Malthusçuluğun Artıkları
Lenin, 16 Haziran 1913 günü kaleme aldığı yazısında, bir hekimler kongresinden söz ediyor. Kongrede kürtajı savunan küçük burjuvaları eleştiren Lenin, bu kesimin çocuk sahibi olmak istemeyişini, onun gelecekten umudu kesmesine bağlıyor.
Yazı, temelde Neomaltusçuluk üzerinde
duruyor.[1] Bu akımın gerici niteliğini ifşa ediyor. Lenin, o yazıda “bu kirli
dünyaya çocuk getirmeem!” diyenleri eleştiriyor.
Aynı şekilde, Arnavutluk Emek Partisi MK üyesi Vito Kapo da dönemin feministlerini, “Yeni-Maltusçuluğun çöküntü hâlindeki teorilerinin sözcüleri” olarak nitelendiriyor ve eleştiri oklarını sömürünün kaynağını “çocuklar”da görenlere fırlatıyor.[2]
Bugün bu Maltusçuluk,
artıklarıyla birlikte güncelleniyor.
Hacettepe Enfeksiyon Hastalıkları Bilim Dalı Başkanı
Mehmet Ceyhan, pandemi ile birlikte sahneye çıkmış bir isim. Kimileri, onun
“Dünya Sağlık Örgütü Türkiye temsilcisi” olduğunu söylüyor. Hatta bir vakitler
öğrencisi olmuş arkadaşlar, onun bu kimliğini derslerde her fırsatta dile
getirdiğini söylüyorlar. Denilene göre DSÖ'yü finanse edense Bill Gates. Ama
ex-Birikim yazarı Fatih, Yaşlı pandemi sürecinin, yapılanların onunla
bir alakası olmadığını söylüyor. Partisiyle birlikte, emperyalizmin
ilerleyişine hizmet edeceğine dair sözler veriyor, tabii bu arada anti-emperyalizm
musluğunun başına oturmayı görev gereği ihmal etmiyor. Anti-emperyalizm,
fiiliyatta ve fikriyatta bir hat açmasın diye uğraşıyor.
Ceyhan, virüsün ilk görüldüğü günlerde, bilime olan
inancıyla, “Allah neden virüsleri yaratmış? Çünkü insanların belli bir sayının
üzerinde çoğalmaması gerekir. Yoksa insanlar yiyecek ekmek bulamaz” diyor.[3]
Ceyhan, bu görüşünü Malthus’a dayandırıyor. (Pandeminin ilk günlerinde
"Türk genine virüs bulaşmıyor" diyen aklı evvel doktor da
Maltusçuydu!)
Marx’ın Malthus’la ilgili tespiti ise şu yönde:
“Malthus’un
bilimsel vargıları, genel olarak egemen sınıflara, özelde bu sınıfların gerici
unsurlarına karşı ‘saygılıdır’; Başka bir ifadeyle, söz konusu vargılar bu
çıkarlar uğruna bilimi tahrif ederler.”[4]
Aynı Malthus’a göre yoksulluk doğal, aşılması gereken,
yoksullara ait bir suç. Bu tür teorik dayanaklar üzerinden İngiliz devleti, on
dokuzuncu yüzyılda yoksul evleri açıyor ve yoksulları “yoksulluk suçundan
caydırmaya çalışıyor.”
Bugüne uzanan hat dâhilinde Maltusçuluk artıkları,
dünya nüfusunun fazla olduğunu söyleyen egemenlere hizmet ediyorlar.
Maltusçuluk, burjuvazinin yoksullara karşı mücadelesinin bir parçası olarak
gündeme geliyor. Mehmet Ceyhan o nedenle bilim dalı başkanı ve pandemi
koordinatörü yapılıyor.
Salgın süreci, tam da bu bağlamda değerlendirilmeli. Ortalığa
salınan korku, salgından daha büyük. Böylesi bir süreçte bir yandan da
yoksulluk kriminalize ediliyor, bu sayede eşitsizlik meselesini ele alma
zorunluluğu ortadan kalkıyor.
Korku, kontrol faaliyetinin ruhu olarak, bilerek ve
kasten büyütülüyor. Bugün solun talimatı uyarınca hükümet, belirti
göstermeyenleri de listeye kaydediyor. Bunu en önce sol talep ediyor. Çeşitli
ülkelerde PCR testinin güvenilirliğinin tartışıldığı koşullarda, burada tek
ölçütü PCR olanlar, kapanma ve karantina öneriyorlar. Solun elindeki odalarla,
derneklerle, uluslararası tekellerin kontrolündeki kuruluşlarla kurdukları
bağlara güveniyorlar. O bağlarınsa halklarla, yoksullarla bir alakası
bulunmuyor. Mesleki ideolojiler, artık yoksula ve emekçiye karşı! O düşmanlıkla
varolabileceklerini, ancak o surette yaşamalarına izin verileceğini iyi
biliyorlar.
Pandeminin Perde Önü
Eskiden polis, gaz kapsüllerini kitleye atardı.
2013’le birlikte kişileri hedef alarak atmaya başladı. Bu, korkunun artmasına,
kitledeki çözülmenin hızlanmasına neden oldu. Zamanla eylemlere müdahale
konusunda askerî taktikler devreye sokuldu.
Pandemi süreci de askerî taktik ve strateji ile
birlikte yürütüldü. İlk başta kitle hedef alındı. “Maske önemsiz” dendi.
Ardından “maske korumuyor” diyenler çıktı. Sonrasında “maske lazım, ama sadece
hasta olanlar taksın” emri verildi. Her şey, askeri operasyon mantığı
ile yürütüldü.
Aslında bu lafların edilmesinin sebebi, gerekli maske
stoğunun olmamasıydı. En nihayetinde maske, her bireye zaruri kılındı. Birey,
kitleden kopartıldı. Dayanışma bilinci, tasfiye edildi. Korkunun büyütüldüğü
süreç, bizzat askeriye eliyle, askerî tedbirlerle birlikte işletildi. Sol, bu
tedbirlerin kabulü ve benimsenmesini sağlamak için kullanıldı.
Maske gibi ürünleri kendi sınırları dâhilinde
üretmeyen ABD, NATO üzerinden müttefiklerine talimat gönderdi. Ukrayna, Almanya
gibi ülkeler, kendi kıt stoklarını ABD’ye aktardılar. Hatta bir Amerikan
gemisi, korsanlık edip maske yüklü İtalyan gemisine el koydu. Kitleye saldırı,
küresel planda ordu eliyle örgütlendi. Türkiye, kendisine maske konusunda
iletilen talimatı, “biz büyük ülkeyiz, bakın ABD’ye maske yardımı yapıyoruz”
lafı ardına saklanarak, yerine getirdi. Getirmeye mecburdu.
Bu salgın sürecinde tek tek kişiler, önce topluma,
sonra kendilerine düşman edildiler. Kalabalıklardan sonra bireyin kendisi
tehdit olarak gösterildi. İnternet âleminde “yüze dokunma”nın psikolojisine
dair videolar yayıldı. İnfluencer denilen kişiler istihdam edildi. Artık
ellerimiz bile bize düşmandı. Luppocu kitle, tek tek bireylere düşman unsurmuş
gibi gösterildi. Yüzler silindi, geriye devlete ait veriler kaldı.
Şimdi ise bu paranoyanın etkilerini hafifletmek için “yalnızlık
şiddet üretir” diyen diziler çekiyorlar. Bu ülkede devletin icazeti ve izni
olmadan dizi bile çekilemiyor. Senaristler, yoksulların zenginlere karşı zafer
kazandıkları hikâyeler yazdıklarıyla övünüyorlar. “Sınıfsal çatışmanın işe
yarayan bir şey olduğunu”, güya yoksulun zengine kafa tuttuğu sahneler
yarattıklarını söylüyorlar.[5] Oysa bu fikir bile devletin! Çünkü yoksulun TV
başında oyalanması gerekiyor. Pandeminin perde önünde kitleler, korkuyla teslim
alınıyorlar. Küçük burjuvalar, hayatta kalacaklar listesine girebilmek için o
kitlelere küfretmeyi öğreniyorlar, bunu iş belliyorlar.
Pandeminin Perde Arkası
Malthus, “aç yoksullar ölsün” diyen bir isim. Bugün Extinction
Rebellion gibi örgütler, bu fikri savunuyorlar. Dünya Yaban Hayatı Fonu,
çektiği filmde bundan başka bir şey söylemiyor.[6] Zenginler, suçu günahı
kalabalık yoksulların sırtına yüklüyorlar. Ekofaşizm, tam da bu noktada gündeme
geliyor. Özünde bugün pandemi sürecini, Nazilerin ekoloji ve hıfzıssıhha
anlayışı yönetiyor.
Türkiye’de pandemi süreci de “dünyada çok fazla insan
var” diyen birinin idaresi altında. Bir yandan “gebersin bu yoksullar!”
diyorlar, bir yandan sürü bağışıklığı talep ediyorlar. Oysa “bu dibine kadar
eşitsiz dünyada kapitalizmin, şirketlerin-devletlerin, sömürgecilerin ve
emperyalistlerin günahlarına bakmayı hatırlatmak” gerekiyor.[7] Zira perde
arkasını sorgulayanlara yönelik düşmanlık, giderek güçleniyor.
İlk virüs haberleri geldiğinde, önce umreciler düşman
edildi, ardından sıra Almancılara geldi. Onları 65 yaş üstü insanlar izledi.
Şimdi bir de kim oldukları bilinmeyen “süper bulaştırıcılar” çıktı. 11 Eylül
sonrası gündeme gelen terörle mücadele konsepti, pandemi döneminde de
kullanıldı. Her şey, askerî operasyon mantığı uyarınca yönetildi.
Bu mantık uyarınca pandemi sürecini yönetenler, bahsi
edilen kesimleri tabii ki solcuların Twitter faaliyetini de kendilerine
örgütlediler. O solcular, umacı ilân edilen kesimlerin “terörist”
gösterilmesine dönük faaliyetin parçası hâline geldiler.
Ölüm haberleri arttıkça küçük burjuva kesim,
“ölümlerin en çok yoksul semtlerde görüldüğü”ne dair dedikodu ve tezvirat
üretti. Yoksulluk, hastalık kaynağıydı. Ama yoksulluğun sebebi değil, yoksullar
yok edilmeliydi. Bu koşullarda “ölün ki insan genomu arınsın, temizlensin”
diyen solcular kapladı ortalığı.
Sol, belirli çıkar mekanizmalarından istifade etmek
için yoksulla, emekçiyle bağını koparttı. Sınıfları görmez oldu, görmediği yere
çekildi. Geçmişten arındı, yüceldi. AKP, bu arınmanın, yücelmenin bahanesi
olarak iş gördü.
“Dünya nüfusu 500 milyon olsun” diyenler, o toplamın
içinde olacaklarına eminler. Teori ve pratiği, bu beklenti ve ümit
biçimlendiriyor. Yoksulların orada olamayacağı bilindiği için, teori ve pratik
de buna göre mayalanıyor.
Eşitsizlik ve sömürü, bir mesele olmaktan çıkıyor. Sınıfsız-sınırsız
kaynaşmış 500 milyonluk kütle, herkesin olmak istediği yer olarak
parlatılıyor. Tüm teori ve akıl, o kütle tasavvuru üzerine inşa ediliyor. Sol,
burjuvanın aydınlandığı anla ilişki kurduğu, o anı “mutlak devrim” sandığı
için, teslimiyet içerisinde. Bu sebeple sol, “kaynaşmış kitle”nin burjuvaziyi
ifade ettiğini biliyor ve gerçeği gizlemek için uğraşıyor. Ona verilen görev
bu. Sol, her fırsatta burjuvazinin gemisine biniyor. Türkiye’yi kurduğu söylenen
sınıfsız-sınırsız kaynaşmış 10 milyonluk kütle, sola o gemiye binme
emrini veriyor.
Solun Rolü
Bugün feminizm, veganizm ve LGBT, bahsi edilen
Maltusçulukla, ekofaşizmle ve büyük reset (sıfırlama) fikriyle birlikte
gündeme geliyor.[8] “Dünya nüfusu 500 milyona düşsün” diyenler, kendilerini
korumak adına, bu tür ideolojileri pompalıyorlar. Hem kitlesel başkaldırıların
önünü alıyorlar, hem de kitlenin varlığını geçersiz kılıyorlar.
Tekellerin troykasını teşkil eden bu üç ideolojik
yönelim, yüksek duvarlı, yüksek güvenlikli zengin mahallelerin ve kentlerin
zırhı olarak iş görüyor. Sanılanın aksine, aile değil, özel bireysel oluşlar ve
faaliyetler yüceltiliyor. “Paydaş kapitalizmi” diye önerdikleri, dördüncü
sanayi devrimi ile cisimleşecek düzenden en fazla, “yenilikçilerin,
yatırımcıların ve hissedarların yararlanacağından” bahsediliyor.[9] Önerdikleri
düzen ise öjeni ve Maltusçuluk üzerine kurulu.[10] Bugün CHP, AKP, HDP, bu
ekonomi politiğin emirlerine uygun adımlar atıyor, sözler sarf ediyor.
Davosçu liderler, bu pandemiyi 11 Eylül gibi
momentlere benzetiyorlar. Bir yandan da 11 Eylül sonrası istihbaratın ve
askeriyenin aldığı tedbirlere benzer tedbirler alınıyor, benzer yöntemler
kullanılıyor. Kriz koşullarında oluşan panikten istifade etmek istiyorlar. 11
Eylül’le hayata sızan dronlar, kudretli bir yere sahip oluyorlar. Otomasyon ve
robotlaşma sürecini hızlandırıyorlar.
Bu süreçte 500 milyon içinde yer alacaklarından emin
olan küçük burjuvalar, sola format atıyorlar, onu belirli bir algoritmaya tabi
kılıyorlar. Davos katılımcılarının yaptığı bir tespitte söylendiği üzere,
“Davos, milyarderlerin milyonerlere orta sınıfın neler düşündüğünü, neler
hissettiğini anlatıp durduğu yer.”[11] İşte bugün sol siyaseti, o anlatılanlar
biçimlendiriyor.
Dolayısıyla, aslında bugün “yürüyen madencilere destek
verelim” diyen solcuların tamamı, yalan söylüyor. Çünkü onlar, daha dün “iki
bildiri dağıtmakla, iki işçi örgütlemekle nereye varacaksınız, buraya,
Rojava’ya gelin” diyorlardı. İşçi çalışmalarını baltalıyorlardı. Bugünse ilk
fırsatta popüler olanın arkasına saklanıyorlar. Dün “devlet pandemi sürecini
iyi yönetiyor” diyenler, “bakanlık ölümleri açıklamıyor, yalan söylüyor”
açıklaması yapıyorlar. Bu küçük burjuva yalanlarına kanmamak gerekiyor.
Halk Sağlığı
“Feministler, genelde gebelikten korunma pratiklerini
ve kürtajı, kadınları sağlıklı kılma ve özgürleştirme yolu olarak
destekliyorlar.”[12] Bu destek, türün arınıklığı ve öjeni pratikleri dâhilinde
anlam kazanıyor. “Nüfus 500 milyon olsun”cular, solu doğal olarak
feministleştiriyorlar. Bugünkü feminizmin altmışlardaki kadın hareketiyle bir
alakası yok. Biden, Pentagon’un başına kadın getirecek diye sevinen bu
feminizm[13], fazla tekelci! Bu tür fikirlerle kuşanmış birinin halk sağlığını
mesele olarak görmesi ise asla mümkün değil.
“Grip
gibi hastalıklarla mücadelenin, ayrıca kalbimizi, akciğerimizi, karaciğerimizi
ve beynimizi korumanın yegâne etkili yolu, bağışıklık sistemimizin
güçlendirilmesi.”[14]
Solun başkalaştığı süreçte sağlık meselesi de
bireyselleştiriliyor. O, kişinin özel imkânları ve özel dünyası ile tanımlı bir
şeymiş gibi takdim ediliyor. Virüs sayesinde herkes, müşterek bedene düşman
kılınıyor. Beden, metalaştırılıyor.
Hitler döneminin uygulaması olarak dezenfeksiyon
üzerinden ihtiyacımız olan bakteriler ve virüsler toptan öldürülüyor. Bugün
“Covid’le ölmeyelim” diye her tür bakteri ve virüs yok ediliyor, böylelikle
ilerideki ölümlerin sayısı artırılıyor. Çocuklara dayatılan maske, sosyal
mesafe ve izolasyon, onların bağışıklık sistemlerini mahvediyor. Kimse,
bağışıklık sistemini güçlendirmeye dönük halk sağlığı temelli öneriler ve
uygulamalar üzerinde durmuyor. Çünkü yoksul halk, kimsenin umurunda değil.
Din hâline getirilen tıp[15], ticarete ve sermaye
akışına teslim oluyor. Büyük ilâç şirketleri, kulaklara kendi ideolojisini
fısıldıyorlar. Başka bir örnek olarak: Yirmi yıldır dağların yağmaya açılmasını
sağlayan yasalara ve politikalara ses etmeyen maden mühendisleri odası
solcuları, bugün “halktan yana madencilik”ten söz ediyorlar. Sol, bu süreçte
yoksuldan, ezilenden, emekçiden kopmanın kendisine kattığı kısa günün kârıyla
avunuyor. Bu arınık ve izole hal, buna uygun düşüncelere sevk ediyor.
Solun Yelkenleri
Birinci sanayi devriminin Faydacıları-Bentamcıları,
dördüncü devrime yoksul düşmanlığını öğretiyorlar. Silikon Vadisi ideolojisini
kimi solcular, tam da bu sebeple, devrimci bir ideoloji zannediyorlar. Solun,
onların rahlesi önünde diz çöktüğü görülüyor.
Gıda, aile ve cinsiyetle ilgili tartışmalar, özel
bireylerin özel çıkarları bağlamında yürütülüyor. Kitlelerin, milyonların derdi
üzerinde durulmuyor. Gelecekten ve kavgadan ümidini kesenler, solun
yelkenlerini efendilerin rüzgârıyla şişiriyorlar.
Faydacılar, olguların, gerçeklerin kontrol edilmesi
ile iktidarı tesis edeceklerini düşünüyorlar. Liberal bir proje olarak,
yoksulları kontrol etmeyi amaç edinen Yoksullar Yasası’nın “anlamsız ve
tutarsız” olduğunu söylüyorlar.[16] Yardım çalışmalarının insanların çalışma
isteğini ortadan kaldıracağını iddia ediyorlar.
Bugünse teknolojik ilerleme ile işsiz ve atıl kitlenin
giderek büyüyeceği, bu kitlenin kentlerde yol açacağı sorunlar üzerinde
duruluyor. Solun, bu kitlenin kontrol altında tutulması, gerektiğinde
etkisizleştirilmesi için gerekli bir araca dönüştürüldüğü görülmeli.
Pandemi sürecinde devlete sufle veren, ona paniğin
yaygınlaştırılması, kitlelerin manipülasyonu konusunda yardım eden solun,
tekellerin yönelimleri bağlamında tartışılması şart. Pandemi süreci, ideolojik
ve politik açıdan önemli bir turnusol işlevi görüyor. Sol, burjuva siyasete
teslim olup hükümete bu konuda akıl vereceğine, biriken öfkeyi örgütlemeyi göze
alabilmeli. Tabii o göz hâlâ varsa!
Eren Balkır
21 Ekim 2020
Dipnotlar:
[1] V. I. Lenin, “The Working Class and NeoMalthusianism”, 16 Haziran 1913, MIA. Türkçesi: İştiraki.
[2] Vito Kapo, “Kadın Ancak Özgür Bir Toplumda Özgür
Yaşayabilir”, Mayıs/Haziran 1975, AÇ.
[3] Özlem Akarsu Çelik, “Prof. Dr. Mehmet Ceyhan”, 26
Mart 2020, Duvar.
[4] K. Marx ve F. Engels, Nüfus Sorunu ve Malthus,
Sol Yay., Çev. Oya Yaylalı, 1978, s. 157.
[5] Filiz Gazi, “Yoksulun Zengine Kafa”, 6 Ekim 2020, Duvar.
[6] Stephen Corry, “The Big Green Lie”, 26 Haziran
2020, Counterpunch.
[7] Sherronda J. Brown, “Eko-faşistlik Etmeyin”, 27
Mart 2020, İştiraki.
[8] Eren Balkır, “Cabrón”, 12 Haziran 2019, İştiraki.
[9] Klaus Schwab, The Fourth Industrial Revolution,
WEF, 2016, s. 16.
[10] “Klaus Schwab and His Great Fascist Reset”, 5
Ekim 2020, WO.
[11] Dan Freed, “Davos Billionaires”, 24 Şubat 2016, Reuters.
[12] Jacob Levich, “Aşırı Nüfus Efsanesi”, 12 Nisan
2019, İştiraki.
[13] Caitlin Johnstone, “This Isn’t Feminism”, 15
Kasım 2020, Medium.
[14] Torsten Engelbrecht ve Claus Köhnlein, Virus
Mania, 2007, Trafford Pub., s. 261.
[15] Giorgio Agamben, “Bir Din Olarak Tıp”, 2 Mayıs
2020, İştiraki.
[16] Theodore Roszak, The Cult of Information: A Neo-Luddite Treatise on High Tech, Artificial Intelligence, and the True Art of Thinking, University of California Press, İkinci Baskı 1994, s. 159.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder