Pages

24 Mayıs 2020

Virüs Bir Ayna


Byung-Chul Han Söyleşisi

Carmen Sigüenza ve Esther Rebollo

12 Mayıs 2020

 

“Sanki sürekli bir savaş durumunda yaşıyormuşuz gibi, sağ kalmak denilen mesele, gerçekliğimizin nihai temeli hâline geldi.”

Güney Koreli felsefeci Byung-Chul Han verdiği mülâkata, virüs salgını sonrası dünyayı şu şekilde gördüğünü söylüyor: “Toplum giderek iyi yaşama dair tüm duygularını yitirmiş, hazzın sağlığa feda edildiği, sağ kalma iradesi üzerine kurulu bir topluma dönüşüyor.”

1959’da Seul’da dünyaya gelen Han, şuan yaşadığı Almanya’da felsefe, edebiyat ve teoloji eğitimi aldı. Kendisi, aşırı şeffaflaşmanın ve aşırı tüketimin hâkim olduğu modern toplumu kaçınılmaz olarak tükenişe sürükleyecek bilgi ve pozitiflik konusundaki fazlalığı eleştiren önemli isimlerden.

Koreli felsefeci bu mülâkatında, gözetleme pratikleri üzerine kurulu rejimlerin ve biyopolitik karantinaların koronavirüs eliyle dayatılması, özgürlüklerin azaltılması, hazzın son bulması, kitlesel bir histeri ve korku ortamında insanlığın yitip gitmesi ile ilgili endişelerini aktarıyor.

Küreselleşmenin ana ilkesinin kârı artırmak olduğuna, sermayenin insan sevmediğine, virüsün sırdaki toplumsal farklılıkları açığa çıkarttığına işaret eden Han, bir yandan da “ölümün demokratik olmadığından” dem vuruyor. Ona göre “salgın zirve noktasına ulaştığı vakit, ABD ve Avrupa’da birçok insanın hayatına mal olacak.”

Byung-Chul Han, kendinden emin bir ifadeyle, krizin dünyadaki iktidar merkezini Batı’dan uzaklaştırıp Asya’ya kaydıracağını, dolayısıyla yeni bir dönemin başladığını söylüyor.

● ● ●

 

Covid-19 insandaki savunmasızlığı genele yaydı, onu demokratikleştirdi. Sizce bugün artık daha fazla kırılgan ve daha yönlendirilir olduğumuzu düşünüyor musunuz? Otoritarizmin ve popülizmin kucağına daha kolay mı düşeceğiz?

Hâlihazırda Covid-19, insandaki savunmasızlığın veya ölümlülüğün demokratik değil sosyal statüye bağlı olduğunu gösteriyor. Ölüm demokratik değildir. Covid-19 hiçbir şeyi değiştirmedi. Ölüm, hiçbir zaman demokratik, herkesi bağlayan bir şey olmadı.

Özelde bu salgın, ilgili toplumlarda altüst oluşun üzerindeki örtüyü kaldırdı, mevcut farklılıkları açığa çıkarttı. Mesela ABD’ye bakın. Diğer gruplarla kıyaslandığında burada virüs yüzünden ölenlerin önemli bir kısmı Afro-Amerikalılar. Fransa’da da benzer bir durum söz konusu. Paris’i düşük gelirli kenar mahallelere bağlayan metro trenleri tıka basa doluysa bu sokağa çıkma yasağının ne anlamı var ki? Başka ülkelerden göç etmiş yoksul emekçiler kentin varoşlarından geliyorlar, birbirleriyle temas kuruyorlar, virüs yüzünden ölüyor.

Hepimiz çalışmak zorundayız. Bakıcılar, fabrika işçileri, temizlikçiler, satıcılar veya çöp toplayıcıları evden çalışamazlar. Zenginlerse şehir dışındaki villalarına çekiliyorlar. Dolayısıyla salgın, sadece tıbbi değil, aynı zamanda toplumsal bir sorun.

Almanya’da çok fazla insanın ölmemesinin diğer bir sebebi de burada toplumsal sorunların diğer Avrupa ülkelerinde ve ABD’de görülen sorunlar kadar ciddi olmaması. Ayrıca Almanya’daki sağlık sistemi ABD, Fransa, İngiltere ve İtalya’daki sistemden daha iyi.

Ama Almanya’da bile Covid-19 toplumsal farklılıkları açığa çıkarttı. Almanya’da da toplumsal açıdan zayıf ve güçsüz olanlar daha önce öldüler. Araba alacak parası olmayan yoksul insanlar ağzına kadar dolu otobüslere, tramvaylara ve metrolara doluşmak zorunda kalıyor.

Virüs, bir yandan da ikinci sınıf bir toplumda yaşadığımızı ortaya koydu. İkinci mesele ise bu virüsün demokratik bir nitelik arz etmemesidir. Herkesin de bildiği gibi, otokrasinin beşiği korkudur. Bir kriz durumunda halk bir kez daha güçlü liderlere özlem duyar. Viktor Orban işte tam da bu durumundan istifade ediyor. Olağanüstü hâli normalleştiriyor. Demokrasinin kapısına kilit vuruluyor.

Özgürlük mü güvenlik mi? Salgınla mücadelede ne tür bir bedel ödeyeceğiz?

Salgınla birlikte bir biyopolitik gözetleme rejimine doğru ilerliyoruz. Sadece iletişimimiz değil bedenlerimiz de gözetleniyor. Sağlığımız, dijital gözetleme pratiklerinin konusu hâline geliyor.

Kanadalı yazar Naomi Klein’a göre kriz, bir moment olarak, yeni bir kurallar sistemini haber veriyor. Salgının yol açtığı bu şok sayesinde dijital biyopolitika küreselleşecek, kontrol etme imkânına ve görüntüleme sistemine kavuşacak, böylelikle o, sağlık durumumuzu sürekli gözetleyen biyolojik disiplin toplumunda bedenlerimizin kontrolünü ele geçirecek. Salgının sebep olduğu şokla birlikte Batı, özgürlüklerimizi kalıcı biçimde kısıtlayacak bir biyolojik karantina toplumuyla karşı karşıya.

İnsanların hayatlarında korku ve güvensizlik ne tür sonuçlara yol açıyor?

Virüs bir ayna. İçinde yaşadığımız toplumu gösteriyor. Biz, nihayetinde ölüm korkusu üzerine kurulu, sağ kalmayı esas alan bir toplumda yaşıyoruz. “Sanki sürekli bir savaş durumunda yaşıyormuşuz gibi, sağ kalmak denilen mesele, gerçekliğimizin nihai temeli hâline geldi.”

Hayatın tüm güçleri, ömrü uzatmak için kullanılıyor. Toplum, giderek iyi yaşama dair tüm duygularını yitirmiş, hazzın sağlığa feda edildiği, sağ kalma iradesi üzerine kurulu bir topluma dönüşüyor. Sigara yasağı konusunda ortaya konulan yoğun çaba, sağ kalma denilen histerinin bir delilidir. Hayat daha fazla sağ kalma meselesi üzerine inşa edildikçe, ölümden daha fazla korkarsınız.

Salgın, daha önce dikkatle bastırıp dışladığımız ölümü yeniden görünür kıldı. Kitle iletişim araçlarında ölümün sürekli kendi varlığını hissetmesi, insanları geriyor. Sağ kalma histerisi, toplumu iyice insanlıktan çıkartıyor. Komşunuz, artık uzak durulması gereken potansiyel bir virüs taşıyıcısı. Yaşlılar, bulaş riski bulunduğu için kimsenin ziyaret etmesine izin verilmediği bakımevlerinde tek başına ölmek zorunda.

Peki hayatı birkaç ay uzatmak, yalnız ölmekten daha mı iyi? Bizdeki bu sağ kalma histerisi dâhilinde iyi bir hayatın ne olduğunu da tümden unutuyoruz. Sağ kalmak için yaşamayı değerli kılan her şeyi, sosyal olmayı, bir arada yaşamayı, yakınlık kurmayı, bile isteye feda ediyoruz.

Salgın üzerinden herkes, temel hakların tüm yönleriyle kısıtlanmasını sorgusuz sualsiz kabul etti. Paskalya’da bile dinî törenler yasaklandı. Rahipler de sosyal mesafe kurallarına uyuyor, koruyucu maske takıyorlar. İnançlarını sağ kalmaya feda ediyorlar. Mesafeyi korumanın kendisi iyilik yapmak olarak görülüyor. Virüs bilimi, teolojinin gücünü elinden alıyor. Herkes, yorum yapma konusunda yegâne yetkeye sahip olan virologlara kulak veriyor. Yeniden diriliş hikâyesi, yerini sağlık ve sağ kalma üzerine kurulu ideolojiye bırakıyor.

Virüs karşısında inancın kendisi yozlaşıp komedi hâlini alıyor. Peki bizim Papa Francis’e ne demeli? Aziz Francis cüzzamlılara sarılırdı. Oysa bugün virüs korkusu ve paniği alabildiğine abartılıyor.

Almanya’da virüsten ölenlerin ortalama yaşı 80 ilâ 81 civarında. Almanya’da ortalama yaşam beklentisi ise 80,5. Virüse karşı gösterdiğimiz panik üzerine kurulu tepkimiz, toplumumuzda bir şeylerin yanlış gittiğini ortaya koyuyor.

Koronavirüs sonrasında toplumumuz doğaya daha fazla saygı gösterir mi, ona karşı daha adil ve hakkaniyetli olur mu? Yoksa bu virüs bizi daha mı bencil ve bireyci yapar?

“Denizci Sinbad” diye bir masal vardır. Bir seyahatinde Sinbad Cennet bahçesine benzeyen küçük bir adaya çıkar. Yanındakilerle birlikte şölen düzenler, ardından da adayı dolaşır. Ateş yakıp kutlama yaparlar. Sonra ada birden bükülür. Gördükleri tüm ağaçlar da… Aslında ada, uzun zamandır hareketsiz kaldığı için üzerini kum kaplamış, ağaçların yetiştiği devasa bir balığın sırtıdır. Ateşin sıcaklığı ile bu devasa balık rahatsız olmuştur. Balık derinlere dalınca Sinbad kendisini denizin içinde bulur. Bir darbımesel olarak bu masal bize, insanda temel bir körlüğün mevcut olduğunu öğretir. İnsan üzerinde durduğu şeyi bile göremez, dolayısıyla kendi düşüşünü, çöküşünü hazırlar.

İnsanda bir kendini yok etme arzusu, isteği vardır. Alman yazar Arthur Schnitzler bu istek üzerinden insanlığı hastalık olarak görür. Ona göre insanlar, yeryüzünde hızla çoğalan, sonuçta da kendi konağını yok eden bir tür bakteri veya virüs gibi hareket etmektedirler.

Büyüme ve yıkım el ele ilerler. Schnitzler’in kanaatine göre insanlar, ancak ilkel düzenleri tanır. İnsan, gelişkin düzenlere bakteriler gibi kördür. Dolayısıyla insanlık tarihi, insanın zorunlu olarak yok ettiği tanrıya karşı verilen ebedi mücadeledir.

Salgın insandaki acımasızlığın bir sonucudur. Biz son derece hassas olan ekosisteme tüm acımasızlığımızla müdahale etmekteyiz.

Paleontolog Andrew Knoll’un bize öğrettiği biçimiyle insan, evrim denilen pastanın kremasından ibarettir. Asıl pasta, herhangi bir vakit o kırılgan yüzeyi yarıp geçme hatta tekrar istila etme tehdidi savuran bakterilerden ve virüslerden oluşmaktadır.

Balığın sırtının güvenli bir ada olduğuna inanan deniz Sinbad, insandaki cehalete işaret eden, her zaman akılda tutulacak bir metafordur. İnsan kendisinin güvende olduğunu sanır, oysa temel güçler üzerinden uçurumun dibini boylaması an meselesidir. Doğaya uyguladığı şiddet daha büyük bir güçle kendisine döner. Sanayi Devrimi’nden beri işleyen antroposen sürecinin diyalektiği tam da budur. Bu dönemde insan, her zamankinden daha fazla tehdit altındadır.

Covid-19 küreselleşme için ölümcül bir yara mıdır?

Küreselleşmenin temel ilkesi, kârları artırmaktır. Örneğin koruyucu maske veya ilâç gibi tıbbi malzemelerin üretim alanı Asya’ya kaymıştır. Avrupa ve ABD’de bu durum birçok insanın hayatına mal olmuştur.

Sermaye insan sevmez. Artık herkes, insan değil sermaye için iş yapıyor. Marx’ın da ifade ettiği biçimiyle, sermaye insanı üreme organına doğru kapatmış, ona indirgemiştir. Bugün ifrada vardırılan bireysel özgürlük, nihayetinde sermaye fazlasından başka bir şey değildir.

Kendimizi gerçekleştirdiğimize inanıyoruz ve bu inançla kendimizi özgürce sömürüyoruz. Oysa gerçekte köleden başka bir şey değiliz.

Kafka, insanın kendi kendisini sömürmesindeki çelişkili mantığa işaret eder: Hayvan, efendisinin elindeki kırbacı çekip alır ve efendi olmak için kendisini kırbaçlar. Neoliberal düzende insanlar işte böylesine saçma bir durumdadırlar. İnsan, özgürlüğü kendisi için yeniden elde etmelidir.

Koronavirüs ve yol açtığı sonuçlar dünya düzenini değiştirecek mi? Dünyada gücün kontrolü ve hegemonya için verilen mücadeleyi kim kazanacak? Çin, ABD karşısında güçlenme imkânı bulabilir mi?

Muhtemelen Covid-19, Avrupa ve ABD için hayra alamet değil. Virüs, fizikî bir sınavdır. Liberalizme pek değer vermeyen Asya ülkeleri, bilhassa Batı için hayal bile edilemez olan dijital biyopolitik gözetleme araçlarının yardımıyla, salgını hızla kontrol altına almayı bildi. Salgın karşısında ABD ve Avrupa tüm cazibesini yitirdi.

Zizek, virüsün Çin’deki rejimi yıkacağını iddia etti. Bence Zizek yanılıyor. Dediklerinin hiçbiri gerçekleşmeyecek. Virüs, Çin’in ilerleyişini durdurmayacak, hatta tam aksine Çin adımlarını daha da hızlandıracak. Ayrıca Çin, elindeki otokratik gözetleme devletini salgın karşısında kullanılmış başarılı bir model olarak satışa sunacak. Sisteminin üstün olduğunu, daha büyük bir gururla tüm dünyaya gösterecek. Virüs sayesinde dünyadaki iktidar merkezi Asya’ya kayacak. Buradan bakıldığında virüs, yeni bir dönemin başlangıcına işaret ediyor.

Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder