Pages

14 Mayıs 2021

Büyümezsek Küçülürüz

“Ezilen” [Käthe Kollwitz-1900]


Halkevleri, bir semtte “şehir hastanesine ulaşım istiyoruz” eylemi gerçekleştiriyor.[1] Daha önce “bu şehir hastaneleri AKP’nin, gitmeyin!” diyen solcular, şimdi hastaneye çağrıda bulunuyorlar, müşteri topluyorlar, onu meşrulaştırıyorlar. Çünkü neticede Halkevleri, Sol Parti ve TKP, birer “CHP derneği” olarak çalışıyor.

CHP ise AKP’nin “muhalefet bakanlığı” olarak var. Sermaye düzeninin ihtiyaçları uyarınca icra edilmesi gereken muhalefeti yapıyor. Muhalefet, hükümeti karalıyor, devleti aklıyor, hükümet denilen paravan arkasında ilerleyen devletin memuru olarak çalışıyor. Daha dün “kasada para yok” diyen muhalefet, şimdi 128 milyar dolardan, onun kaybolmasından söz ediyor, ama dolaylı olarak, ülkenin o kayba rağmen batmamış olması gerçeği üzerinden, hükümeti onaylamış ve övmüş oluyor. Birkaç sene önce krize giren “Yunanistan’ın borçlarını Türkiye üstlensin” önerisini dillendiren Ertuğrul Kürkçü de hizmet ettiği devleti övüyor, kendi varlığını oradan anlamlı kılıyordu aslında.[2]

* * *

Devlet, “büyümezsek küçülürüz” tespitine göre hareket ediyor. Kimileri 2001, kimileri de 1997 yılını eşik olarak belirliyor. ABD’nin konumu, güç düzeyi ve nüfuz alanı bağlamında Türkiye, belirli bir eşikten sonra kendisine yol açma imkânı buluyor. David Harvey, “jeopolitik gücün bölgeselleştiğini, belirli alanlara yoğunlaştığını ve özerkleştiğini” söylüyor.[3] Türkiye’nin yıldızı, bu özerkleşme ile birlikte parlıyor. Büyük Türkiye projeleri hazırlayan devlet, hazırladığı ve en makul kabul ettiği senaryoyu yürürlüğe koyuyor. AB ve ABD bağlamında açılan alanı içeriye “büyüme, yerlilik ve millilik” diye pazarlamaksa AKP’ye düşüyor.

Bu anlamda AKP’yi, büyümezse küçülecek olan devletin bir arayışı olarak okumak gerekiyor. Yani AKP, ilk Kemalist birikimin tasfiyesi veya ona karşı alınmış bir intikam değil. Büyüyen Türkiye, başka ortaklar, başka yollar, başka imkânlar bulmak zorunda. Son on yıldır gündemde olan Kanal İstanbul, Mavi Vatan, Suriye, altın rezervi, TİKA gibi başlıklar, bu büyüme iradesiyle alakalı. Bu açıdan AKP, Kemalist birikimin başka coğrafyalara, başka zaman-mekân algılarına doğru genişleme iradesi.

AKP belirli bir alanı tutunca CHP’ye ve sosyalist harekete yerli ve milli olandan kaçıp beynelmilel olana sığınmak kalıyor. Oradaki suların başını tutuyor. Orada sol, ister istemez tekellerin, onlara bağlı kuruluşların, STK’ların ve vakıfların hizasına çekiliyor. Teslim alınıyor. Sosyalist hareket, o musluklara bağlanıyor. Sermayenin devletine kul ediliyor. CHP’nin yularını tuttuğu sosyalist hareket, teslimiyete teslim oluyor.

Sosyalist hareket, CHP çizgisinin yöneticilik liyakati üzerine kurulu basit burjuva siyasetine örgütleniyor. “Ben daha iyi yönetirim” diyor, zemini, kurguyu, planı ve gidişatı bu yaklaşım üzerinden onaylıyor. Sadece “Erdoğan yerine ben olayım” demekle yetiniyor. Büyük Türkiye masalına inanıyor, başkahraman rolünün kendisine verilmesini istiyor. İşçinin-köylünün derdini ve çilesini unutuyor, burjuva iktidarını görmezden geliyor, ondan medet ummayı, inayet beklemeyi siyaset zannediyor. İşçi ve köylünün kudret mücadelesini baltalıyor. O mücadeleden en çok da sosyalistler korkuyor.

* * *

Aslında solcular, tam kapanma, sosyal paket ve aşı önerileriyle Büyük Türkiye kurgusu üzerinden düşünüyorlar, önerilerini buna göre sıralıyorlar, sadece, gerici, yobaz, liyakatsiz AKP’lilerin Büyük Türkiye gemisini yürütemeyeceklerini iddia ediyorlar. Kendilerini buradan yaldızlamaya, bir yerlere beğendirmeye çalışıyorlar. O yerlere işmar ediyorlar.

Bu anlamda, esasen AKP döneminde palazlanmış, yağ bağlamış orta sınıf, daha fazlasını istiyor. Devleti koruyup AKP'yi taşlıyor. Hem İngiltere olmak istiyor, hem de kentlerinde göçmen ve mülteci mahalleleri oluşmasına karşı çıkıyor. İngiltere olmak istedikçe İngiltere’yi ve ruhunu çağırıyor her ayininde.

Hayri Kozanoğlu’da görüldüğü üzere orta sınıf, ülkeyi İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya liginde görüyor. Buradan da “Başına bir sosyal demokrat lider yakışır” diyor. Kozanoğlu türü liberal solcular, sosyal demokrasinin ve liberalizmin devrim-sosyalizm imkânlarını ortadan kaldıracağı gerçeğini hiç umursamıyorlar.


Nedense kimse, kulluk ettiği o birinci ligdeki ülkelerin burjuvasına, devletine, “Asya’dan, Afrika’dan, Latin Amerika’dan çaldıklarını geri ver” demiyor. Aksine sol, “Küresel Güney” diye nitelenen coğrafyaya yönelik sömürü ve zulüm politikalarına ortak oluyor. Feminizm, lubunizm ve veganizm siyasetini de Büyük Türkiye masalı, “birinci lige çıkıyoruz” ninnisi üzerinden benimsiyor.

Sol, her yerde cadı görüp ateşe veriyor, ama bir yandan da pazarda cadı imgeleri satıyor. Bu bağlamda, işçiden ve köylüden bahsetmeyi gericilik sayıyor.

“Post-truth, popülizm” tartışmaları, genel anlamda yoksulluk düşmanlığı bağlamında yürütülüyor. Sol, orta sınıftaki horgörüye, tiksinmeye ve nefrete örgütleniyor. Bu açıdan Kadıköy’deki lüks mekânında eşcinsel tuvaletinin karşısındaki masada oturan feminist yoldaşlarına vegan yemek servis eden Kaldıraç isimli derneğin ağzına doladığı “işçi sınıfı”nın gerçekte bir karşılığı ve anlamı bulunmuyor. O işçi, aşağılık ve tehlikeli kabul ediliyor. Sol, o yabani olanı ehlileştirme görevi üzerinden varolabildiğini iyi biliyor.

* * *

Devyolcular, seksen öncesinde kaleme aldıkları bir yazıda mealen şunu söylüyorlar: “Bizdeki bu Kemalizm, Kürdistan’da işe yaramaz. Oraya Maoizmle girelim.” Bunu dedikten sonra örgüt yayınlarında Maoizm tartışmaları baş gösteriyor. Öcalan’ın Devyolcuları düşünerek yazdığı yazıların önemli bir kısmında bu Maoizm algısı ve bilgisi tartışılıyor. Öcalan, Kürdistan’a girmek için imal edilen “Maoizm”in tehlikesini seziyor.

Aynı şekilde AKP de devletin doğu coğrafyasına girerken kullandığı kapı. İhvan ile bir alakası yok. O, devletin o kapıdan girdiğinde tuttuğu tutamaklardan biri sadece. Mısır İhvanı’nı tasfiye eden, AKP. Devlet, AKP şahsında Ortadoğu coğrafyasında İslami direnişe ait tüm odakları ve ocakları tasfiye etmek için uğraşıyor.

Seksenlerin ortalarında “Ortadoğu’ya girmeliyiz, ama bir ayağımız da Avrupa’da olmalı” diyen Rahmi Koç’un isteği bu yönde. Bu konuda mihmandarlık, bekçilik, rehberlik edecek kadrolar bir bir devşiriliyor. Sol örgütlere ise büyük yürüyüş esnasında orta sınıfta oluşacak gerilimleri soğurma, bu kitleyi kontrol altında tutma görevi veriliyor. O da “gelsin paralar!” diye nara atıyor.[4]

AKP, CHP ile aynı devletin eseridir. AKP’yi “dinci faşizm”, “İslamcılık” ve “gericilik” gibi kültürel-ideolojik kodlar üzerinden okuyup anlayan herkes, CHP’lidir, düzenin uşağıdır. Büyük Türkiye yürüyüşünde AKP’nin gerçek niteliğini gizleme işini üstlenmiştir.

* * *

Bugün pandemi koşullarında “tam kapanma yapılsın, faturalar ödensin, yardım edilsin, aşı yapılsın” diyen sosyalistlerin hepsi, “büyümezsek küçülürüz” diyen devlete hizmet ediyor, esasen büyükler liginde olan devlet adına düşünüyor. Bu dediklerini yıllarca başka ülkelerin, başka halkların kanını ve terini sömürerek yaşamış ülkeler bile tam anlamıyla yapamıyor. Sol, pandeminin çilesini çekenlerin önderi değil, onun gerdiği perdenin gerisinde iş çeviren tekelci güçlerin aparatı olarak iş görüyor.

Türkiye hükümetinden Almanya hükümeti gibi davranmasını isteyenler, büyümek isteyen devlete hizmet eden küçük burjuvalar olarak konuşuyorlar. O balonu şişiriyorlar. Zaten ufak, küçük, basit ve fukara bir hayat yaşayan işçiyi ve köylüyü düşünmüyorlar, buna göre hareket etmiyorlar. İnşaat işçileri sendikasının eline bu sebeple, “tam kapanma istiyoruz” pankartı tutuşturuyorlar. O kapanmayla aç kalacak olan kendileri değil, o işçiler çünkü.

Yıllar önce bir inşaatta yaşanan kaza sonrası solcular, eylem için oraya gidiyorlar. Arkadaşı onlarca metre yükseklikten düşüp ölmüş işçi bağırarak “biz çalışmak zorundayız” deyince bir solcu kadın, “çalışma o zaman!” diye o işçiyi azarlıyor. O zılgıtı yiyen işçi de ailesini geçindirmek için gece bir işte gündüz başka bir işte çalıştığını anlatıyor. O solcu, bu sözleri hiç duymuyor. Aynı solcular, Soma’daki katliam sonrası da “inmeselermiş ocağa” diyebildiler. “Hepsi AKP’liydi zaten” deyip içkilerini yudumlayabildiler.

Bugün aynı solcular, “pandemide kapanalım, yemeğimizi kuryeler getirsin, maaşımızı devlet ödesin”den başka bir şey söylemiyorlar. “Okullar kapansın” istiyorlar, devlet okullarının satılacağını, koleje parası yetenin çocuğunun okuyabileceğini elbette ki biliyorlar. Bu solcular, halk ve işçi düşmanı hâline gelmiş olduklarını her fırsatta büyüyen devlete ispatlama gereği duyuyorlar. TTB şehir hastanelerini ve özel poliklinikleri; DİSK ucuza çalıştırılan Suriyeli işçileri; KESK özel kolejleri; TMMOB doğa ve şehir talanını seviyor. Hep birlikte sosyal medyalarında Annalena Baerbock övüyorlar. Baerbock ise kendi ordusuna ve o ordunun bağlı olduğu emperyalizme askerlik yapıyor.

Almanya’da sermayenin iteklediği Yeşiller Partisi’nin başkanı Baerbock, NATO’nun Avrupa’nın ayrılmaz parçası olduğunu söylüyor. Vekilleri, askerî eğitim alıp orduyu övüyorlar. Otomobil şirketlerinin desteğini arkasına alan başkan, bugün Rusya ile gerilimin tırmandırılmasını, Çin’e karşı sert bir siyasetin yürütülmesini savunuyor. Ordunun ekonomik açıdan güçlendirilmesini istiyor. Merkel’in tabanına oynuyor. Tıpkı ilk geldiğinde “Ege Denizi ne Türk’ün ne Yunan’ın, balıklarındır!” diyen, ama sonra F-16 savaş uçağına binip “it dalaşı” uçuş dersi alan Çipras gibi bu tür solcular da iktidar koltuğuna yaklaştıkça içlerindeki sağcılığı kusuyorlar.

Neticede büyüme iradesi, bu emperyalist siyasete eklemlenmiş reformistlerin desteğiyle varolabiliyor. Geçmişte kendi yağıyla kavrulan ülke değil de Osmanlı bekasıyla ilerleyen ülkeyi isteyenler, Sivas Kongresi’nde mandayı savunuyorlardı. Bugün, başka ve yeni bir emperyalist gücün gölgesinde ilerlensin istiyorlar.

Bugün solcuların, sosyalistlerin tamamı mandacı! Amerika’yı ve Avrupa’yı ölçü alıyorlar, oraya bağlanıyorlar, tüm siyasetlerini ve ideolojilerini bu bağlılık belirliyor. O bağlılıksa Büyük Türkiye siyasetine tabi. Sol, o sebeple “Açın Türkiya’nın önünü!” diye ünleyen Cem Uzan’ın üflediği “128 milyar” kavalının peşine takılıyor.

* * *

İttihatçı-Kemalist ilk birikimin günahları, günah çıkartma kabininde aklanmak isteniyor. Batı’da Kızılderililere veya Siyahlara yönelik zulmü örgütlemiş isimlerin heykelleri yıkılıyor. Bizde liberaller, Ermenilerden özür dileme işini Erdoğan’a vermeyi düşünüyorlar.

Devrimcilik, sosyalist siyaset ve komünist hareket, tümüyle liberalizme teslim oluyor, liberalizmle kendisini tarif ediyor. Liberalizm ise bu topraklarda, burada bugün malını mülkünü buranın insanıyla paylaşmak istemeyenleri örgütleyerek ilerliyor. Mülkünü paylaşmak istemeyen, onu dış güçlerin rüzgârıyla daha da büyütmek arzusunda olan küçük burjuvalar, kendisine zarar vereceğini bildiği sosyalist hareketi hizaya sokuyorlar, ona kendilerince bir kıvam veriyorlar.

Bugün pandemi vesilesiyle, yoksulun, köylünün, işçinin elindeki üç beş kuruşluk mal mülk de yukarıya transfer ediliyor. İlkel birikim solcuları ile modern birikim solcuları, kayıkçı dövüşü içerisinde, debeleniyorlar. Hepsi de o birikimden pay almak için solculuk yapıyor.

Pandemi krizi ve iklim krizi, mülksüzleştirme girişimi olarak cisimleşiyor. Silikon Vadisi’nin liberal zokasını yutanlar, bu vadinin vergi kaçakçılığını ve işçi düşmanlığını görmüyorlar. Çünkü kendileri de işçi düşmanı, ama sınıfsal olarak ayrışmamış olan Akla ve Bilime tapıyorlar. O akıl ve bilim, işçiyi, ezileni ve halkı hiç sevmiyor.

Eren Balkır
27 Nisan 2021

Dipnotlar:
[1] Dikmen Halkevi, 15 Mart 2021, Twitter.

[2] “Türkiye Yunanistan’ın Borçlarını Üstlensin”, 29 Haziran 2015, CNN.

[3] Bjarke Skærlund Risager, “Neoliberalizm Nedir?”, 29 Aralık 2019, İştirakî.

[4] Örneğin bir örgüt, sosyal medya hesabında ülkede son dönemde motosikletli kurye sayısının bir milyona ulaştığını söylüyor. Bu rakamı verirken, muhtemelen aklından “herkesten elli lira aidat alsak, elimize ne geçer?” sorusu geçiyor ve ellerini ovuşturuyor. O örgütün şeflerine ürün taşıyan kuryelerin yollarda ölüp gitmesi, o şefleri zerre ilgilendirmiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder