George
Monbiot’nun kaleme aldığı “Laboratuvarda yetiştirilmiş gıda ürünleri kısa bir
süre sonra çiftçiliği ortadan kaldırıp gezegeni kurtaracak”[1] başlıklı son
makalesini geleceğe dair distopik bir vizyon olarak okudum. Yazı, tarlalarda
insanların çalışmadığı, herkesin devasa endüstriyel fabrikalarda mikroplardan
üretilen “sahte” gıda ürünlerini yediği bir dünyadan söz ediyor.
Monbiot
yazında şunları söylüyor:
“Çiftlik dışı ortamlarda
üretilmiş gıda ürünleri sayesinde geniş arazileri ve denizi doğanın eline
teslim edeceğiz, bu ise bizim karbon seviyesinin muazzam ölçülerde düşmesini ve
dünyanın yeniden yabanîleşmesini sağlayacak. Çiftlik dışı gıda ürünleri, ümitsiz
olduğumuz koşullarda bize ümit veriyor. Kısa bir süre sonra dünyayı harap
etmeden onu besleme imkânına kavuşacağız.”
Einstein’ın
o ünlü sözü, bu noktada akla gelmeli ve gerekli uyarıyı yapmalı: “Sorunları,
onları yaratan düşünme tarzımızı kullanarak çözemeyiz.”
Ekolojik
Varlık
Çiftlik
yüzü görmeden, laboratuvar ortamında ileri teknoloji ile üretilmiş gıda
ürünlerinin gezegeni kurtaracağını söyleyen anlayış, bizi bugünkü duruma
sürüklemiş olan, insanı doğadan ayrı ve doğanın dışında gören aynı mekanist
zihniyetin bir uzantısıdır.
Bu
paradigma, fosil yakıtlar üzerine kurulu endüstriyel üretim döneminin ürünüdür.
Gezegeni, köylülerin geçim yollarını ve sağlımızı yok eden endüstriyel tarım,
işte bu anlayışı temel alıyor.
Maalesef
söz konusu anlayış, Monbiot’nun gıda ve çiftçiliğin geleceği ile ilgili
vizyonuna da temel teşkil ediyor. Bu anlayışa göre ileride gıda ürünleri ve
hayatlarımız, tümüyle endüstriyelleşecek. Hepimiz, tam da “insan yediği şeydir”
sözüne uygun olarak, endüstrinin parçası olacağız, böylelikle dünya merkezdeki
konumunu yitirecek, ekolojik varlık nihayete erecek.
“Suyu
yiyeceğe dönüştürmek”, İkinci Dünya Savaşı döneminden kalma bir fikir. O
dönemde fosil yakıtı temel alan kimyasal gübreler sayesinde ‘ekmek’ sahibi
olacağımız söylenmiştir. Oysa bu anlayış üzerinden okyanuslarda ölü bölgeler
oluştu, ayrıca çevreye karbondioksitten üç yüz kat daha fazla zarar veren,
azotlu asit içeren sera gazı salınımlarına maruz kaldık, dahası, zamanla toprak
çölleşti.
Biz,
doğadan ayrı ve doğanın dışında değiliz, onun parçasıyız. Gıda, bizi dünyaya,
ormanlar gibi farklı varlıklara bağlayan şeydir. Bu bağsa bağırsaklarımızda
bulunan ve bedenimizi hem içeriye hem de dışarıya dönük olarak sağlıklı kılan
trilyonlarca mikroorganizma aracılığıyla kurulmaktadır.
Kültürel
Miras
Yemek
yemek, endüstriyel ya da mekanik bir eylem değil, ekolojik bir eylemdir.
Hayat
denilen ağ, gıda ürünleri ile örülüdür. Hayat, yiyecekten ayrıştırılamaz. Aynı
şekilde, biz de dünyadan kopartılamayız.
Mesele
çiftçilik değil, endüstriyel tarımdır. Bu emtia temelli fosil yakıtların ve
kimyasalların yoğun olarak kullanıldığı endüstriyel gıda sistemi, sera gazı
salınımlarına yüzde elli oranında katkıda bulunmakta, bu salınımlar iklimsel
yıkıma yol açmakta, tarımsal faaliyeti tehdit etmektedir.
Aynı
sistem, toprakların yüzde 75’inin yok olmasının, su kaynaklarının yüzde 75’inin
ortadan kalkmasının, göllerdeki, nehirlerdeki ve okyanuslardaki kirliliğin
sebebidir. Endüstriyel tarım yüzünden ürün çeşitliliği, yüzde 93 oranında kayba
uğramıştır.
Bizi
öldüren kronik hastalıkların yüzde 75’inin kökeni, endüstriyel gıda
ürünleridir.
Son
elli yıl içerisinde dünyaya dayatılmış olan bu özel, çarpık ve yıkıcı çiftçilik
yöntemi, insanların çiftçilik sahasında kullanabildiği tek yol hâline
gelmiştir. Bu sebeple insanlar, kültürel çeşitliliğe ve çiftçilik
pratiklerindeki çeşitliliğe karşı körleşmişlerdir. Dolayısıyla her ülkede asıl
tehdit altında olan, kültürel mirasın ta kendisidir.
Bugün
laboratuvarda üretilmiş sahte gıda ürünleri, büyük bir tutkuyla reklâm
ediliyorlar. Oysa bu reklâm faaliyeti, bizim dünyayla kurduğumuz bağı ve büyük
bir ilgiyle ve zekâyla üretilmiş gıda ürünlerini yemenin verdiği hazzı ve
doyumu tehdit ediyor.
Ayrıca
esenliğimiz, sağlığımız ve dünyanın sağlığı da tehdit altında. Çünkü toprağına
bakan, yeryüzünü canlandıran küçük çiftçiler yok oluyor. Laboratuvarda
üretilmiş gıda ürünlerini tükettiğimizde giderek robotlaşacağız, katılımdan ve
yaratıcılıktan uzaklaşacağız, akıl dolu hayattaki yaratıcılığı inkâr eden ileri
teknoloji temelli bir varoluşa kul olacağız.
Zirai
Ekoloji
İngilizcede
“tarım” ve “ziraat” anlamına gelen “agriculture” kelimesi, köken olarak
Latince iki kelimenin bileşiminden oluşuyor. İlk kelime, “ager”, tarla,
çiftlik, arazi, arsa gibi anlamlara gelirken, ikinci kelime, “cultura”,
bakımı, yetiştirmeyi, işlemeyi ifade ediyor. Bu anlamda “agricultura”
kelimesi, etimolojik açıdan çiftçilik ve toprağın bakımı gibi anlamları
içeriyor.
Demek
ki gerçek çiftçilik, doğayla birlikte, doğanın sunduğu, ekolojinin yasalarını
ifade eden yollarla yapılan çiftçiliktir. Gerçek gıda, toprağın bakımını esas
alan ekonominin yan ürünüdür. Yeryüzündeki tüm varlıkların hayatını koruyan da
sağlığımızı güçlendirip, esenliğimizi muhafaza eden de odur.
Dünya
genelinde “hassas çiftlik politikaları” uygulamadadır. Organik çiftçilik,
permakültür, biyodinamik çiftçilik, doğal çiftçiliği canlandıran tarım gibi
müşterek ekoloji ilkelerini içeren zirai ekoloji, iklim krizine tanık olunan
dünyayı besleme noktasında yaşanan güçlükleri ele alan, en etkili,
sürdürülebilir ve insaflı çiftçilik yöntemidir.
Zirai
işletmelerin çıkarları ve tekellerin faaliyetleri yanında devletlerin meseleye
yönelik ilgisizliği üzerinden zirai ekolojik çiftçilik, gıda üretimi noktasında
geçerli olan hâkim sistem hâline gelememektedir.
Biyolojik
çeşitliliğin korunması, organik tarımın desteklenmesi gibi amaçlara hizmet eden
Navdanya, Hindistan’da bol miktarda tozlayıcılar kullanarak biyolojik
çeşitliliği koruyup karbon ve nitrojen miktarını aşağı çeken organik maddeyi
artırarak sağlıklı ürünler yetiştirmektedir. Bu süreçte yeryüzüyle ilgilenmek,
ona bakmak suretiyle iklim değişikliğine sebep olan, nitrojen ve karbon
döngülerindeki kopuklukları gideriyoruz.
Dizginler
Şirketlerin Elinde
Gezegenin
ve sağlığımızın olağanüstü hâl koşullarının eşiğinde olduğunu görmemiz
gerekiyor. Köylülerin geçim yolları, tehlike altında.
Sahte
gıda ürünleri, gıda ve hayat konusunda endüstri temelli modelin güçlenmesini
sağlayıp doğadaki ekolojik süreçlerin dışında yaşadığımız yanılsamasını
beslemek suretiyle, yaşanan çöküşü hızlandıracak. Bu model, ileride gıda
demokrasisini ortadan kaldıracak, gıda ürünleri ve sağlığımız konusunda tüm
dizginleri şirketlerin eline teslim edecek.
Gerçek
gıda ürünleri ise bize, yeryüzüyle ve insanlarla ilgili olan, onlara saygı
duyan gerçek çiftçilik aracılığıyla, yeryüzünü diriltme, sağlığımızı kazanma,
gıda ekonomilerini besleme, gıda kültürlerini çeşitlendirme konusunda bize bir
imkân sunuyor.
Yiyecekle
ilgili kültürümüzü ve bilincimizi sömürgecinin elinden ancak gerçek gıda
ürünleri ile kurtarabiliriz. İşte o noktada gıdanın canlı olduğu ve bize can
verdiği gerçeğini anımsarız. Hayatı cari kılan, ona değer katan şeydir gıda.
Umudumuz,
laboratuvarda üretilmiş sahte ürünler yemeyi esas alan çarpık ve hayatsız,
endüstriyelleştirilmiş, ileri teknoloji temelli sistemi uygulamakta değil,
dünya vatandaşlığı anlayışına, dünyaya ait olduğumuzu söyleyen görüşe geri
dönüp, dünyadaki hayat döngülerinin parçası hâline gelmekte, yani toprağı, gıda
ürünlerimizi ve bedenlerimizi yeniden yabanîleştirmektedir.
Vandana Şiva
24
Ocak 2020
Kaynak
Dipnot:
[1] George Monbiot, “Lab-Grown Food”, 8 Ocak 2020, Guardian.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder