[…]
Bir
de o müsellah olduğunu kabul ettiğimiz haydutların başları pek boş değil.
Korktukları tehlikeler var. Biz zaruri olan müdafaa-i hayat vazifesinde biraz
daha sebat edecek olursak emin olunuz ki cehennem olup gidecekler. Galiba
maksat anlaşılmadı. Biraz izah edelim.
Kuvvetlerinin,
kudretlerinin pek büyük olduğunu bildiğimiz düşmanlarımızın önünde bugün iki
müthiş tehlike var: Biri onların kendi ta’biri veçhile İslâm tehlikesi, diğeri
komünistlik tehlikesi! İslâm tehlikesini herifler çoktan beri hesaba almışlardı
da ona göre ellerinden gelen tedbiri tatbikten geri durmamışlardı. Lâkin altı
yedi seneden beri devam eden bu harp birçok hesapları alt üst etti. Birçok
tahminler yanlış çıktı. Bugün düşmanlar, artık müstemlekelerindeki insanlardan
eskisi gibi emin olamıyorlar. Beşeriyetin gözü açıldı. Mahkûm milletler,
kendilerinin hâkim milletler elinde ne büyük bir kuvvet olduğunu bu sefer
gözleriyle gördüler. Kanlarını, canlarını kimlerin hesabına döktüklerini
anladılar. Harbin her türlü safahatında bulundular. Hücum nedir, müdafaa nasıl
olur? En son icad olunmuş silâhlar, bombalar nasıl kullanılır? Hepsini bilfiil
öğrendiler. Hele tahakkümleri, esaretleri altında yaşadıkları Avrupalıların
kendilerini harbe sürüklerken verdikleri vaadlerin hiçbirinin aslı faslı
olmadığına, bu gidişle kıyamete kadar kendileri için hürriyet, refah, rahat
yüzü görmek nasip olamayacağına iyice yakîn hâsıl ettiler. Bugün cihan eski
cihan değil. Hele Asya hiç o bildiğimiz hâlde bulunmuyor. Bilumum şarkta,
bilhassa müslümanlarda büyük bir intibah, bir uyanıklık mevcut. Asya’nın şimal
kısmında yaşayan dindaşlarımız, kâmilen denilecek derecede müsellah, mütebakisi
de bir taraftan silahlanıyor, fikirler gittikçe değişiyor. İstiklâl sevdaları
her yerde uyanıyor. İşte bütün bu hareketler, İslâm tehlikesi namı altında
toplanarak düşmanlarımızı titretiyor.
İkinci
tehlikeye gelince: Komünistlik denilen bu hareket, Avrupa'nın doğrudan doğruya
kalbine çevrilmiş bir silâhtır. Senelerden beri sosyalistlik namı altında için
için kaynayarak Avrupa hükümetlerini ürkütüp duran bu hareket, bugün artık
yanardağlar gibi alevler saçmaya başladı. Bu yangının kıvılcımları Paris,
Londra, Roma ufuklarına dağılır, oralarda yer yer yangınlar çıkarır oldu. Çünkü
hükümetleri ne kadar uğraşsa, ne kadar çabalasa buna karşı gelemiyor. Zaten
böyle bir yangın için Avrupa'nın her tarafında istidad vardı, hazırlık vardı.
Sermaye sahipleriyle amele arasındaki gerginlik, son senelerde, bilhassa bu
muharebe esnasında son dereceyi bulmuştu. Ruslar ön ayak olarak çarı, çarlığı,
asilzadelerin bitmez tükenmez imtiyazlarını, servetlerini, sâmânlarını, hâk ile
yeksan edince, Avrupa’daki sosyalistler de ayaklanmaya azmetti. Bu adamlar
diyor ki:
“Bu harp, bu yedi seneden
beri devam eden âfet kırk, elli milyon beşerin doğrudan doğruya harp
meydanlarında helâkine sebep oldu. Bir o kadar insanı da bu sönen hayatların
arkasından bikes, perişan bir hâlde bıraktı, manevî bir ölüme mahkûm etti.
Netice ne oldu? Birkaç zalim hükümet istibdadını artırdı. Milyarlarca servet
sahibi birkaç muhtekirin hâzinelerini, kasalarını doldurdu. Fukara tabakasının,
işçi tabakasının sefaletini artık tahammül edilmeyecek derecelere getirdi.
Ahlâk namına, hayâ namına, ırz namına, haysiyet namına, insaf namına bir şey
bırakmadı. Hepsini sildi süpürdü. Kimsenin kimseye emniyeti, itimadı kalmadı.
Âlemi beşeriyet, her türlü insanlık duygularından sıyrılarak yırtıcı hayvanlar
derekesine indi. O hâlde biz, kimin için çarpışmış, hangi gayeye hizmet etmiş
olduk? Bununla beraber sulh şeraiti diye ortaya atılan hezeyannameleri bundan
böyle milletlere asla rahat huzur temin etmeyecektir. Bilâkis bunların
aralarındaki ihtilâfları, husumetleri, rekabetleri, kinleri, intikam hislerini
büsbütün körükleyecektir. Artık beşeriyet buna tahammül edemez. Artık sefil
mahiyetleri bütün çıplaklığı ile meydana çıkan bütün bu teşkilâtı, bütün bu
müessesatı yıkmalı, yerine yenilerini koymalıdır...”
İşte
bunların mülâhazaları aşağı yukarı bu merkezdedir. Garbin ukalası, hükeması
çoktan beri böyle bir akıbetin zuhurunu bekliyorlardı. Dışı gözlere pek parlak
görünen medeniyeti haziranın içinden çürümeye yüz tuttuğunu, günün birinde
paldır küldür yıkılacağını söyleyip duruyorlardı. Benim bu kürsüden söyleyecek
bir sözüm varsa, o da garp medeniyeti dediğimiz o rezil âlemin bir an evvel hâk
ile yeksan olmasını temenniden ibarettir.
Ey
cemaati müslimin! Sakın bu sözlerimden benim ilim düşmanı, maarif düşmanı,
terakki düşmanı olduğuma zahip olmayınız. Benim bütün insanlar hesabına,
bilhassa dindaşlarım namına istediğim bir medeniyet varsa, o da her manasile
pek yüksek, namuslu, vekarlı bir medeniyettir, yani bir medeniyeti fazıladır.
Garp medeniyeti maddiyattaki terakkisini maneviyyat sahasında kat’iyyen
gösteremedi. Bilakis o ciheti büsbütün ihmâl etti. Hayır ihmâl etmedi; bile
bile payımâl etti. Avrupalıların ne mal olduklarını anlayamayanlar, zannederim
ki bu sefer artık gözlerde görerek hatalarını tashih etmişlerdir.
Avrupa
hükümetlerini titreten komünizm tehlikesi de budur. Bütün sömürgeci devletler,
bu tehlike karşısında şaşırdılar ve gittikçe şaşkınlıkları artacaktır...
[…]
Mehmet Âkif Ersoy
19 Kasım 1920
Kastamonu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder