlar, köktenciliğin gerçek kusurlarını düzeltme noktasında
dinî düşüncedeki özgürlükçü veya felsefi geleneğin oynayacağı rolü görmezden
geliyorlar.
Dawkins
ve Hitchens gibi isimler, özelde rasyonalizmin ve bilimin iddialarıyla
kendilerini sınırladıkları için Marx’ın çalışmalarından etkilenmiş olan Paolo
Freire ve kurtuluş teolojisinin önemini anlamıyorlar. Son elli yıl içerisinde
papalığın kaleme aldığı genelgeler bile kapitalizmin yoksullara yönelik zulmünü
eleştiriyorlar ve üstelik bu eleştirileri Marksist Hitchens’a kıyasla daha
kesintisiz bir biçimde yapmışlar. Oysa Dawkins, bu ve benzeri olgular üzerinden
kendi çalışmalarını eleştirenlerin eleştirilerini bile görmezden geliyor.[22]
Benim
Hitchens’ta asıl üzerinde durduğum konu, ondaki dağınık, hatta eksik teoloji
bilgisi değil. Hitchens, aynı zamanda kendi uzmanlık alanı olan Batı edebiyatı
ve felsefesi alanında da sorumsuzca hareket eden bir isim. Hitchens’ın da
kullandığı tabirle, ben de kendisine “dört temel itiraz” yöneltiyorum:
1.
Hitchens, kendisinde de bir tür metafizik ve büyü üzerine kurulu bir düşünme
pratiği olduğu gerçeğini kabul etmiyor.
2.
Bu metafizikteki yıkıcılığı kabule yanaşmıyor.
3.
On dokuzuncu ve yirminci yüzyılda maneviyatçı ve akıl karşıtı edebiyatın ve
felsefenin katkılarını görmezden geliyor.
4.
Kendisindeki düşünme pratiğinin de en nihayetinde belirli bir inancın somut
ifadesi olduğunu görmüyor.
Söze
Hitchens’taki metafizikle başlayalım. Kitabının önemli bir kısmını dinî
metafizikteki aptallığı eleştirmeye ayırıyor, bu noktada bilhassa doğanın
sıradan işleyişi dışında duran bir varlık olarak Tanrı anlayışını eleştiriyor.
Ama öte yandan Hitchens da kendisine ait metafizik iddialarını sıralıyor. Ne
var ki bu iddiaları belirli argümanlara dayandırma gereği duymuyor. Dinin
karşısına Aydınlanma aklını çıkartıyor.
Peki
Hitchens’a göre “akıl” nedir? Mantık kuralları mıdır? Bilimsel yöntem midir?
Thomas Paine’in bahsini ettiği sağduyu mudur? Bunların hepsi midir?
Galiba
Hitchens, herkesin aklın ne olduğunu zaten bildiğini düşünüyor ve aklın işlevi
veya erdemleri konusunda bir açıklama sunma ihtiyacı duymuyor. Esasen bu
yaklaşım, karşımızda bir ideolojinin durduğunu gösteriyor. Her ideolojist gibi
Hitchens da kendi önermelerini inceleme fikrine ayak diriyor, çünkü incelerse
otoritesinin sarsılacağını düşünüyor.
Hemen
büyük bir hevesle başka başlığa geçen Hitchens, dinin akla yönelik hakaretleri
meselesini ele alıyor, ama nedense aklın ne anlama geldiğini söylemiyor.
Buradan anlıyoruz ki akıl, kılına zarar gelmemesi, kötü davranılmaması gereken
bir şey. Bu aşamada yazarımız, akla saldırı ile Tanrı’ya saldırı arasındaki
farkı siliyor.
Hitchens’ın
ikinci metafizik iddiası vicdanla alakalı. O, din olmazsa ahlakın olmayacağını,
vicdanın doğuştan olduğunu söyleyen teze karşı çıkıyor ve “insandaki ahlaklılık
hâlinin dinden kaynaklanmadığını, bu hâlin dinden önce de varolduğunu”
söylüyor.
Hitchens’ın
saçmaladığını söylemek gerekiyor. Önce şunu sormak gerekiyor: Vicdan nedir?
Ahlaklı şeyler düşündüğümüzde beyin taraması esnasında ekranda görünen ışık
mıdır? “Doğuştan” ne demektir? Madem vicdan doğuştan, milattan önce 71’de
Roma’dan Kapua’ya uzanan Appian Yolu’nda Krasus altı bin Spartaküsçüyü çarmıha
gerdiğinde Romalılar, insanların yan yana dizildiği sahneyi neden bir sanat
eseri olarak gördü, neden şehre dönen Krasus’u yüceltti? Romalılar, muzaffer
komutanlarının yoluna çiçekler atarken sağduyularına ve düşüncelerine karşı mı
geldiler? Bu insanlar kutlamalar sonrası vicdan azabı çekip gece uyuyamadılar
mı? Yoksa Krasus, Romalılardaki üstün ırk olduklarına dair düşünceyi teyit mi
ediyordu?
Bu
bağlamda insanlık tarihinin gördüğü en yıkıcı toplumsal sistem olarak
kapitalizmin ve kapitalist militarizmin büyük bir tutkuyla destek görüyor
olmasını da mı vicdanî bir yönelim olarak değerlendireceğiz? Bazen bizdeki
füzeler ara sıra çocukların üzerine düşüyor diye bu füzelere sahip olduğumuz
için üzülecek miyiz? İleri teknoloji ürünü mühimmata sahibiz diye gururlanacak
mıyız? “Savaş uçaklarıyla yapılan bu hava gösterisi başka şehirde yapılsın”
dediğimizde bunu kaç kişi kabul eder? Bu tür bir laf ettiğinizde Amerika
karşıtı diye damgalanırsınız. Genelde kitle, askerî gücü üstünlük göstergesi
olarak ele almaya meyillidir.
Nihayetinde
Hitchens, vicdan diye bir şeyin olduğuna dair o yüzeysel ifadeye bizzat kendi
kitabıyla karşı çıkıyor. Ona göre din, “zehir”den başka bir şey değil. Hatta
Hitchens, dinin insanları gaddarlaştırdığını iddia ediyor. Bu tespit, hepsi
için geçerli mi peki?
Binlerce
yıldır milyonlarca insan, iyi ve kötüye dair doğuştan edindiği anlayışa karşın
inançlarını şevkle ve güçlü bir biçimde savundu. Demek ki kâfirleri,
zındıkları, özgür düşünenleri öldürme pratiği, Yehova, Allah veya Kilise adına
yapılmadığında da iyi bir vicdanın ameli olarak gerçekleşmiyor. Tepelerinde
füzeler ve savaş uçakları uçmasaydı muhtemelen bir Taliban üyesi gece mışıl
mışıl uyur, ertesi gün karşısına çıkan kişi iPod’dan müzik dinliyor diye onun
kulağını kesmezdi.
Bence
insanın doğuştan vicdanlı olduğunu söylemekle Tom Waits’in “Yoksulluk Dünyada
Akan Bir Nehirdir” isimli şarkısında dediği gibi, “insanlığa dair söylenebilecek
tek şey onda iyilikten eser bulunmadığıdır” demek arasında bir fark yok. Her
iki iddia da önyargıdan başka bir şey değildir. Bu lafı Hitchens’a etseydik
eğer, muhtemelen beyimizin suratı asılır, hemen tartışma pozisyonu alır, Karate
Kid’deki “turna” hareketini çekerdi, Tom Waits ise sinsi bir surat ifadesiyle
sırıtır, o hafif sarhoş konuşma tarzıyla “evet ya” derdi.
Wallace
Stevens, bu tür laflar hakkında şunu söylüyor: “Dünya çirkin bir yerdir,
insanlarsa üzgün. Nasıl istersen öyle olsun.” Stevens’a göre bir şeyin iyi ya
da kötü olduğunu din, bilim, akıl veya Hitchens gibi Marksizm maskesi takmış
yeni muhafazakârlar değil, şiir tayin etmelidir. En azından Stevens, bu konuda
dürüst bir isimdir. En azından o, başkaları gibi, “benim iyi ve güzel anlayışımı
beğenin, ona göre hareket edip şiddete ve çıkarlarınıza dayanan kültürünüzü
geride bırakırsanız hayırlı olur” demiyor.
Peki
Hitchens’ta vicdan nerede? Dinî ve felsefî düşüncelerin tarihini bile bile
çarpıtırken neden vicdanlı biriymiş gibi davranmıyor? Amaçlara uygun düşen
vicdana sahip olan insanlar içerisinde parmakla gösterilecek örneklerden biri
değil miydi kendisi?
Kişisel
ahlak kültürel ahlakı yansıtır, kültürel ahlaksa genelde kabilenin çıkarlarına
tabidir. Hitchens’ın da bir kabilesi vardır. O, makul, temiz giyinen, güzel
konuşan, her zaman haklı olan Oxfordlular kabilesine mensuptur, dolayısıyla
Hristiyan köylülerle, kölelerle, cahillerle, Cambridge’te okumayanlarla, öğle
vakti güzel yemek yiyemeyenlerle arasındaki farkın bilincindedir ve bu farkın
keyfini her daim çıkartır. Hitchens, oligarklar ailesine mensuptur, onların
sahip olduğu en önemli imtiyazlardan biri olan, kendi yalanlarını ve
kabahatlerini ciddiye almama hakkına sahiptir.
Hitchens’ın
gözünde hiçbirimizin kıymeti yoktur. Ona göre “ahlak” doğuştan gelen bir
şeydir. Bu, itiraz edilemeyecek bir hakikattir. Çünkü onun bildiği gerçekler
kanıta dayanmaktadır, başka insanların bildikleri ise temelsizdir.
İyiliğin
ve Kötülüğün Ötesinde kitabında Nietzsche’nin de dediği gibi,
“kimse, öfkeli bir adam kadar yalancı olamaz.”
Fransız
Devrimi sonrası dönemde edebiyat ve felsefe, Aydınlanma aklının ortaya koyduğu
iddialara alabildiğine şüpheli yaklaşıyor. Hepsi de o aklın nasıl işlediğini
görüyor. Ne var ki bu edebiyat özel uzmanlık alanı olmasına karşın kitabında
Hitchens, ona dair tek bir laf etmiyor. Aslında Gulliver’in Gezileri’ni
yazan Jonathan Swift açısından bilimsel aklın, fahişeden başka bir şey
olmadığını Hitchens da biliyor. Geçmişte Swift gibi kişiler, o aklı aynı
zamanda Kraliyet Cemiyeti’nde temsil edilen bir şey olarak görüyorlar.
Swift
gibi, Blake’in paltosundan çıkan tüm İngiliz şiir geleneği de sadece dinî
inanca değil, bilimsel akla da itiraz ediyor. Romantikler, Avrupa’nın geleceği
için en temel sorunun, yeniden tahayyül edilmesi gereken din değil, aklın
doymak bilmez hak talepleri ve istekleri olduğunu söylüyorlar. Hitchens ise
edebiyatın aklı ayakta tuttuğunu iddia ediyor, oysa o ayakta tuttuğunu
söylediği akıl, Hitchens’ın bilim ve akla olan inancına karşı çıkıyor. O inanç
ki onca samimiyetsizliğine ve yaptığı zulümlere rağmen kendisinden her zaman
memnun olabiliyor.
Akıl
adına işlenen suçlar, inanç adına işlenen suçlardan daha az değil. Hitchens’ın
yüce tuttuğu Aydınlanma aklına dönük inanç, ilk karşılıklarını Terör Dönemi’nde
buluyor. Ateizme bağlı olan ve aklî melekelere sahip olduğuna inanan
Hébertistler, Notre Dame Katedrali’ni ele geçiriyorlar. Orada kurdukları
sahnede çekici ve eleştirmenlerince çapkın bulunan Madam Momoro’nun
canlandırdığı Akıl Tanrıçası önünde eğiliyorlar, ayinler düzenliyorlar.[23]
Kamu Güvenliği Komitesi o akıl dini adına katliamlar yapıyor.
Hitchens’ın
herkesin üzerinde tuttuğu George Orwell bile “aklın uykusu” ile birlikte
ortalığa çıkan canavarlara değil, aklın mümkün kıldığı verimlilik, rasyonel
bütünlük ve toplumsal idare gibi canavarlara karşı çıkma gereği duyuyor.
Kafayı
Yahudilere takmış olsa da Nazizm, dinin biçimlendirdiği basit bir kâbus değil,
o aslında idari verimlilik anlayışının yol açtığı bir kâbus. Evet, Nazilere
Katolik Kilisesi yeterince karşı koymadı, ama Krupp şirketinde veya I. G.
Farben isimli kimya şirketinde çalışan bilim insanları, teknisyenler ve iş
insanları da Nazilerin yapıp ettikleri karşısında sessiz kaldılar. Üstelik
Nazilerin yürüttüğü öjeni çalışmaları, esasen ABD’de yapılan bilimsel
araştırmalara dayanıyordu. 1906’da Amerikan Islahçılar Derneği’ni biyolog
Charles B. Davenport kurmuştu. Derneğin en fazla üzerinde durduğu tehlike ise
“ikinci sınıf kan” idi. Amerikan bilim cemaati, meseleye ancak Hitler’in imha
kamplarını gördükten sonra, başka bir açıdan yaklaşma ihtiyacı duydu.[24]
Demek
ki aklın uykuda olması kadar onun uyanık olması da canavarların oluşmasına yol
açabiliyor. Hitchens, bilimdeki kötü vicdanı kendisine hiç mesele yapmıyor,
bilimin silâh üretiminde veya doğanın yok edilmesinde oynadığı rol üzerinde
durmuyor. Kaygılı Bilim İnsanları Birliği isimli örgüt, bu konuda heybesinde
epey eleştiri biriktirmiş durumda: Örgüt, bilimin bu tür meseleleri kendisine
dert edinmemesini eleştiriyor. Sosyal Sorumluluk Yanlısı Doktorlar ekibinden
Helen Caldicott, birçok bilim insanının yaptıkları çalışmaların ahlakî yönünü
ahlaktan yoksun insanlara, muktedirlere ve zenginlere bıraktıklarını söylüyor.
Muhtemelen
bilim insanları ve hümanistler içerisinde en fazla saygı gören insan olan Jacob
Bronowski, matematikle ilgili becerilerini 1943 yılında Hamburg’un yangın bombalarıyla
daha verimli bir biçimde ateşe verilmesi için kullanmış bir isim.
Tüm
bunları bilmek için bilime dair derin bir bilgiye sahip olmanıza gerek yok.
Bronowski, bilimin iktidarla ilişkisi konusunda çok şey söylüyor zaten.
Bugünlerde pek bilinmeyen, BBC yapımı İnsanın Yükselişi belgeseli için
verdiği mülâkatta Bronowski şunları söylüyor:
“Burada Einstein’ın ismini
bilerek anıyorum. O, bir bilim insanıydı ve yirminci yüzyılda düşünceye bilim
insanları öncülük ediyorlardı. Bu da önemli bir soruna yol açtı. Çünkü bilim,
aynı zamanda hükümetle el ele ilerleyen, devletin pekiştirmek istediği gücün
kaynağı idi. Bilim geçmişte olduğu gibi bugün de başka bir yöne yönelse
inançların, görüşlerin hepsi tuz buz olur. İnançsız kalırız, çünkü bu yüzyılda
insanın biricikliğini gören, onun sunduğu armağanlarla ve yaptığı işlerle
gururlanan bir yapı olarak bilime dayanmıyorsa ortada inanç diye bir şey de
kalmayacaktır. Bilimin işi, dünyayı değil, ahlakî tahayyülü miras almaktır.
Çünkü insan yoksa inançlar ve bilim birlikte yok olur.”
İkinci
Dünya Savaşı süresince İngiltere devletine bilim konusunda danışmanlık yaparken
edindiği deneyim üzerinden Bronowski, korktuğu şeylerin başına geldiğini gördü.
İnsanın Yükselişi’nin yayınlanmasından yirmi yıl önce Bronowski’nin
dostu, İngiliz romancı ve bilim insanı C. P. Snow, Yeni İnsanlar (1954)
isimli romanını kaleme aldı. Bilimi ahlakî açıdan eleştiren Snow, Hiroşima’ya
atılan bombadan bir gün sonra romandaki Hankins isimli karaktere şunları
söyletiyordu:
“Ümit dolu bu yeni çağın asli
fazileti, bugünden sonra bizim başkasıymış gibi davranma ihtiyacımızı ortadan
kaldırmış olmasıdır. Yüzlerce yıldır batıda bize büyük bir ciddiyetle, insanlık
için fazla yüksek olan ahlakî standartlar belirlediğimizi, büyük bir övgüyle
dile getirip durdular. Hepimiz ayaktakımı ve batı medeniyetinin sempatizanları
olarak o yüksek standartlara ulaşamasak bile mevcut durumu kanıksadık ve o
seviyeye ulaşmak için herkesten fazla çalıştık. Bugün ‘kimse aptal olamaz,
dolayısıyla kimse aptal değil’ diyen kişi yalan söylemiyor, çünkü kimse yalan
söyleyemez. O sadece komik şarkılar söyleyen bir şarkıcıdır.”[25]
Dawkins
ve Hitchens, emprisizmin zaferini büyütmeyi amaçlayan başka popüler kitapların
önünü açtı. Burada özel olarak Lawrence M. Krauss’un Hiçlikten Gelen Evren kitabına
değinmek gerek. Bu kitapta yazar, kuantum fiziğini “ilahiyatçının elindeki son
kozu yemek için” kullanıyor.
Krauss’un
17 Nisan 2012 günü Youtube’da yayınlanan dersini 1.327.200 kişi izlemiş. Derste
üç husus öne çıkıyor: 1. Oldukça ilginç bir konu olarak kozmoloji; 2. Mantığın
alenen aşağılanması, berbat kelime kullanımı; 3. İnsanı hayrete düşüren kibir.
Bilimde her şey gün gibi ortadadır, ama Krauss konusunda ikinci ve üçüncü
maddenin açıklığa kavuşturulmaya ihtiyacı var.
Üniversitede
bilim insanları arasında epey vakit geçirdim. Bunların büyük kısmı kibirli
insanlardı. Öyle ki pozitif bilimlerin dışındaki her bir disiplini aşağılama
eğilimdeydi hepsi. Bilhassa bu disiplinlerin gerçeklik iddiaları olmadığını
düşünüyor, araştırma fonu taleplerini alaya alıyorlardı.
Krauss
ise kibri artık komik bulunabilecek bir düzeye taşıyor. Özellikle din
konusunda. 2009’da Dawkins’in daveti üzerine verdiği derste sürekli dindarların
ne kadar aptal insanlar olduğunu söylüyor. Dersin başında şu tespiti yapıyor: “Bilim
insanları gizeme bayılırlar. Bilmeyi sevmezler. Dinde heyecan yaratan şey, her
şeyi biliyor görünüp aslında hiçbir şey bilmemekle ilgilidir.”
Gerçekten
de hiçbir şey bilmiyorlar mı? Karanlık maddeden habersizler mi? İnsan, bu
noktada Krauss için dinin ne ifade ettiğini anlamak istiyor. Onun aklında
muhtemelen sadece muhafazakâr evanjelikler, Papa, doğaüstü güçlere inanan
insanlar var. Tıpkı Dawkins ve Hitchens gibi Krauss da son iki yüz yıldır
romantik ve varoluşçu din felsefesinin çalışmalarından veya din ve kutsal kitap
çalışan âlimlerin eserlerinden hiç bahsetmiyor. Bu insanlar bu çalışmalara
bakma gereği duymuyorlar. Kendi önyargılarıyla çelişen her şeye gözlerini
kapamayı tercih ediyorlar. Üstelik Hristiyanlığı eleştiren büyük eleştirmen
Søren Kierkegaard ile birlikte işler daha da sarpa sarıyor.[26]
Krauss’un
mantığı sorunlu. Onun amacı, bir şeyin hiçlikten gelebileceğini, geldiğini izah
etmek. Bilim de hayli ilginç bir şey sonuçta. Galaksiler arasında “boş uzamlar”
uzanıyor, elinizdeki kitapla sizin aranızda hiçbir şey yok, evrende kuantum
parçacıkları arasındaki hiçlik, aslında maddenin dolayısıyla enerjinin büyük
kısmını (yüzde yetmişini) ifade ediyor. Meseleyi izah etmese de evrenin
üzerinde yerçekimsel bir etkiye sebep oluyor, itme gücü, evrenin genişlemesine
ve hızlanmasına yol açıyor. Güneşin ölümünden kabaca 1,995 trilyon yıl sonra
gezegenimizden baktığımızda hiçbir galaksi görmeyeceğiz.
Oysa
ilahiyatçıların “hiçlik” derken kastettikleri şey bu değil. Diyelim ki Krauss
bilim ile ilgili olarak doğru şeyler söylüyor, o vakit şu tür sorular gelmeli
akla: “Hiçlik yerine neden kuantum sahaları var?” Veya: “İlk başta neden
‘düzensiz bir pürüzsüzlük’ var?”
Krauss’un
bahsini ettiği hiçlik, olmayan bir hiçlik yani. O aslında bir şeylerin arasında
uzanan, içi dolu bir uzam. Maddesiz ama bir saha içermiyor değil, dolayısıyla
parçacıklar üzerine kuvvet uygulayabilecek bir “uzam içi koşul”u meydana
getiriyor.
Astrofizikçi
John Wheeler’ın tespitiyle, “O uzamı işgal ediyor. Enerji içeriyor. Onun
varlığıyla gerçekte varolan boşluk ortadan kayboluyor.” Eğer ip teorisine
inanılıyorsa bu “hiçlik”, kendi üzerine kıvrılmış, bir atomdan trilyonlarca
küçük bir şey olarak uzayı doldurmuş beş boyutlu bir şey.
Ben
astrofizikçi değilim ama Wheeler’ın dediklerini anlıyorum. Peki ama bu
Krauss’un derdi ne?
Stephen
Hawking aynı manevraya başvuruyor. Kutsal yaratıcıya dönük ihtiyacı görmezden
gelen Hawking, kuantum fiziğini “evren kendiliğinden ortaya çıktı, olası tüm
yolları takip ederek harekete geçti”[27] demek için kullanıyor. Bu çok evrenci
yaratılış teorisi “evrenimizin (sonsuz sayıdaki olası evrenlerden biri olan
evrenimizin) ilk evrendeki ufak homojensizliklerin (kümelerin) tohumlarından
neşet ettiğini, 100.000 parça içerisinde bir tek parçanın özkütle
varyasyonlarını içerdiğini söylüyor.”[28]
Peki
tamam, hiçbir şeyi Tanrı yapmadı, evren o kümelerin içinden çıktı. O hâlde şunu
soralım, kuark niye var, o küme niye var?
Krauss
kitabında bu tür sorulara dindarların verdiği cevapları kendisine dert
ediniyor:
“Bana bu dindar
eleştirmenler, ‘bu boş uzamın hiçlik olduğunu söyleyemezsin’ diyorlar. Neymiş
efendim, felsefecideki veya ilahiyatçıdaki o idealize edilmiş hiçlik
kavramından ayrıştırmak için kuantum boşluğu demeliymişim. İyi öyle olsun. Peki
ya hiçliği, uzay-zamanın olmaması olarak tarif etmek istersek? Bu tarif yeterli
olur mu?”
Oysa
yaratılış teorisini savunan Hristiyanlar, “hiçlik” kelimesini ta Akinolu
Thomas’tan beri bu anlamda kullanıyorlar. Onu eleştirenlerse bugün aynı konuda
anlaşmazlığa düşüyorlar. Aslında Krauss’un meseleyi anlamak için Akinolu
Tomas’a ihtiyacı yok.
İlk
Büyük Patlama teorisyeni George Gamow, Evrenin Yaratılışı kitabında şunu
söylüyor:
“Bazıları ‘yaratılış’
kelimesini kullanmama itiraz ediyorlar, yazar olarak ben bu terimi bir şeyi
hiçlikten üretmek değil, biçimsiz bir şeyi biçime kavuşturmak olarak anlıyorum.
Burada kelime, ‘Paris modasının son kreasyonu’ ifadesinde verilen anlamla
birlikte kullanılıyor.”[29]
Krauss,
meseleyi daha tefekkür etmeden itirazını dillendiriyor. Asıl konu kümeler
değil, büyük bir patlama için sonsuz ölçüde yoğun bir noktanın neden varolduğu.
“Neden patladı, neden içinden anti-parçacıklarla dengede olan parçacıklar
(kuarklar ve leptonlar) açığa çıktı?” sorusu. Bu ilk madde olmasaydı, protonlar
ve nötronlar oluşmasaydı, her şeyin ayrı olduğundan bu kadar emin olamaz, her
birine ayrı bir isim vermezdik.[30]
Bu,
boş bir tartışma aslında. Bilimde her şey gün gibi ortada. Krauss ise bize son
yirmi yıldır çıkan popüler bilim kitaplarında bulunan bilgileri özetliyor sadece.
Bilimin klasik dönemden (Newton ve Einstein) kuantum aşamasına (Feynman ve
Hawking) geçişinin hikâyesini anlatıyor, son on yıldır şüpheyle yaklaşılan,
Krauss’un bayraktarlığını yaptığı, kimsenin bilmediği, “evrenin geometrisi”
denilen sahayla ilgili keşiflerden bahsediyor.
Hakkını
teslim etmek gerek, Krauss bu hikâyeyi gayet iyi anlatıyor, benim gibi meslekî
açıdan konuyla alakası olmayan okurlara karmaşık meseleleri izah ediyor. Ama
şunu da söylemek lazım. Bu kitabın bir yayıncı ve okur kitlesi bulmasının
sebebi bilim değil, siyaset. Hitchens “İşte bu ya! Nihayet dinin mezarına
kürekle son toprak atılıyor” yazıyor kitabın önsözünde. Sonsözü yazmaksa
Dawkins’e düşüyor elbette. Hep birlikte polemik yürütmek için yaptıkları
beşikte Krauss’u sallayıp duruyorlar. Dawkins kitabın “nakavt eden yumruk”
olduğunu söylüyor. “Kitabı okudukça ‘hiçlikten başka bir şey niye olsun ki?’
diyen ilahiyatçının elindeki koz alınıyor” diyor.
Krauss
gibi bilim insanları ve polemikçiler, bildikleri şeylerin bir sınırı olduğu
gerçeğini kabule yanaşmıyorlar. Sanırım bunu kabul etseler, düşmanlarının önünü
açacaklarını düşünüyorlar. Bilim ise bazı şeylerin bilinemeyeceğini biliyor.
Çünkü o varlığın kökeni gibi ana meselelerde gerekli gözlem ve deney imkânından
yoksun olduğunu görüyor. Burada din tüccarlarını bilimin erişemediği yerlere
çadır kurmaya (boşlukların tanrısını yaratmaya) çağırıyor değilim. Ben daha
çok, bilimin bilmenin değilse bile düşünmenin başka biçimlerine kendisini
açmasını gerektirecek meselelerden birine işaret ediyorum. Ama bilim abluka
altında olduğu için onun bu konulara kendisini açması pek mümkün değil.
Siyaset
olmasaydı bilim, din sahasındaki rakipleriyle girdiği yarıştaki eşitsiz konumu
karşısında epey sıkıntıya düşebilirdi. Ama bugün söz konusu yarış, esasen bir
tür savaş gibi değil de altıncı sınıfa giden bir çocuğun bir anaokulu bebesini
yumrukla yere serdiği kavgaya benziyor.
Peki
bilim, gerçekten de bilimi savunanların söylediği gibi büyük bir riskle karşı
karşıya mı? Bence değil, çünkü bilimin uygulamalı bilimler ve teknoloji
sahasında güçlü savunucuları var. Devletler, şirketler, ordular bilim için
devasa bütçeler oluşturuyorlar. 2006 yılında harcanan para 312 milyar dolardı.
Sadece Almanya bilime 59 milyar dolar harcadı.
Ama
seçim söz konusu olduğunda şirketler ve hükümetler, dindarlarla kol kola
giriyorlar. Oligarşinin büyük bir kısmı Çay Partisi’ne oy veriyor, onların
adaylarını destekliyor, sonra arkalarını dönüp fizik ve biyoloji sahasında
çalışan ve sürekli dine küfreden isimlere milyon dolarlar veriyor.
Örneğin
PBS kanalında yayınlanan NOVA isimli bilim programının parasını David Koch
ödüyor ama Koch, aynı zamanda iklim değişikliğini inkâr eden, kardeşiyle Çay
Partisi üyesi olan, Hristiyan muhafazakâr Wisconsin valisi Scott Walker’a para
akıtan bir isim.
Ayrıca
bugün temsilciler meclisindeki Cumhuriyetçiler kanadının içinde yer alan
demagogların Ulusal Bilim Vakfı’nın veya Ulusal Sanatlar Vakfı’nın
kapatılmasına dönük taleplerine ya da Lockheed’deki bebek katili füzelerin yok
edilmesine veya Monsanto’daki biyogenetik araştırmalarının iptaline dair tek
bir çağrıda bulunduklarına tanık olmuyoruz. Dahası kimse, Pentagon’un ve
şirketlerin bilimin gelecekteki başarılarına tabi olduğundan da bahsetmiyor.
Dolayısıyla
bilim için her şey yolunda. Toplumsal ilişkilere dikkat kesilmediği sürece
sorun yok. Bilim, kendisine para sağlayan şirketler ve kongre üyelerinin aynı
zamanda düşmanı olan dinî köktenciliğe ve onun politik faaliyetlerine destek
sunmasına ne diyebilir? Atom altı âlemi keşfe çıkacak kadar zeki olan
insanların bu gerçeği görmesi zor olmasa gerek.
David
Koch’un ismi NOVA’nın üzerine kalın harflerle kazınmış. Bu gerçeği görmemek
mümkün mü? Dolayısıyla bilim, köktenciliğe yumruk sallar, ama C. Wright
Mills’in kullandığı ifadeyle, “iktidar elitleri”nin yıkımla sonuçlanan tüm
çalışmalarına yol verilir.
Richard
Dawkins, o kendi kendisini düzelten yüce piyasa tanrısı hakkında neden tek bir
kitap yazmıyor? Veya bilimin ve teknoloji sayesinde varolan askeri-endüstriyel
komplekse neden tek bir laf etmiyor? Bu tür meselelere dikkat çekmek, bilimin
çıkarına değil, ondan mı?[31]
Dogmatikler,
Çay Partisi üyeleri ve hiçbir şey bilmeyen siyasetçiler şu zavallı bilime
saldırıp duruyorlar. Empirisistlerin, teknisyenlerin, verimlilik uzmanlarının
ve “rasyonel tercih” üzerinde duran ekonomistlerin gündelik hayatımıza ait her
türden detayı belirli bir sabit noktaya bağladığı koşullarda bu insanlar
kendilerini neden haksızlığa uğramış gibi hissediyorlar?
Bugün
önlerine kırmızı halılar serilen köktenciler bile ileri teknoloji ürünü
otomobillere, televizyonlara, bilgisayarlara, akıllı telefonlara, mikro dalga
fırınlara, yani o ateist düşmanlarının hayal edip uygulamaya koyduğu dünyaya
sahipler.
Curtis White
[Kaynak: The Science Delusion: Asking the Big Questions in a Culture of Easy Answers, Melville House, Mayıs 2013]
Dipnotlar:
[1] Isaiah Berlin, The Roots of Romanticism, Princeton University Press,
1999, s. 118-119.
[2]
Fyodor Dostoevsky, “Notes from Underground”, White Nights and Other Stories
içinde, The Macmillan Company, 1923, s. 68.
[3]
John Markoff, “Connecting the Neural Dots”, The New York Times, “Science
Times”, 26 Şubat 2013.
[4]
Richard Dawkins, The God Delusion, Mariner Books, 2008, s. 126.
[5]
Burada ince bir elitizm var aslında. Beylerimiz önlerindeki o mükellef sofranın
keyfini çıkartıyorlar, çünkü Cambridge Üniversitesi’nin kutsal salonlarında
kendilerine tahsis edilmiş odalara sahipler. “Oğlancı” diye alay ettikleri
Tennessee’deki kilise mensuplarının payına ucuz domuz eti ve fasulye düşüyor.
Genetiğin karmaşık yönleri gibi bu rahiplerin yediği yemeği de idrak etmekten
uzaklar.
Ama
gene de Sezar’ın hakkı Sezar’a. Jim Holt, Dünya Niye Var: Varoluşçu Bir Dedektif
Hikâyesi (2012) isimli kitabında, kendisini Anthony Bourdain zannediyor ve
birçok yerde fizik hakkında konuşuyor: “Masama oturdum balık, domuz eti ve
pancar sipariş ettim. Cabernet Franc’ın lezzetli şarabını içtim.” Ben artık
fiziğin zor bir iş olduğuna, fizikçilerin bu noktada epey bir besine ihtiyaç
duyduklarına kaniyim.
[6]
Richard Dawkins, a.g.e., s. 99.
[7]
Stephen Hawking, Grand Design, Bantam Books, 2012, s. 181.
[8]
Aktaran: Dawkins, a.g.e., s. 78-9.
[9]
Hegel’in bu sözünü şair dostu Hölderlin aktarıyor. Belki de o lafı ettiği
partide Hegel epey bir sarhoştu.
[10]
Dawkins hatta dindarlıkla zekâ düzeyi arasında bir ilişki olduğunu gösterdiğini
söylediği çalışmalardan bahsediyor: “İnsanın zekâ düzeyi veya eğitim düzeyi
arttıkça daha az dindar oluyor veya her türden inanca daha az sahip oluyor.”
(s. 129) Hadi diyelim öyle, bilimin de âşık olunacak, sevdalanılacak bir şey
olduğu fikrine ne diyeceğiz? Veya kâinatın baş döndürücü ve büyüleyici
olduğundan bahsedenlere ne söyleyeceğiz?
[11]
Simon Singh, Big Bang, Harper Perennial, 2005, s. 149.
[12]
Richard Feynman, Six Easy Pieces, Helix Books, 1994, s. 59-60.
[13]
Morse Peckham, Man’s Rage for Chaos, Chilton Books, 1965, s. 310.
[14]
Hubble’ın resmi internet sitesine göre “teleskopa ait görüntülerde renk,
incelenen gök cisimlerinin özelliklerini öne çıkartmak için kullanılıyor.
Siyah-beyaz orijinal görüntüler üzerinden oluşturulan renkli resimler esasen
hem sanata hem de bilime ait.”
[15]
Stephen Hawking, Grand Design, s. 5.
[16]
Alex Rosenberg, The Atheist’s Guide to Reality, Norton, 2011, s. 307.
[17]
A.g.e., s. 388.
[18]
John Gribbin, Science: A History 1543-2001, Penguin/Allen Lane, 2002, s.
520.
[19]
Kısa süre önce aramızdan ayrılmış birine saldırdığım için benim edepsizlik
ettiğimi düşünebilirsiniz ama ben, Hitchens’ın yaptığından farklı, ondan daha
fazla bir şey yapmıyorum. Jerry Falwell’den bahsederken Hitchens, “bu ölüp
gitmiş olan hilebaza acıyacak değilim” diyor. Bense onu şahsen tanımıyorum,
oturup bir bardak bira içmiş değiliz, dolayısıyla Hitchens’ın Yunan filozofu
Leucippus’tan alıntıladığı şu sözü yinelemekte fayda var: “Onun gerçekte
varolup olmamasının bir önemi yok.”
[20]
Hugh Urban, “Osho, From Sex Guru to Guru of the Rich: The Spiritual Logic of
Late Capitalism”, Forsthoefel and Humes içinde, ed. Gurus in America.
SUNY Press, 2005, s. 171.
[21]
Christopher Hitchens, God Is Not Great, s. 59.
[22]
Dawnkins ve Hitchens (başka bir ifadeyle Ditchkens) ile ilgili en önemli
eleştirilerden birini Terry Eagleton yaptı. Akıl, İman ve Devrim isimli
kitabında Eagleton, Kızıl İsa’dan bahsediyor: “İsa deli ya da mazoşist olduğu
için ölmedi. Onu Roma devleti ve uşakları öldürdü. Çünkü onlar, İsa’nın sevgi,
merhamet ve adalet üzerine kurulu mesajından ayrıca yoksullar arasında bulduğu
büyük destekten korktular. Zaten epey değişken olan politik durum dâhilinde
yaşanabilecek bir kitlesel ayaklanmanın önünü almak için ondan kurtuldular.”
[23]
Fransız Devrimi aktarımında Thomas Carlyle Bayan Momoro’yu dişleri kusurlu olsa
da en iyi akıl tanrıçalarından biri olarak takdim eder.
[24]
Bu hikâye, Edwin Black tarafından Zayıflara Karşı Savaş (2012) isimli
kitapta anlatılır.
[25]
C. P. Snow, The New Men, Scribners, 1954, s. 185.
[26]
İlginç olan şu ki Krauss dersinde bilim aleyhine tek laf etmez. İp
teorisyenlerinin de Hristiyanlar gibi dayak yediğini görmektedir. Krauss
aslında ip teorisini savunan isimler gibi, onca yaşına rağmen dokuzuncu, değil
üçüncü sınıf öğrencisi gibidir.
[27]
Stephen Hawking, The Grand Design, s. 136.
[28]
A.g.e., s. 156.
[29]
Aktaran: Simon Singh, Big Bang: The Origins of the Universe, Harper
Perennial, 2005, s. 489.
[30]
Bu kozmologlara ait bir görüştür ve “antropik ilke” olarak anılır: Krauss bu
görüşü şu şekilde ifade etmektedir: İçinde yaşayabileceğimiz bir evrende
olmamız şaşırtıcı bir şey değil.”
[31]
16 Ocak 2013 günü New York Times’da çıkan yazısında Krauss “iyi bilim
insanları”nın artık ürettikleri atom bombası gibi şeylerin kullanılmasından
sorumlu olmamasından şikâyet ediyor. “O şeyler kullanılmadan önce bize
sorulmalı” diyor. Ben, Krauss’u, bir boykot eylemi örgütleyip Savunma
Bakanlığı’nın verdiği tüm bağışları reddettiği vakit dinlerim. O güne dek onun
ciddiyetini sorgularım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder