“Ezilen” [Käthe Kollwitz-1900]
Halkevleri,
bir semtte “şehir hastanesine ulaşım istiyoruz” eylemi gerçekleştiriyor.[1]
Daha önce “bu şehir hastaneleri AKP’nin, gitmeyin!” diyen solcular, şimdi
hastaneye çağrıda bulunuyorlar, müşteri topluyorlar, onu meşrulaştırıyorlar. Çünkü
neticede Halkevleri, Sol Parti ve TKP, birer “CHP derneği” olarak çalışıyor.
CHP
ise AKP’nin “muhalefet bakanlığı” olarak var. Sermaye düzeninin ihtiyaçları
uyarınca icra edilmesi gereken muhalefeti yapıyor. Muhalefet, hükümeti
karalıyor, devleti aklıyor, hükümet denilen paravan arkasında ilerleyen
devletin memuru olarak çalışıyor. Daha dün “kasada para yok” diyen muhalefet,
şimdi 128 milyar dolardan, onun kaybolmasından söz ediyor, ama dolaylı olarak,
ülkenin o kayba rağmen batmamış olması gerçeği üzerinden, hükümeti onaylamış ve
övmüş oluyor. Birkaç sene önce krize giren “Yunanistan’ın borçlarını Türkiye
üstlensin” önerisini dillendiren Ertuğrul Kürkçü de hizmet ettiği devleti
övüyor, kendi varlığını oradan anlamlı kılıyordu aslında.[2]
* * *
Devlet,
“büyümezsek küçülürüz” tespitine göre hareket ediyor. Kimileri 2001, kimileri
de 1997 yılını eşik olarak belirliyor. ABD’nin konumu, güç düzeyi ve nüfuz
alanı bağlamında Türkiye, belirli bir eşikten sonra kendisine yol açma imkânı
buluyor. David Harvey, “jeopolitik gücün bölgeselleştiğini, belirli alanlara
yoğunlaştığını ve özerkleştiğini” söylüyor.[3] Türkiye’nin yıldızı, bu
özerkleşme ile birlikte parlıyor. Büyük Türkiye projeleri hazırlayan
devlet, hazırladığı ve en makul kabul ettiği senaryoyu yürürlüğe koyuyor. AB ve
ABD bağlamında açılan alanı içeriye “büyüme, yerlilik ve millilik” diye
pazarlamaksa AKP’ye düşüyor.
Bu
anlamda AKP’yi, büyümezse küçülecek olan devletin bir arayışı olarak okumak
gerekiyor. Yani AKP, ilk Kemalist birikimin tasfiyesi veya ona karşı alınmış
bir intikam değil. Büyüyen Türkiye, başka ortaklar, başka yollar, başka
imkânlar bulmak zorunda. Son on yıldır gündemde olan Kanal İstanbul, Mavi
Vatan, Suriye, altın rezervi, TİKA gibi başlıklar, bu büyüme iradesiyle
alakalı. Bu açıdan AKP, Kemalist birikimin başka coğrafyalara, başka
zaman-mekân algılarına doğru genişleme iradesi.
AKP
belirli bir alanı tutunca CHP’ye ve sosyalist harekete yerli ve milli olandan
kaçıp beynelmilel olana sığınmak kalıyor. Oradaki suların başını tutuyor. Orada
sol, ister istemez tekellerin, onlara bağlı kuruluşların, STK’ların ve
vakıfların hizasına çekiliyor. Teslim alınıyor. Sosyalist hareket, o musluklara
bağlanıyor. Sermayenin devletine kul ediliyor. CHP’nin yularını tuttuğu
sosyalist hareket, teslimiyete teslim oluyor.
Sosyalist
hareket, CHP çizgisinin yöneticilik liyakati üzerine kurulu basit burjuva
siyasetine örgütleniyor. “Ben daha iyi yönetirim” diyor, zemini, kurguyu, planı
ve gidişatı bu yaklaşım üzerinden onaylıyor. Sadece “Erdoğan yerine ben olayım”
demekle yetiniyor. Büyük Türkiye masalına inanıyor, başkahraman rolünün
kendisine verilmesini istiyor. İşçinin-köylünün derdini ve çilesini unutuyor,
burjuva iktidarını görmezden geliyor, ondan medet ummayı, inayet beklemeyi
siyaset zannediyor. İşçi ve köylünün kudret mücadelesini baltalıyor. O
mücadeleden en çok da sosyalistler korkuyor.
* * *
Aslında
solcular, tam kapanma, sosyal paket ve aşı önerileriyle Büyük Türkiye kurgusu
üzerinden düşünüyorlar, önerilerini buna göre sıralıyorlar, sadece, gerici,
yobaz, liyakatsiz AKP’lilerin Büyük Türkiye gemisini yürütemeyeceklerini iddia
ediyorlar. Kendilerini buradan yaldızlamaya, bir yerlere beğendirmeye
çalışıyorlar. O yerlere işmar ediyorlar.
Bu
anlamda, esasen AKP döneminde palazlanmış, yağ bağlamış orta sınıf, daha
fazlasını istiyor. Devleti koruyup AKP'yi taşlıyor. Hem İngiltere olmak
istiyor, hem de kentlerinde göçmen ve mülteci mahalleleri oluşmasına karşı
çıkıyor. İngiltere olmak istedikçe İngiltere’yi ve ruhunu çağırıyor her
ayininde.
Hayri
Kozanoğlu’da görüldüğü üzere orta sınıf, ülkeyi İngiltere, Almanya, Fransa ve
İtalya liginde görüyor. Buradan da “Başına bir sosyal demokrat lider yakışır”
diyor. Kozanoğlu türü liberal solcular, sosyal demokrasinin ve liberalizmin
devrim-sosyalizm imkânlarını ortadan kaldıracağı gerçeğini hiç umursamıyorlar.
Nedense
kimse, kulluk ettiği o birinci ligdeki ülkelerin burjuvasına, devletine,
“Asya’dan, Afrika’dan, Latin Amerika’dan çaldıklarını geri ver” demiyor. Aksine
sol, “Küresel Güney” diye nitelenen coğrafyaya yönelik sömürü ve zulüm
politikalarına ortak oluyor. Feminizm, lubunizm ve veganizm siyasetini de Büyük
Türkiye masalı, “birinci lige çıkıyoruz” ninnisi üzerinden benimsiyor.
Sol,
her yerde cadı görüp ateşe veriyor, ama bir yandan da pazarda cadı imgeleri
satıyor. Bu bağlamda, işçiden ve köylüden bahsetmeyi gericilik sayıyor.
“Post-truth,
popülizm” tartışmaları, genel anlamda yoksulluk düşmanlığı bağlamında
yürütülüyor. Sol, orta sınıftaki horgörüye, tiksinmeye ve nefrete örgütleniyor.
Bu açıdan Kadıköy’deki lüks mekânında eşcinsel tuvaletinin karşısındaki masada
oturan feminist yoldaşlarına vegan yemek servis eden Kaldıraç isimli
derneğin ağzına doladığı “işçi sınıfı”nın gerçekte bir karşılığı ve anlamı
bulunmuyor. O işçi, aşağılık ve tehlikeli kabul ediliyor. Sol, o yabani olanı
ehlileştirme görevi üzerinden varolabildiğini iyi biliyor.
* * *
Devyolcular,
seksen öncesinde kaleme aldıkları bir yazıda mealen şunu söylüyorlar: “Bizdeki
bu Kemalizm, Kürdistan’da işe yaramaz. Oraya Maoizmle girelim.” Bunu dedikten
sonra örgüt yayınlarında Maoizm tartışmaları baş gösteriyor. Öcalan’ın
Devyolcuları düşünerek yazdığı yazıların önemli bir kısmında bu Maoizm algısı
ve bilgisi tartışılıyor. Öcalan, Kürdistan’a girmek için imal edilen “Maoizm”in
tehlikesini seziyor.
Aynı
şekilde AKP de devletin doğu coğrafyasına girerken kullandığı kapı. İhvan ile
bir alakası yok. O, devletin o kapıdan girdiğinde tuttuğu tutamaklardan biri
sadece. Mısır İhvanı’nı tasfiye eden, AKP. Devlet, AKP şahsında Ortadoğu
coğrafyasında İslami direnişe ait tüm odakları ve ocakları tasfiye etmek için
uğraşıyor.
Seksenlerin
ortalarında “Ortadoğu’ya girmeliyiz, ama bir ayağımız da Avrupa’da olmalı”
diyen Rahmi Koç’un isteği bu yönde. Bu konuda mihmandarlık, bekçilik, rehberlik
edecek kadrolar bir bir devşiriliyor. Sol örgütlere ise büyük yürüyüş esnasında
orta sınıfta oluşacak gerilimleri soğurma, bu kitleyi kontrol altında tutma
görevi veriliyor. O da “gelsin paralar!” diye nara atıyor.[4]
AKP,
CHP ile aynı devletin eseridir. AKP’yi “dinci faşizm”, “İslamcılık” ve
“gericilik” gibi kültürel-ideolojik kodlar üzerinden okuyup anlayan herkes,
CHP’lidir, düzenin uşağıdır. Büyük Türkiye yürüyüşünde AKP’nin gerçek
niteliğini gizleme işini üstlenmiştir.
* * *
Bugün
pandemi koşullarında “tam kapanma yapılsın, faturalar ödensin, yardım edilsin,
aşı yapılsın” diyen sosyalistlerin hepsi, “büyümezsek küçülürüz” diyen devlete
hizmet ediyor, esasen büyükler liginde olan devlet adına düşünüyor. Bu
dediklerini yıllarca başka ülkelerin, başka halkların kanını ve terini
sömürerek yaşamış ülkeler bile tam anlamıyla yapamıyor. Sol, pandeminin
çilesini çekenlerin önderi değil, onun gerdiği perdenin gerisinde iş çeviren
tekelci güçlerin aparatı olarak iş görüyor.
Türkiye
hükümetinden Almanya hükümeti gibi davranmasını isteyenler, büyümek isteyen
devlete hizmet eden küçük burjuvalar olarak konuşuyorlar. O balonu
şişiriyorlar. Zaten ufak, küçük, basit ve fukara bir hayat yaşayan işçiyi ve
köylüyü düşünmüyorlar, buna göre hareket etmiyorlar. İnşaat işçileri
sendikasının eline bu sebeple, “tam kapanma istiyoruz” pankartı
tutuşturuyorlar. O kapanmayla aç kalacak olan kendileri değil, o işçiler çünkü.
Yıllar
önce bir inşaatta yaşanan kaza sonrası solcular, eylem için oraya gidiyorlar.
Arkadaşı onlarca metre yükseklikten düşüp ölmüş işçi bağırarak “biz çalışmak
zorundayız” deyince bir solcu kadın, “çalışma o zaman!” diye o işçiyi
azarlıyor. O zılgıtı yiyen işçi de ailesini geçindirmek için gece bir işte
gündüz başka bir işte çalıştığını anlatıyor. O solcu, bu sözleri hiç duymuyor.
Aynı solcular, Soma’daki katliam sonrası da “inmeselermiş ocağa” diyebildiler.
“Hepsi AKP’liydi zaten” deyip içkilerini yudumlayabildiler.
Bugün
aynı solcular, “pandemide kapanalım, yemeğimizi kuryeler getirsin, maaşımızı
devlet ödesin”den başka bir şey söylemiyorlar. “Okullar kapansın” istiyorlar,
devlet okullarının satılacağını, koleje parası yetenin çocuğunun
okuyabileceğini elbette ki biliyorlar. Bu solcular, halk ve işçi düşmanı hâline
gelmiş olduklarını her fırsatta büyüyen devlete ispatlama gereği duyuyorlar.
TTB şehir hastanelerini ve özel poliklinikleri; DİSK ucuza çalıştırılan
Suriyeli işçileri; KESK özel kolejleri; TMMOB doğa ve şehir talanını seviyor.
Hep birlikte sosyal medyalarında Annalena Baerbock övüyorlar. Baerbock ise
kendi ordusuna ve o ordunun bağlı olduğu emperyalizme askerlik yapıyor.
Almanya’da
sermayenin iteklediği Yeşiller Partisi’nin başkanı Baerbock, NATO’nun
Avrupa’nın ayrılmaz parçası olduğunu söylüyor. Vekilleri, askerî eğitim alıp
orduyu övüyorlar. Otomobil şirketlerinin desteğini arkasına alan başkan, bugün
Rusya ile gerilimin tırmandırılmasını, Çin’e karşı sert bir siyasetin
yürütülmesini savunuyor. Ordunun ekonomik açıdan güçlendirilmesini istiyor.
Merkel’in tabanına oynuyor. Tıpkı ilk geldiğinde “Ege Denizi ne Türk’ün ne
Yunan’ın, balıklarındır!” diyen, ama sonra F-16 savaş uçağına binip “it dalaşı”
uçuş dersi alan Çipras gibi bu tür solcular da iktidar koltuğuna yaklaştıkça
içlerindeki sağcılığı kusuyorlar.
Neticede
büyüme iradesi, bu emperyalist siyasete eklemlenmiş reformistlerin desteğiyle
varolabiliyor. Geçmişte kendi yağıyla kavrulan ülke değil de Osmanlı bekasıyla
ilerleyen ülkeyi isteyenler, Sivas Kongresi’nde mandayı savunuyorlardı. Bugün,
başka ve yeni bir emperyalist gücün gölgesinde ilerlensin istiyorlar.
Bugün
solcuların, sosyalistlerin tamamı mandacı! Amerika’yı ve Avrupa’yı ölçü
alıyorlar, oraya bağlanıyorlar, tüm siyasetlerini ve ideolojilerini bu bağlılık
belirliyor. O bağlılıksa Büyük Türkiye siyasetine tabi. Sol, o sebeple
“Açın Türkiya’nın önünü!” diye ünleyen Cem Uzan’ın üflediği “128 milyar”
kavalının peşine takılıyor.
* * *
İttihatçı-Kemalist
ilk birikimin günahları, günah çıkartma kabininde aklanmak isteniyor. Batı’da
Kızılderililere veya Siyahlara yönelik zulmü örgütlemiş isimlerin heykelleri
yıkılıyor. Bizde liberaller, Ermenilerden özür dileme işini Erdoğan’a vermeyi
düşünüyorlar.
Devrimcilik,
sosyalist siyaset ve komünist hareket, tümüyle liberalizme teslim oluyor,
liberalizmle kendisini tarif ediyor. Liberalizm ise bu topraklarda, burada
bugün malını mülkünü buranın insanıyla paylaşmak istemeyenleri örgütleyerek
ilerliyor. Mülkünü paylaşmak istemeyen, onu dış güçlerin rüzgârıyla daha da
büyütmek arzusunda olan küçük burjuvalar, kendisine zarar vereceğini bildiği
sosyalist hareketi hizaya sokuyorlar, ona kendilerince bir kıvam veriyorlar.
Bugün
pandemi vesilesiyle, yoksulun, köylünün, işçinin elindeki üç beş kuruşluk mal
mülk de yukarıya transfer ediliyor. İlkel birikim solcuları ile modern birikim
solcuları, kayıkçı dövüşü içerisinde, debeleniyorlar. Hepsi de o birikimden pay
almak için solculuk yapıyor.
Pandemi
krizi ve iklim krizi, mülksüzleştirme girişimi olarak cisimleşiyor. Silikon
Vadisi’nin liberal zokasını yutanlar, bu vadinin vergi kaçakçılığını ve işçi
düşmanlığını görmüyorlar. Çünkü kendileri de işçi düşmanı, ama sınıfsal olarak
ayrışmamış olan Akla ve Bilime tapıyorlar. O akıl ve bilim, işçiyi, ezileni ve
halkı hiç sevmiyor.
Eren Balkır
27
Nisan 2021
Dipnotlar:
[1] Dikmen Halkevi, 15 Mart 2021, Twitter.
[2]
“Türkiye Yunanistan’ın Borçlarını Üstlensin”, 29 Haziran 2015, CNN.
[3]
Bjarke Skærlund Risager, “Neoliberalizm Nedir?”, 29 Aralık 2019, İştirakî.
[4]
Örneğin bir örgüt, sosyal medya hesabında ülkede son dönemde motosikletli kurye
sayısının bir milyona ulaştığını söylüyor. Bu rakamı verirken, muhtemelen
aklından “herkesten elli lira aidat alsak, elimize ne geçer?” sorusu geçiyor ve
ellerini ovuşturuyor. O örgütün şeflerine ürün taşıyan kuryelerin yollarda ölüp
gitmesi, o şefleri zerre ilgilendirmiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder