2014
yılında Fransız iktisatçı Thomas Piketty, 21. Yüzyılda Kapital adını
taşıyan ve çok satan kitabını yayımladı. Marx’ın Kapital’ine atıfta
bulunan kitap, on dokuzuncu yüzyılda yaptığı kapitalizm eleştirisini yirmi
birinci yüzyıl için güncellediği imasında bulunuyordu. Kitapta Piketty, büyük
kapitalist ekonomilerdeki gelir ve servet eşitsizliğinin on sekizinci yüzyıldan
bu yana hiç görülmemiş bir boyuta ulaştığını ve bir şeyler yapılmadığı takdirde
eşitsizliğin günden güne artacağını söylüyordu.
Kitap,
yalnızca iktisatçılar arasında değil, aynı zamanda genel kamuoyunda da çok
büyük bir etki yarattı (Fransa’da nispeten daha az etki yaratmış olan kitap,
bilhassa Amerika’da ciddi bir karşılık buldu). Modern kapitalist ekonomilerde
eşitsizlik ve servet artışını açıklayan teorik argümanlar, ampirik veriler ve
anekdotlarla dolu sekiz yüz sayfalık bu devasa yapıt, iki milyon sattı. En
nihayetinde kitap, o müphem, en çok satın alınan ama hiç kimsenin okumadığı
kitap onurunu Stephen Hawking’in Zamanın Kısa Tarihi kitabının elinden
aldı. Kanaatimce Marx’ın Kapital’i de bu kulübün bir üyesi.
Piketty’nin
iddialarına hem anaakımdan hem de heterodoks çizgiden pek çok eleştiri
yöneltildi. Piketty, Fransız Daniel Zucman ve Emmanuel Saez’in kapitalist
ekonomilerdeki eşitsizlik düzeylerini tahmin etmek için yürüttüğü ampirik
çalışmalara çok büyük bir katkıda bulundu.[1] Tabii ondan önce, eşitsizlik
çalışmalarının kısa süre önce vefat eden babası Anthony Atkinson’dan bahsetmek
lazım.[2] (Atkinson’ın çalışmaları, on dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinde servet
eşitsizliği üzerine kaleme aldığım doktora tezimin temelini oluşturuyordu.)
Aynı
dönemde Historical Materialism’de yayınlanan Piketty eleştirimde[3] dile
getirdiğim üzere, Piketty o dönemde Marx’ın yolundan giden bir isim değildi.
Aslında o, değer ve kârlılık yasasına dayanarak Marx’ın iktisat kuramını bir
kenara atıyordu.[4] Piketty için asıl mesele, emeğin sermaye tarafından
sömürülmesi değil, zenginlerin bir ekonomideki toplam gelir paylarının
artmasına olanak sağlayan servetin (yani mülklerin ve finansal varlıkların)
sahipliği meselesiydi. Dolayısıyla ona göre ihtiyaç duyulan şey, üretimin
kapitalist tarzının ortadan kaldırılması değil, zenginlerin biriktirdiği
servetin yeniden bölüşümüydü.
Piketty,
hâkim iktisat teorisi içerisinde edindiği şöhretini kısa süre içerisinde
yitirdi. Amerikan İktisat Derneği’nin 2015’teki yıllık toplantısında el üstünde
tutulsa da eleştirilmekten kurtulamadı.[5] Bir yıl içerisinde de unutulup
gitti. Altı yıl sonra ise karşımıza öncekinden çok daha kalın bir kitapla
çıktı: Sermaye ve İdeoloji. Yaklaşık 1.200 sayfa olan bu kitap, bir
yorumcunun da işaret ettiği üzere, Savaş ve Barış’tan bile kalın. İlk
kitap eşitsizliğe dair bir teori ve kanıtlar sunarken, bu kitapsa yirminci
yüzyılın ikinci yarısında olup bitenlere nasıl izin verildiğini açıklamaya
çalışıyor. Buradan hareketle durumu tersine çevirmek için bazı politika
önerilerinde bulunuluyor. Piketty, bu kitapta analizinin sınırlarını bütün
dünyaya doğru genişletiyor; Çin, Japonya ve Hindistan’dan Avrupa ülkelerinin
idaresindeki Amerikan sömürgelerine ve Avrupa’daki feodal ile kapitalist
toplumlara kadar çeşitli tarihî toplumlarda (insanlar da dâhil olmak üzere)
varlıklara sahip olma meselesinin nasıl ele alınıp meşrulaştırıldığına dair
tarihsel bir panorama sunuyor.
Piketty,
eşitsizliğin bir tercih olduğu öncülünden hareket ediyor. Ona göre eşitsizlik,
teknoloji ve küreselleşmenin kaçınılmaz bir sonucu değil, “toplumların” tercih
ettiği bir şey. Marx, ideolojileri sınıf çıkarlarının bir sonucu olarak
görürken, Piketty tarihi ideolojik savaşlardan ibaretmiş gibi gören idealist
düşünceyi benimsiyor. Piketty’ye göre büyük ekonomilerin eşitsizliği
artırmalarının sebebi, yönetici seçkinlerin eşitsizlik için düzmece gerekçeler
sunmalarıdır. Kendisinin dile getirdiği biçimiyle “Eşitsiz her toplum,
eşitsizliği meşrulaştıran bir ideoloji yaratıyor.” Tüm bu gerekçeler,
“mülkiyetin kutsallaştırılması” adını verdiği hususa katkıda bulunuyorlar.
Neticede
iktisatçıların işi, tam da bu tür düzmece argümanları ifşa etmektir. Örneğin
milyarderleri ele alalım. “Milyarderlerin varlıklarının kamu yararı için
gerekli olduğu konusunda nasıl bir gerekçe bulabiliriz? Çoğu kez söylenenin
aksine milyarderler, birer kamu malı olan kamusal bilgi, altyapılar ve
araştırma laboratuvarları sayesinde zenginleştiler.”[6] Yani milyarderlerin iş
yarattığı ve büyümeye hız kazandırdığı, bir yalandır. 1950 ile 1990 yılları
arasında ABD’de kişi başına gelir artışı %2,2 düzeyindeydi. Milyarderlerin
sayısının katlandığı 1990’larla 2000’ler arasında ise kişi başına gelir artışı
%1,1’e düştü. (1990’da 100 kişiden söz ederken bugün 600 kişiden söz ediyoruz.)
Piketty,
Ronald Reagan’dan beri ABD’ye hâkim olan serbest piyasa kapitalizmi türünün
reforma sokulması gerektiğini söylüyor. “Regıncılık, sanki milyarderler
kurtarıcılarımızmış gibi, servete odaklanan her tür yaklaşımı meşrulaştırmaya
başladı.” Ne var ki, “Regıncılığın sınırları da hemen ortaya çıktı: Büyüme
yarıya düştü, eşitsizlikler ikiye katlandı. Mülkiyetin kutsallığının bu
aşamasını terk etme zamanı gelmişti.”
Piketty,
birçok insanın aklındaki “sosyalizm”in gerçekleşmesini değil, “kapitalizmin alt
edilmesini” istiyor. Mülkiyeti ya da sermayeyi ortadan kaldırmak yerine
bunların mükâfatlarının zengin ülkelerde bile kesinlikle çok fazla şeye sahip
olmayan nüfusun alt kısımlarına yayılmasını talep ediyor. Bunu yapmak için de
özel mülkiyeti “geçici” ve sınırlı bir şekilde yeniden tanımlamak gerektiği
iddiasında bulunuyor: Özel mülkiyetin keyfine ömrünüz boyunca varabilirsiniz
ama makul ölçülerde!
Peki
bu nasıl olacak? Piketty, serveti 2 milyon avro ya da daha fazla olanlara %5; 2
trilyon avrodan fazla olanlaraysa %90’a kadar varan bir servet vergisi
konulması çağrısında bulunuyor. “Girişimcilerin milyonları ya da on milyonları
olabilir” diyor. “Ne var ki, bunun ötesinde, yüzlerce milyonu ya da trilyonları
olanlar, bunu çalışanları olan hissedarlarla paylaşmak zorunda kalacaklar.
Dolayısıyla artık trilyonerler olmayacak.” Buradan doğan gelirle Fransa gibi
bir ülke, yirmi beş yaşına basmış her yurttaşına 120.000 avro civarında bir
güven fonu tahsis edebilir. Bu esnada kendisi, yüksek vergi oranlarının
1950-1980 aralığında hızlı büyümeyi engellemediğini de not etmeyi unutmuyor.
Piketty,
ayrıca temelde herkesin eğitimi için aynı miktarın harcanması manasına gelen
“eğitim adaleti” için de bir çağrıda bulunuyor. Ayrıca Almanya ve İsveç’te
olduğu gibi, işçilere şirketlerinin nasıl yönetileceği konusunda büyük bir
yetki vermeyi öneriyor. Çalışanların %50’sinin yönetim kurulunda olması; en
büyük hissedarların dahi oy gücünün %10’la sınırlandırılması; mülkler için (en
büyüklerinde %90’a varan) daha yüksek vergiler konması; 25 yaşına geldiğinde
herkese 120.000 avro (107.000 sterlinden biraz fazla) bir toplu sermaye tahsis
edilmesi ve her bireyin küresel ısınmaya katkısını takip eden
kişiselleştirilmiş bir kart aracılığıyla hesaplanmış ve kişiselleştirilmiş bir
karbon vergisi konması gerektiğini ileri sürüyor. Buradan da kapitalizmin ötesine,
“katılımcı sosyalizme ve sosyal federalizme” geçilmesi talebinde bulunuyor.
Bütün
bunlar, kapitalist ekonomileri, 1948 ile 1965 arasındaki eşitsizliğin daha az,
ekonomik büyümenin daha güçlü, işçi sınıfından hanelerin tam istihdama sahip
olduğu ve işçi sınıfının daha vasıflı olmasını, böylelikle daha iyi ücretler
kazanmasını sağlayacak düzeyde eğitim alabildiği şu sözümona “altın çağ”a
döndürmek için yapılan girişimlerden ibaret. Altın çağdan kasıtsa, kapitalist
şirketlerin sendikalarla ve hükümetlerle birlikte çalıştığı bir tür “karma
ekonomi”dir. Oysa bu, efsaneden başka bir şey değildir. Şayet Piketty’nin
sosyal demokrat bir cennetin varolduğu ve onun çöküşünün ideolojik bir değişim
nedeniyle gerçekleştiği şeklindeki önermesini kabul ederseniz, Büyük Durgunluk
deneyiminden ve günümüzdeki eşitsizliğin aşırı yükselişinden sonra “yeniden
bölüşümcü fikirler”in destek toplayabileceğini de düşünebilirsiniz.
Piketty,
sosyal demokrat partilerin asli amaçları olan eşitliği bir kenara bırakıp bunun
yerine meritokrasiye, yani işçi sınıfının sıkı çalışma ve eğitim sayesinde daha
iyi bir yaşama erişeceği fikrine yaslandığını ileri sürüyor. Bunu yapmalarının
nedeniyse az eğitimli ve yoksul sınıfların partisi olmaktan kademe kademe
uzaklaşıp eğitimli ve refah içindeki orta ve üst-orta sınıfların partisine
dönüşmeleridir. Piketty, geleneksel sol partilerin büyük ölçüde değişmesinin
nedeninin, ellilerde ve altmışlarda mütevazı geçmişlerden gelen insanlar için
eğitim ve yüksek gelir fırsatları yaratmakta başarılı olduklarından asli sosyal
demokrat gündemlerini terk etmeleri olduğunu düşünüyor. Bu insanlar, yani
sosyal demokrasinin “kazananları”, sol partilere oy vermeye devam ettiler;
ancak ilgileri ve dünya görüşleri artık (çok daha az eğitimli) ebeveynleriyle
aynı değildi. Söz konusu partilerin içsel toplumsal yapıları böylelikle
değişti; bu kendi siyasi ve toplumsal başarılarının bir sonucuydu.
Gerçekten
de öyle mi? Sosyal demokrat partilerin emekçilerin çıkarlarını temsil etmeyi
bırakması, 1970’ten çok daha eskilere uzanır. Sosyal demokrat partiler, Birinci
Dünya Savaşı’nda savaşan kapitalist güçlerin milliyetçi emellerine destek
vermişti; İngiltere’de İşçi Partisi’nin liderleri, kemer sıkma politikalarını
dayatmak ve sendikaların gücünü kırmak için 1929’da Muhafazakârlarla koalisyon
kurmuşlardı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal demokrasi bayrağı,
Attlee’den Wilson’a, Callaghan’dan Kinnock’a ve sonunda Blair’den Brown’a
geçti. Kıta Avrupası’nın hemen her yerinde benzer hikâyelere rastlanıyor:
bayrak, Fransa’da Mitterand’dan Hollande’a; Almanya’da Brandt’tan Schmidt’e
geçti.
Bunun
tek nedeni, sosyal demokrat partilerin bünyesinde endüstriyel işçilerden
eğitimli profesyonellere doğru bir değişim yaşanması değildir. Savaş sonrası
kapitalist ekonomilerin sağlamlık düzeyi de değişim yaşadı. Kısa “altın çağ”,
ideolojilerin değişmesi (ya da Jospeh Stiglitz’in dediği gibi, “kuralların
değişmesi”[7]) yüzünden değil; aksine, 1970’lerde sermayenin kârlılığı (tam da
Marx’ın Kapital’de anahatlarını belirlediği kârlılık yasasını izleyerek)
azaldığı için sona erdi. Bu, kapitalizm yanlısı politikacıların artık emeğe
ödün vermeyeceği manasına geliyordu; aslına bakılırsa altın çağın
kazanımlarının “neoliberal” dönemde terse çevrilmesi gerekiyordu. Dolayısıyla
ideoloji, sermayenin ekonomik sağlamlık düzeyinde yaşanan değişim kapsamında
dönüştü. Üstelik sosyal demokrat liderler bu değişime eşlik ettiler; çünkü son
tahlilde kapitalizmin yerini sosyalizmin almasının mümkün olmadığını düşünüyorlardı.[8]
Thatcher’ın ifadesini kullanacak olursak, bu insanlar “başka bir seçeneğin
olmadığı” iddiasındaydılar.
En
azından Piketty, son kitabında, Branco Milanovic’in kısa süre önce hakkında bir
değerlendirme kaleme aldığım[9] son kitabı Yalnız Kapitalizm’in aksine
Thatcher ile hemfikir değil ve kapitalizmin kalıcı olduğunu düşünmüyor; hatta
kapitalizmin ötesine geçmenin mümkün olduğunu savunuyor. Piketty, “Kapitalizmin
ötesine geçmek zorundasınız” diyor. Bir söyleşide “Neden ‘ötesi’ sözcüğünü
tercih ediyorsunuz? Neden ‘kapitalizmden kurtulmak’tan söz etmiyorsunuz?” diye
sorulduğunda şöyle yanıt veriyor:
“Ben ‘ötesine geçmek’
deyince onun dışına çıkmayı, onu yıkıp yerine yeni bir şey koymayı kast
ediyorum. Fakat ‘aşma’ terimi, alternatif bir sistemi tartışma ihtiyacına biraz
daha vurgu yapmama olanak sağlıyor. Sovyetler’in yıkılışının ardından, yerine
ne koyacağımıza dair uzun ve kapsamlı bir tartışma yürütmeden kapitalizmin
yıkılması vaadinde bulunamayız. Tam da bu tartışmaya bir katkı sunmaya
çalışıyorum.”
Piketty,
neoliberal dönemde “mutlak mülkiyetçilik ve meritokrasi anlatısı”nın giderek
kırılganlaştığını düşünüyor. “Sözümona meritokrasinin, çocuklarını en iyi
üniversitelere gönderen, siyasi partileri satın alan ve vergiden kaçınan
zenginler tarafından ele geçirildiğine dair giderek büyüyen bir anlayış var.”
Bu yaklaşım, yeniden bölüşümcü fikirler için siyasi piyasada bir boşluğa yol
açıyor.
Ne
var ki Piketty meseleye sadece şu türden bir cevap sunuyor: Üretim araçlarının
mülkiyeti ve denetimi ile üretimdeki emek sömürüsünün müşterek mülkiyet ve
denetim sistemleriyle değiştirilmesi yerine, sermayenin özel mülkiyeti
sayesinde üretilmiş eşit olmayan servet ve gelirin yeniden bölüşümü. Görünüşe
göre bu durumda çokuluslu büyük şirketler ve büyük ilâç şirketleri varlıklarını
sürdürecekler; fosil yakıt şirketleri yanında askerî-endüstriyel kompleksler de
faaliyetlerine devam edecekler. Kapitalist üretim ve birikimdeki düzenli ve
tekrarlanan krizler de varlığını sürdürecekler. Peki ama sermayenin bu yerleşik
çıkarlarının hâlen daha kontrol altında tutmaya devam ettikleri aşırı servet ve
gelirin vergilendirilmesinde önemli bir artışa izin verecek yeterlilikte bir
kârlılık üretmediği koşullarda, mevcut “mülkiyetin kutsallaştırılması” denilen
“ideoloji”nin bu çıkarları alt etmeden sermayenin üstesinden gelme şansı var
mı?
Michael Roberts
18 Ekim 2019
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Michael Roberts, “Inequality After 150 Years of Capital”, 19 Şubat 2017, MR.
[2]
Michael Roberts, “Clinton, Atkinson, Stiglitz and Reducing Inequality, 26 Mayıs
2015, MR.
[3]
Michael Roberts, “Thomas Piketty and the Search for r”, Historical
Materialism, sayı. 23.1 (2015), s. 86-105.
[4]
Michael Roberts, “Unpicking Piketty”, Temmuz 2015, MR.
[5]
Michael Roberts, “ASSA Part One: The Rise in Inequality and the Fall in
Piketty”, 6 Ocak 2015, MR.
[6]
Benzer argümanlar öne süren Mariana Mazzucato’nun kitabı ile ilgili bir
değerlendirme için bkz.: “The World’s Scariest Economist?”, 26 Temmuz 2019, MR.
[7]
Michael Roberts, “Changing the Rules or Changing the Game?”, 2 Mart 2016, MR.
[8]
Michael Roberts, “Keynes, Civilisation and the Long Run”, 27 Mart 2017, MR.
[9]
Michael Roberts, “Capitalism: Not So Alone”, 12 Ekim 2019, MR.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder