Cemin özünde, Kerbela’ya yas duruyor. Yüzlerce yıl
Kerbela’yı bayrak yapan ezilen halk kitleleri, Hüseyin’de temsil olunan adalet
kavgasına, canlarıyla iştirak ediyorlar. Dolayısıyla mesele, Tayyip Erdoğan’ın
dediği gibi, “Ali’yi sevmek Alevîlikse, ben Alevîyim” değil. Çünkü Alevîlik,
bir açıdan, Hüseyin’e ağlayabilmektir. O gözyaşı ise öfkelidir.
Bu bağlamda, bugün Türkiye’de Alevî yoktur,
kalmamıştır. Çünkü Hüseyin, “gerici yobaz”ın tekidir. Artık “Ali’ye
örgütlenmiş, onun yoluna ait olan” anlamında Alevî yoktur, Alevciler, hatta son
şişirilen diziye atfen, Alefçiler vardır. Alef dizisiyle “özgür kadın”
diye yüceltilen bir fahişenin dizisinin (Çıplak) aynı kanalda
yayınlanması tesadüf değildir.
Artık Alevî değil, Alefçilik ve Alevcilik vardır.
Alefçiliğin/Alevciliğin aklı ve pratiği, tıpkı otuzlarda türküleri yasaklayan
devlet gibi, Ali’yi, Hüseyin’i, yedi ulu ozanı, duaz-ı imamları, deyişleri,
cemi yasaklamak derdindedir. Otuzlardaki ataları gibi, bunların türkülere
pranga vurmalarına az kalmıştır. Daha baştan, “Alevî” kelimesinden Ali’yi
kovmuşlardır. Onun “Alev” kelimesinden geldiği iddiasındadırlar. Sivas'ta o
otel, biraz da bu tür saçma laflar yaygınlaşsın diye yakılmıştır.
Yakanlar, yürütülen operasyonun ardından yurtdışına
kaçmış, Polonya’da yakalanmış, ama nedense Alman istihbaratı tarafından alınan
bu kişiler, iade edilmemişlerdir. Bir biçimde 2 Temmuz katliamında parmağı olan
Alman devleti, başka araçlarla, başka türden bir Alevciliği, ideolojik ve
politik düzlemde üretmek için uğraşmıştır. Devletin Alevîliği asimile etme
süreci, farklı boyutlarda işlemiştir.
Yandaki fotoğraf, 6 Kasım 1993 günü Gazi ve Okmeydanı
halkının gerçekleştirdiği Sivas katliamını protesto eylemine aittir. Sol,
devletin katliam sonrası yürüttüğü asimilasyon pratiğinin önemli bir bileşeni olarak,
uygulanan “kentsel dönüşüm”ün, nezihleştirme projesinin ideolojik kılıfı olmayı
içine sindirmiştir. O proje, o kitleyi un ufak etmiştir. Özel olduğunu sanan,
özel olana seslenen, özel'liklerini din hâline getiren solcular, bu dağılmadan
pay almak istemişlerdir. Ortaya çıkan eser, biraz da onlarındır.
* * *
Şiilik tarihinde bir ayete atfen, bir nurdan
bahsedilir. O ayette geçen “kandil” Muhammed; içindeki “ışık”sa Ali olarak
yorumlanır. Ali, konuşan Kur’an’dır. Artık Kur’an yırtılmış, Ali’nin dili
kesilmiştir. Kişilerin çıkarlarını aşan kolektif değerler, bir bir tasfiye
edilmiştir. Devletlerin ve istihbaratların emri bu yöndedir.
Otuzlarda Bektaşiliği “sapık tarikat” diye derdest
eden, hakkında kitaplar yazdıran, babaların, dedelerin sakalını kesen devlet,
bugün kendi cemini kurmuş, o ceme örgütlediği isimlere dine küfretmeyi
öğretmektedir. Bizim solcularımız, geçmişte kafatası ölçen ırkçı ataları gibi,
Allah’ın “Arap tanrısı”, Muhammed’in “sapık gerici bir bedevi”, Ali’nin “katil
bir yobaz”, Hatayî’nin “işgalci” olduğunu söylemektedirler. Bunları söylerken,
ırkçı olduklarını göremeyecek bir yerde durmaktadırlar.
Misal, Emekçi'nin ağzından çıkan “İki Ali vardır,
sizinki Arap” cümlesi ırkçıdır, bu şarkının ne zaman bestelendiği
sorgulanmalıdır. Arap olmasını önemseyip bu hâli aşağılık gören kişi,
kendisindeki ırkçılığı idrak etmeye, Arap’tan tiksinmeyi ve nefret etmeyi
kimlerin emrettiğini görmeye mecburdur.
* * *
Bugün göz ve izan, devletin cemine tabidir.
Alevîlikteki 12 hizmet laikleştirilmiş, devlete hizmete bağlanmıştır. Bugün
Alevciler, kapıdaki gözcü, içerideki süpürgeci, posttaki zakirdir. Alevciler,
devleti koruma görevini kendisine verenlerin emirlerine uymaya mecburdurlar,
varlık sebepleri budur. Çünkü onlara göre siyaset, ancak devletle ve sermayeyle
icra edilecek bir faaliyettir.
Bu Alevcilerin bir sitesinde “güruh-u naci” kavramı
izah edilir. Bir iki bildiği türkü üzerinden bu kavrama aşina olan bu kişiler,
o türkülerde, deyişlerde geçen “Naci” ve “Naciye” kelimelerini izaha
kalkışırlar. Onlara göre, Naci ve Naciye diye iki kişi vardır, Alevîler de bu
insanların soyundan gelmektedirler. Oysa mesele, dinî boyutu olan bir
mücadelenin parçası olmakla ilgilidir; bu anlamda “Naci” necatı, yani kurtuluşu
ifade eder. Dolayısıyla Naci isminde bir kişinin soyundan geldiğini düşünen,
meseleyi kendince laikleştirdiğini sanan bu kişiler, meselenin boyutunu,
bağlamını, bağlarını, anlamını yok etmektedirler. Bu kişilerin kurtuluş
mücadelesi vermeleri, bu mücadeleye örgütlenmeleri, mümkün değildir. Onlar, bu
kurtuluş mücadelesinin kurban edildiği sunaktırlar. O sunaksa devlete aittir.
* * *
Alevîliğin altı çizilen farklı yanları, diyelim ki
namaz kılmama meselesi bile, dinîdir. Belirli dönemlerde belirli coğrafyalarda
belirli iktidarlar tesis edilmiş, buralarda kurtuluşun gerçekleştiği, bir araç
olarak şeriata artık gerek kalmadığı ilân edilmiştir. Alevîlik, o yolun
refikidir. Onun namaz kılmaması bile dinî bir pratiktir. O nedenle bir Alevî, “benim
namazım kılınmış, orucum tutulmuş” der. O kılana ve tutana saygı duyar, ona
bağlılığını ikrar eder. İbadetlere küfretmez, aksine değerli görüp, kendi
kurtuluş kavgasını önde tutar. Sünni faaliyetin “İslam benim” lafının Fuat
Köprülü gibi önemli devlet adamları üzerinden Alevîlere ezberletilmesi,
yanlıştır.
Bugün Alevcilerin işi gücü küfretmektir, çünkü
kurtuluş kavgasından muaf ve azadedirler. Alevîlik, onlar için mevzi değil,
mevkidir. Tecimseldir, para kaynağıdır. Onlar, kendi ateistliklerine ve
laikliklerine Alevî maskesi takma gayretindedirler. Devlet, bu isimler eliyle,
Alevîliği kendi dişine uygun bir tanıma kavuşturmaktadır. Alevcilerde nur,
laikleşip ışık olmuştur. O ışıksa batıdan doğmaktadır. Batı’ya yaranmak, onun
istihbaratına, kurullarına, sermayesine kul köle olmak için buraya küfretmek
gerekmektedir. Alevciler o küfrün eseridirler.
* * *
Laiklik meselesini bireylerin devası olarak sunan
devlettir, çünkü laiklik, asıl devletle alakalıdır. Kurtuluştan, mücadeleden,
kavgadan, kitlelerin isyanından azade bir yere sığınabilmek, varlığını
sürdürebilmek için devlet, laikliğe muhtaçtır. O, ancak kendisiyle
varolabileceğine, yaşayabileceğine inanan bir kitleye mecburdur. Alevîler,
böylesi bir kitle olmakla övünmekten artık vazgeçmelidir. Varlığını Ali ve
Hüseyin’in yolu yerine sermaye ve devletin yoluna bağlamak, Alevîlik değil,
Alevciliktir.
Bireyleri laiklik üzerinden kendisine ikna eden
devlet, tüm kavramları, anlayışları, dilleri, söylemleri, pratikleri
laikleştirerek ilerler. Başyücelik makamı, sadece ona ait olmalıdır. Bu anlamda
Şiilik tarihi boyunca görülen nur anlayışı, yerini ışığa ve aleve bırakmalı,
maddi çıkara doğru kapatılmalıdır. Oysa aynı tarihte ne zaman kitleler
yoksulluğa, eşitsizliğe, zulme ve adaletsizliğe başkaldırsalar, yüzlerini
imamlar kervanına, orada gördüğü nura çevirmişlerdir. Başkaldırmıyorsa bir
imam, mehdi olma vasfını da yitirir, “suretindeki nur”, söner. Her şey gibi o
nur da müşterek kavgaya dairdir. Devlet ve sermayenin o nura her daim düşman
olduğunu görmek gerekmektedir.
Devletlerin bu nura düşman olması, doğaldır.
Alevciler, bu düşmanlığa ortaktırlar. Çünkü devlet kendisini bireylerde
örgütler. Alef ve Bozkır gibi küçük burjuvaya halkına küfretmeyi
öğreten dizilerin alt metninde, genelkurmay, kendisini hemen hissettirir.
Bunlar, devletin sipariş ettiği işlerdir.
* * *
Alevîlik, Sünni dışı olanla tanımlandığı ölçüde, kavga
alanından kaçırılır. Bunu talep eden, o genelkurmaydır. Alef dizisinde
Mücadele suresindeki ayete atıf, alay etmek için dillendirilir. Buna göre
Kur’an, Allah kelamı olamaz, çünkü Muhammed’in özel işlerinden bahsetmektedir.
Surenin adının neden “mücadele” olduğunu sormayan zihniyet, müşterek mücadeleye
değil, bireylere bakar, kendi bireyliğinin görülmesini ister, meseleyi
şahsileştirip tüketmek için uğraşır, özel bireylere seslenerek, “size yakışan
yüce ilaha bağlanın” der. Bu şahsileştirme işlemi, devletin başvurduğu eski bir
numaradır. Devlet, düşman kabul ettiği ideolojileri, şahsa kapatıp çöpe atmaya
çalışır. Kişilerin kendilerini zamansal-mekânsal açıdan aşan kavgalara
girmesini istemez. Ezilenlerin zamanı ve mekânı, ezenler adına
laikleştirilmeli, zararsızlaştırılmalıdır. Yezid, görünmemek, zarar görmemek
için Alevîliği tarihten silmektedir.
* * *
Sonuçta bugün Alevciler de Alefçiler de Madımak’ı
ateşe verenlerin hizmetindedirler. Başka bir hat da Kürt coğrafyasında
açılmaktadır. Etimesgut’ta bir genç, ezan okunduğu esnada yüksek sesle müzik
dinleyenlerle kavga eder ve o kavgada öldürülür. HDP, hemen müdahale eder, bir
tezvirat piyasaya sürülür ve bu gencin Kürtçe müzik dinlediği için öldürüldüğü
söylenir. Burada örtük olarak, artık bir “Kürt genci ezan için ölemez,
ölmemeli” denmektedir. Yeni doğan çocuğun kulağına mırıldanılan ezan
silinmelidir.
Aynı şekilde, devlet cemi de örtük olarak, “kimse
Hüseyin için ağlayamaz, ağlamamalı” lafını herkesin kulağını fısıldar. Tarih
boyu zulme ve yoksulluğa karşı mücadelenin hep yüzünü çevirdiği baş, Hüseyin’in
kesik başıdır. Devlete göre o baş, artık gömülmelidir.
Devletin cemine karşı kavga cemi kurulamamış, devrimci
hareket, kendisini halka 12 hizmet üzerinden örgütleyememiş, o hizmetten hiçbir
şey öğrenememiştir. Sonuçta da devlet ceminin pirine, dedesine, rehberine ve
gözcüsüne teslim olmuştur.
* * *
Madımak’ta katledilen Muhlis Akarsu, bir türküsünde,
“Bir mürşide bağlamazsan özünü, Hakkın huzurunda varolamazsın” der. Bugün
Alevciler özsüzdür, mürşidsizdir, aslında yokturlar. Bir başka türküsünde,
“Pazarlık edelim Alim seninle, iki cihan senin olsun sen benim” der. Alevciler
Ali’sizdir. Bir türküsünde ise Akarsu, “Yokluk beni mecbur etti, gurbeti ben mi
yarattım” diye derdini döker. Alevcileri ise gurbet yaratmıştır ve
varlıklıdırlar.
Çünkü devlet, seksenden sonra Avrupa’ya gitmiş
solcularına, onları Alevî örgütleri üzerinden, resmî siyaset alanına kabul
edeceğine dair bir mesaj göndermiştir. TKP’nin bir kolu, bu sebeple Alevî
çalışması yürütmüştür. Avrupa fonları, istihbarat kurumları, Türkiye
bağlantıları, SHP-CHP içi koltuk kavgaları, Alevci kolundan tutulan solun
düzene bağlandığı yerlerdir. Alevcilik denilen kimlik siyaseti, yüksek
siyasetin, devlet pratiğinin kapısına bağlanmak demektir.
Madımak, başka bir düzleme geçişte kurulan sunaktır.
Bugün herkes onu yakanların safındadır, medeti Ali’den ve Hüseyin’den değil,
onlardan ummaktadır. Ait değil, sahiptirler. Aidiyeti katletmeye mecburdurlar.
Hüseyin’e de Madımak’a da ağlamak artık yasaktır. 2 Temmuz, bir devlet
operasyonu olarak, Alevîleri esir almış, onlarda tecessüm eden tarihsel kavgaya
diz çöktürmüştür.
Eren Balkır
2 Temmuz 2020
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder