Pages

09 Mayıs 2021

Demokratik Biyopolitika

“Rıza Göstermiyoruz”


Panagiotis Sotiris Söyleşisi

James Robertson

4 Mayıs 2021

 

Avrupa genelinde kapanma tedbirleri sayesinde Kovid-19 virüsünün insandan insana bulaşma hızı düştü, ama riskli koşullarda çalışan işçiler ve kötü barınma koşullarına sahip insanlar için durum hiç iç açıcı değil. Bu gerçeklikte, sosyalistlerin sürece cevap verirken “evde kal” dışında bir şeyler söylemesi ve pandeminin açığa çıkarttığı köklü eşitsizliklere karşı mücadele etmesi gerekiyor.

Pandemi süreci boyunca devletlerin dayattıkları kapanma tedbirleri, dünya genelinde halk sağlığı alanında yaygın olarak kabul gördü. Birçok solcu, işletmelere, seyahat imkânlarına ve toplanmalara getirilen kısıtlamaları, sosyalistlerin pandemi konusunda göstermeleri gereken tepkinin olağan ve hayatî bir parçası olarak değerlendirdi. Solcular, kapanma tedbirlerine destek vermenin yanında, hükümetlerinden ücret desteği vermelerini veya herkese temel gelir programlarının yürürlüğe konulmasını talep ettiler. Solculara göre kapanmalarda, neoliberalizmden kopuş ihtimali söz konusuydu.

İlgili politika yaygın olarak kabul görmesine rağmen kapanma tedbirlerini birileri çıkıp eleştirdi ve bu insanlar bu konuda bir dizi endişeyi dile getirdiler. Bu noktada kapanmaları eleştirenler, kapanmaların ekonomiyi mahvedeceği, okulların kapanmasıyla uzun vadede sağlık sorunlarının açığa çıkacağı ve toplumdan soyutlanma sebebiyle akıl hastalıklarında ciddi bir tırmanışa tanık olunacağı üzerinde durdular.

Sol cenahta kapanma stratejisine açıktan en fazla karşı çıkan isim, Yunan gazeteci ve siyaset felsefecisi Panagiotis Sotiris’ti. Sotiris’e göre solun kapanma tedbirlerini kabul etmesi, esasen ciddi bir hesap hatasına dayanıyordu. Neoliberalizmden kopuşa yol açmak şöyle dursun, kapanmacı politika, tam aksi bir sonuca yol açtı: mevcut toplumsal yapımızı olduğu yere sabitleyerek bizim, pandeminin yol açtığı, barınma, gelir eşitsizlikleri ve işyeri güvenliği gibi büyük sorunları ele almamıza mani oldu. Hem halk sağlığının güvence altına alınmasına dönük çağrılara hem de sağlık krizinin mevcut ölçeğinin daraltılmasıyla ilgili çabalara karşı çıkan Sotiris, pandemiye kendisinin “demokratik biyopolitika” dediği siyasetle cevap verilmesini önerdi.

James Robertson kendisiyle, kapanmaya dair eleştirisini, pandemiye yönelik tepkinin toplumsal ve politik sonuçlarını ve sosyalistlerini krizden çıkış için gereken ve mevcuttaki yollara alternatif oluşturacak yolu nasıl çizeceklerini konuştu.

* * *

 

Bazı solcular, bu pandeminin sonunun getirilmesi noktasında “sıfır Kovid” yaklaşımını savunmaya başladılar. Bu insanlar, kapanma stratejisinin, sadece virüsün durdurulması için gerekli olmadığını, ayrıca bu stratejinin, devletin insanlara evde kalmaları konusunda sunacağı yardımlar dâhilinde yapacağı ücret yardımlarına bağlı olarak, refah devletinin neoliberalizm eliyle budandığı süreci terse çevirme fırsatı sunduğunu söylüyorlar. Ama sen bu yaklaşımı eleştiriyorsun. Sence bu argüman, kapanma siyaseti konusunda neyi ıskalıyor?

Kapanma stratejisi pandemiyle, kısıtlayıcı tedbirlerle mücadele etmeye çalışıyor. Buradaki fikir, virüsün kişiden kişiye bulaşma sayısını düşürerek, ölüm sayılarını önemli ölçüde azaltmak üzerine kurulu.

“Sıfır Kovid” stratejisini savunanların yeterince tartışmadığı bir konu da en katı kapanma dönemleri boyunca evde kalamayacak insan sayısı. Enerji, telekomünikasyon, su/kanalizasyon, ulaşım gibi kritik altyapı hizmetlerinde, tedarik zincirlerinde, sağlık ve tabii ayrıca devlet aygıtlarının hayatî önemdeki birimlerinde çalışan insanların evde kalmaları zaten mümkün değil.

Bir de buna insanlar arası ilişkilerin farklı biçimler altında devam edeceği gerçeği eklenince, o vakit bulaş sayısını sıfırlama hedefinin gerçek dışı bir hedef ve ihtimal olduğu görülür.

Katı tedbirler uygulanmasına rağmen kapanma stratejisinin sınırlarına ve pandeminin çetrefilli bir olgu olduğu gerçeğine işaret eden üçüncü dalganın yaşanmasını, tüm bu gerçekler üzerinden izah edebiliriz.

Bunun dışında, birçok ülkede “sıfır Kovid” yaklaşımını esas alan tedbirlerin, ülkenin içinde bulunduğu mevcut durumla bir alakası bulunmuyor. Esasında takip ve izleme sistemleri veya belirli alanlara yoğunlaşmış karantinalar, salgının, virüsün kişiden kişiye henüz o kadar yaygın bir biçimde bulaşmadığı ilk döneminde etkili olabiliyor, oysa birçok ülke, bugün bu durumda değil.

Ayrıca bugün Avrupa ülkesinin önemli bir kısmında, halkını kolayca izole etme becerisine sahip olan Yeni Zelanda türünden ada ülkelerinde olduğu gibi hareket edilemez. Dahası, sınırların kapatılmasını öngören stratejiye destek vermenin, sol açısından ahlakî ve politik bir sorun olduğunu da görmek gerek.

Ayrıca bugün bunu kimse söylemiyor ama, kapanma tedbirleri hayatımız açımızdan ileride belirli bir maliyete yol açacak. Burada sadece tıbbi görüntülemeye ihtiyaç duyan muayenelerin veya ameliyatların ertelenmesinden değil, okulda öğrenme imkânlarının azalmasından, ekonomik bunalımdan, işsizlikten, toplumsal güvencesizlikten, oluşacak rizikolardan, hapis hayatının ve yalnızlaşmanın yol açacağı psikolojik ve toplumsal yükten de söz ediyorum. Sonuçta tüm bunlar, hayatlarımıza mal olacak şeyler.

Son olarak da şunu söylemek lazım: toplumsallık zamanla erozyona uğrayacak. Ayrıca her türden gösteriye ve politik müdahaleye karşı kullanılan otoriter tedbirler, bizim kabul edebileceğimiz şeyler olmamalı. Otoriter istisna hâlinin normalleşmesi, tehlikesini görmek gerek.

Her ne kadar sol, kamu hizmetlerinden yana durup özelleştirmelere haklı olarak karşı çıksa da biz bugün, insanların hayatlarını düzene sokan himayeci ve güçlü devlete destek sunmamalıyız. Sosyalist gelenek, “güçlü devlet”le değil, özörgütlenmeyle, inisiyatif almayla ve işçi kontrolüyle ilgili bir mesele.

“Demokratik biyopolitika” dediğim şey, tam da bu tür hususlarla alakalı. Demokratik biyopolitika, “uzmanlara güvenmek” veya “kurallara uymak” yerine demokratik katılım ve seferberlik ihtiyacına vurgu yapıyor.

Burada sen, kısmen solun kapanma stratejisine alternatif sunamamasını eleştiriyorsun. Sana göre sol, nasıl bir alternatif ortaya koyabilirdi?

Sosyal mesafe tedbirleri ve kısıtlamalar ilk kez 2000’lerde tartışıldı. O dönemde asıl üzerinde durulan husus, gençleri ve sağlıklı insanları etkileme ihtimali bulunan grip pandemisi idi. Bugün gençleri ve sağlıklı kesimleri pek de etkilemeyen bir virüsle uğraştığımız açık. Bu pandemide ağır bir biçimde hastalananlar ve ölenlerde mesele, daha çok yaşlılık ve altta yatan diğer hastalıklar. Demek ki virüsün en fazla zarar vereceği, en çok etki edeceği, koruma altına alınması, pamuklara sarılması gerekenler, bu insanlar.

Gelgelelim kapanma stratejisi, neoliberal ekonomide karşımıza çıkan, piyasacı “kara kutu” mantığı uyarınca uygulanıyor. Bu stratejiyle, en genel anlamda bulaş sayılarının düşmesini, bir yandan da virüsün bulacağı, zarar vereceği kesimlerin yüzleşeceği riski azaltmayı umut ediyoruz. Ama ne var ki umut ettiğimiz olmadı. Belirli bir açıdan bakıldığında kapanma tedbirleri, pandemi konusunda “hiçbir şey yapmama”yı esas alan o yaklaşıma başvurdu, zira bu süreçte tüm faaliyetler askıya alındı, insanların hareket imkânları sınırlandırıldı, böylece ölüm sayılarının düşecek zannedildi.

Oysa hareket imkânları bulaş sayısını azalttı (ki bu sayı sınıflara göre farklılık arz etti) ama huzurevlerinde yaşanan trajedide de görüldüğü üzere, virüsün en fazla zarar vereceği kesime bulaşması denilen sorun bir biçimde hâlledilemedi. Yaşanan tüm ölümleri virüsün toplumda çok sayıda insana bulaşmasına bağlayanlar, esasen hastane, bakım ve destek konusunda alternatif olabilecek, güvenli yöntemlerin uygulanmada devletlerin hazır olmadığı ve gerekli tedbirleri almadığı gerçeğini göz ardı ediyorlar.

Oysa virüsten en fazla zarar görecek, virüsün bulaşma ihtimali en yüksek olan kesimlere daha fazla yoğunlaşılmış olsaydı, ölüm oranları düşecekti. Bunun için de toplumsal hayatın özörgütlenme ve devlet müdahalesi üzerinden kapsamlı bir biçimde yeniden organize edilmesi gerekiyor. Yaşlıların hastanelerde ve evlerde bakılması için başka yollar bulunmalı, toplum içerisinde yaşama imkânlarına destek sunulmalı, birkaç ayrı kuşağın birlikte kaldığı kalabalık evlerle alakalı barınma meselesine çözüm bulunmalı, belirli bir yaşın üzerinde olanlar, altta yatan hastalıkları bulunanlar, uzaktan çalışma imkânından yoksun olanlar ücretli izne ayrılmalı, yerlerine gençler çalıştırılmalı, toplumun sürece dâhil olduğu yeni evde bakım imkânları yaratılmalı, okullarda sınıflar, üniversitelerde derslikler, amfiler, tiyatrolar vs. kapatılmak yerine yeniden tasarlanıp güvenli hâle getirilmeliydi.

Bugün herkes aşılanıyor, bu süreç bile eşitsiz bir biçimde işliyor, çünkü o da neoliberal küreselleşmenin sebep olduğu eşitsizliklerle malul. Oysa aşılama süreci, kapanmanın yol açtığı toplumsal ve sağlıkla alakalı maliyetle yüzleşmeden, pandeminin sebep olduğu yükü azaltmak için uygulanacak stratejinin bir parçası olmalıydı.

Tüm bu adımlar, hiçbir şey yapmamak yerine, bir şeyler yapmanın gereği olarak atılabilecek adımlardı. Bu da sosyalist geleneğin ürettiği kolektif, dayanışmanın yön verdiği, o zinde yaklaşımdan kök alan bir stratejiye ihtiyaç duyuyor.

Kapanmaların topluma zarar veren etkileri konusunda endişelenmek için çok fazla sebebimiz var. Peki ama işçi hareketinin en militan kesimlerinden biri olan öğretmenlerin talepleriyle okulların yeniden açılması talebi çeliştiğinde, kapanmayı eleştiren sosyalistler bu gerilimi nasıl ele almalılar?

Bugün kapanma tedbirlerinin en kötü sonuçlarıyla boğuşmak durumunda kalıyoruz. Çocukların ve gençlerin okula gitmekle edindikleri sosyalleşme deneyiminden mahrum kalmaları, telafisi imkânsız bir kayba yol açıyor ve bu kayıp, uzun vadede belirli etkilere yol açacak. Bu anlamda, ileride eğitim ve toplumsal ilişkilerde varolan eşitsizlikler artacak ve bu artış, sağlığı olumsuz yönde etkileyecek.

Bizim asıl derdimiz, öğrencilerin fiiliyatta yüzleştikleri tehlike olmalı. Bugün karşı karşıya kaldıkları risk düzeyi belli ölçüde düşük. Öte yandan öğretmenlerin yüzleştikleri tehlike üzerinde de durulmalı. Bu anlamda virüsün en çok zarar vereceği, ona yakalanma ihtimali yüksek olan kesim için böyle bir tehlike söz konusu değil. Dolayısıyla nispeten nüfusu az sınıflara kavuşmak adına okullara fazladan öğretmen alınması gibi tedbirler tartışılmalı. Öte yandan, uzaktan eğitimin felâkete yol açacak bir deneyim olduğunu söylemeliyim.

Neyse ki bugün birileri, en azından Avrupa’da, birkaç farklı kuşaktan insanın bir arada yaşadığı evleri ve risk düzeyi yüksek, virüsün zarar vereceği insanlara çocukların virüs bulaştırma tehlikesini dert ediniyor. Bu, önemli bir mesele ama bunun çözümü, okulları kapatmak değil. Hayatı örgütlemenin başka yolları bulunmalı, farklı kuşaklardan insanların yaşadığı evlerdeki sorunları çözmek için barınma temelli başka yollar belirlenmeli.

Ben, işyerlerindeki çalışma koşullarının güvenli kılınmasını talep eden sendikaları tüm kalbimle desteklediğimi belirtmeliyim. Kanaatimce bu yaklaşım, işyerlerinin yeniden organize edilmesini, böylece onların güvenli kılınmasını ve okula gitmek gibi önemli faaliyetlerin askıya alınmasına ilişkin tedbirden uzak durulmasını esas alıyor. Dolayısıyla “kapanma tedbirlerindeki “hiçbir şey yapmama” üzerine kurulu mantıktan kaçınılmalı, eğitimin güvenli koşullarda sürmesini sağlamak amacıyla, okul denilen o önemli toplumsal hizmet, kolektif ve katılımcı bir biçimde yeniden örgütlenmeli.

Pandemi süresince halk sağlığı uzmanlarının rolündeki gözle görülür artış, günümüz liberalizminde ve maalesef solun belirli bir kısmının fikriyatında varolan teknokratik eğilimi güçlendirdi. Bu teknokratik düşünme pratiği, kitlesel demokratik katılımın karşısına ciddi bir güçlük çıkartıyor. David Cayley’nin de ifade ettiği biçimiyle, “Bugünkü kriz süresince bilim dizginleri eline aldı, dolayısıyla birçok insanda gördüğümüz üzere, yurttaşa kenarda durup alkışlama rolü düştü.”

Politikanın giderek daha da teknokratik bir içeriğe kavuştuğu bir momentte sosyalist gelenek içerisinde bize yol gösterecek bir ilke olduğunu düşünüyor musun?

Pandemi sürecinin yönetimi noktasında karşımıza çıkan en önemli meselelerden biri de bilimin ve bilimsel çalışmaların, devletlerin aldıkları kararların ve belirledikleri stratejilerin meşrulaştırılması için kullanılmalarıydı. Sol içerisinde birçok eğilim, kapanma stratejisini “bilim”i temsil ettiği için savundu, bu stratejiyi eleştirenleri ise bilim karşıtı olmakla suçladı.

Ne var ki kapanma kararlarının dayandığı tüm bilim, itiraz edilmesi mümkün olmayan kimi bilimsel gerçekleri temel almıyor. Emperyal Kolej modellerinde felâket senaryolarından söz ediliyor. İki binlerin başlarında muhtemel grip pandemisi için geliştirilen hazırlık planlarında sosyal mesafe meselesi üzerinde duruluyor. Bu tür çalışmalarda toplumsal koşullara ağırlık verilmiyor. Demek ki elimizde “tarafsız” bilimsel teoriler ve bilimsel gerçekler yok.

Eskiden devrimci sol, bilimin ve teknolojinin tarafsız olamayacağını ısrarla dile getirirdi. Bugün işte tam da bu irade ve ısrar eksik. Sanki bilime ve teknolojiye dönük eleştiriler yapan tüm bir gelenek unutulmuş gibi. Burada ben, pozitivist aklı ve teknokrasiyi Eleştirel Teori bağlamında tenkit eden, kapitalist emek sürecini ve araştırmaların kapitalizmin çıkarına göre organize edilmesini 1968’de açığa çıkan radikalizm üzerinden mahkûm eden aydınlardan, bugün bilim ve teknolojiyi radikal feminizm, postkolonyalizm ve ekoloji açısından ele alan isimlere kadar uzanan geniş bir yelpazeden söz ediyorum aslında.

Bu bağlamda, hastalıkların dayandığı toplumsal koşullara ve hastalanma ihtimalinin toplumsal düzeyde üretilmesine vurgu yapan, sağlığın toplumsal düzlemde belirleyici olan unsurlarına eğilen, eşitsizliğin sağlık üzerindeki etkilerini araştıran, tıbbın hâkim modeline eleştiriler yönelten, tıbbı “işgücünün tamir edilmesi” olarak gören fikri mahkûm eden başka geleneklerden de söz edilebilir. Bu gelenekler, kapitalizmin ve toplumsal eşitsizliklerin insanları öldürmesi, sağlık hizmetlerine yeterince para aktarılmaması, sosyo-ekonomik stres, güvensizlik ve yaşam koşullardaki eşitsizlik düzeylerinin arttırılması suretiyle ölümlere sebep oldukları üzerinde duruyorlar. Ayrıca ilgili gelenekler, eşitliğin, iş güvenliğinin ve toplumsallıktaki artışın sağlığa yararlı olduğunu söylüyorlar. Onlar, bir yandan da büyük ilâç tekelleriyle ilişkili olan kapitalist tıbbın ticarileşmesinin pratikte hastalanma ihtimallerini artırdığı, sağlık alanındaki eşitsizlikleri derinleştirdiği gerçeğine vurgu yapıyorlar.

Bu gelenekler ayrıca, kapanma stratejisinin sınırlarına ve kusurlarına, pandemiye hazırlanma sürecinin tümüyle bir güvenlik meselesi olarak ele alındığı gerçeğine işaret ediyorlar.

Bugün şunu kabul etmeliyiz: bilime güven duyan ve her türden akıl dışılıkla mücadele eden sol ile siyaseti seçim dışı yollardan işbaşına gelmiş uzmanların dikte etmesi gerektiğini söyleyen mantığa körü körüne bağlanmış sol arasında derin bir uçurum var. Son tahlilde pandemi, toplumsal ve politik bir durumdur ve ona hiç de tarafsız olmayan, farklı yaklaşımlarla cevaplar geliştirilebilir ve bu cevaplar sınıfsal bir boyut içerir. Burada asıl önemli olan, temel demokratik hakların otoriter bir üslupla askıya alınması türünden tedbirlerin seçim dışı yollardan işbaşına gelmiş uzmanlarca dikte ediliyor olmasıdır.

Pandemi süresince kökleşen teknokratik eğilim, kimi zaman liberal ve solcu çevrelerde endişeye yol açacak türden otoriter yönelimlere yol açtı. Örneğin George Monbiot’nun kısa süre önce sunduğu öneride de dile getirdiği biçimiyle, İngiliz hükümeti, internette ve basında Kovid konusunda yayılan yalan yanlış bilgilerin takibi için uzmanlardan oluşan bir komite oluşturdu. Sol, bu türden eğilimlere nasıl tepki göstermeli?

Hem politik alternatifler, hem de bilimsel ve teorik konumlar konusunda yürütülecek tartışmanın özgürce ilerlemesine mani olacak her türden sınır reddedilmeli. Aslında önerilen şey, sansürden başka bir şey değil ki sorun tam da bu sansür. Zira pandemi, biyolojik ve toplumsal bir olgu olarak, karmakarışık bir mesele. Dolayısıyla pandemiyle baş etmek için geliştirilecek her türden strateji de aynı şekilde çokboyutlu olmalı, biyolojik ve toplumsal boyutu içermeli.

Sosyalist bir bakış açısı, politik tercihleri tartışırken bilimsel bilginin, eleştirel muhakemenin ve teorinin çok önemli olduğu fikrini esas alır. Ayrıca o, bilginin toplumsallaşmasını, bilgiye erişim imkânlarının artmasını, araştırma süreçlerinin işbirliği ve katılım esasına göre örgütlenmesini sağlamayı amaç edinir.

Demek ki biz, bilimsel bilgiye yaslanmalı, teknokratik eğilimden uzak durmalı, aynı zamanda tüm önemli kararları alırken demokratik süreci işletmeli, “uzmanlara güvenelim” diyen tavırda gizli olan otoriterlikten uzak durmalıyız.

Birçok solcu, kapanma karşıtı duygu ve düşüncelerin aşırı sağı besleyen saha olduğunu düşünse de Avrupa’da son dönemde kapanma politikaları konusunda verilen toplumsal mücadeleler giderek, herkesi kucaklayan, farklı görüşlere alan açan bir niteliğe kavuştu.

Sosyalistlerin kapanma karşıtı gösterilere nasıl yaklaşması gerektiği konusunda sen ne düşünüyorsun?

Bugün solda, kapanma stratejisine dönük tüm eleştirileri, “Kovid inkârcıları,” komplo teoricileri” çuvalına atma ya da bu eylemlerdeki insanları neoliberalizm yanlısı/özgürlüklerine düşkün bencil unsurlar veya aşırı sağcılar olarak etiketleme eğilimi var.

Doğrudur, aşırı sağ, kapanma karşıtlığından istifade etmeye çalışıyor, ayrıca ortalıkta çok sayıda komplo teoricisi veya Kovid inkârcısı var. Ama öte yandan, alınan tedbirlerin yol açtığı toplumsal sonuçlara karşı yapılan gösterilere veya kısıtlamalarla birlikte açığa çıkan hoşnutsuzluğa baktığınızda manzara daha da içinden çıkılmaz bir hâl alıyor ve çıkıp gördüklerinizi özgürlüklerine düşkün, aklını yitirmiş kişilerden ve aşırı sağcılardan oluşan ayaktakımı tespiti üzerinden izah edemiyorsunuz.

Sonbahar aylarında İtalya’da yapılan gösteriler, hoşnutsuzluğun somut bir ifadesiydi ve bu gösterilerdeki hâkim unsur, kesinlikle aşırı sağ değildi. Kısıtlamalar karşısında açığa çıkan öfke, her yanı saran yolsuzluklara karşı duyulan hoşnutsuzluk ve polis zulmü, Kıbrıs’ta bir dizi eylemin gerçekleşmesine neden oldu. Sokağa çıkma yasağının ilân edildiği Hollanda’daki eylemlerin aşırı sağın harekete geçirdiği kitlenin ürettiği bir sonuç olduğunu söyleyemeyiz.

Yunanistan’da kısa süre önce olumlu bir gelişme yaşandı ve birçok sol eğilim, insanların bir araya gelmeleri konusunda getirilen kısıtlamalara karşı koyma ve kitlesel yürüyüşler düzenleme kararı aldı. Ülkede kampüslere ve akademisyenlerin kullandığı binalara polisin “üniversite polisi” adı altında girmesini sağlayacak yeni kanuna karşı kitlesel eylemler yapıldı, ayrıca polis zulmü ve devletteki otoriterliği hedef alan bir dizi kitlesel gösteri düzenlendi.

Bir de, Almanya’da, Avusturya’da ve İsviçre’de karşımıza çıkan ve kapanma meselesine şüpheyle yaklaşan insanların görüşleriyle ilgili yapılan son araştırmadan da bahsedelim. Bu araştırma, söz konusu insanların, zihnimizdeki o aşırı sağcılara, akıl kışı kimselere, Kovid inkârcılarına ve aşı karşıtlarına ilişkin klişelerle alakası olmayan kişiler olduklarını ortaya koyuyor.

Aynı durum, kapanmaları eleştiren insanlar için de geçerli. Eylemlere, dünya genelinde gerçekten ciddi bir durumla karşı karşıya olduğumuzu kabul eden, ama aynı zamanda benimsenen tedbirlere şüpheyle yaklaşan veya farklı bir yaklaşımın uygulanmasını talep eden solcular da katılıyor.

Ne yazık ki sol, kapanmaların insanlarda yol açtığı hayal kırıklıklarını ve rahatsızlıkları örgütleme konusunda hiçbir adım atamadı. Haksız mıyım?

Ben sorunun, solun bugüne dek hâkim kapanma stratejisinin karşısına bir alternatif çıkartmaya çalışmaması veya bu stratejiyi eleştirmemesi olduğuna inanıyorum. Bu alternatifi çıkartsaydı veya ilgili stratejiyi eleştirseydi, o alternatifi destekleyen bir hareket örgütleyebilir, böylece bilhassa işçi sınıfı içerisinde açığa çıkan hoşnutsuzluk konusunda belirli bir bakış açısı sunabilirdi.

Böylelikle sol, otoriter tedbirlere karşı çıkan, eğitim sürecinin askıya alınmasına karşı duran, ekonomik faaliyetlerin durdurulması sonucu oluşan toplumsal maliyeti ve artan işsizliği eleştiren, güvenli işyerleri, halk sağlığı, hastalıktan en fazla zarar görecek, virüse en çok yakalanma ihtimali bulunan kesimlerin korunması üzerinde duran yaklaşımı savunan, toplumsal hayatın, kültürün, sanatsal üretimin ve tabii ki mücadelenin fiiliyatta devam ettirilmesinin yollarını bulan bir hareket hâline gelebilirdi.

Bugüne dek uzanan süreçte biz, ekonomik ve toplumsal hayatın tümüyle askıya alınması kararını içermeyen, sosyalist politikanın özüne ait unsurlar olarak dayanışmayı, demokratik katılımı ve özörgütlenmeyi esas alan, asla otoriter olmayan alternatif bir yol olduğunu söyleyip oluşan fırsattan istifade etmeyi beceremedik.

Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder