Tahminen
Michael Moore, elli milyon dolarlık bir servete sahip. Kendisi zengin bir adam.
Demokrat Parti’ye destek veriyor. Michigan’da Raşide Tlayib, New York’ta
Alexandria Ocasio Cortez lehine konuşmalar yapıyor. O, tam bir marka.
Moore,
Roger ve Ben isimli filmiyle ünlendi, ama kültürel âlemde yıldızı Benim
Cici Silâhım’la parladı. Bir marka hâline gelme konusunda başarılı
olunduğunun bir kanıtı olarak South Park gibi yapımlarda hicvedildi, ama
o kadar şöhrete rağmen, sonraki filmleri gişede pek başarılı olamadı.
Bugünlerde
kendisine Jeff Gibbs’in yeni belgesel filmi İnsanların Gezegeni’nin
yapımcılığı payesi bahşedilmiş (bu, aslında biraz Nike’ın tıbbi maske üzerine
adını yazması gibi bir şey!)
Film,
iki temel sorunla malul: sınıfsal analizden mahrum, ayrıca Batı emperyalizmini
analiz etmiyor.
Filmin
asıl sorunu ise ordudan hiç bahsetmiyor oluşu. Üstelik film, “asıl sorun biziz”
olarak özetlenebilecek, açıktan Maltusçu olan o boş laf üzerine kurulu. “Buna
aşırı nüfus argümanı” da deniliyor. Tümüyle ırkçı ve gerici olan bu argüman,
klasik öjeniyi temel alıyor. Sınıfsal analizi ve emperyalizm analizini
içermemesi, öjeni gibi rahatsız edici bir ideolojiyi yüklenmesi, filmde sınırlı
sayıdaki gerçeğin üzerinin örtülmesine neden oluyor.
Aktardığı
gerçekler sınırlı, çünkü Al Gore’un muktedir sınıfa mensup bir akbaba, Bill
McKibben ise her fırsatta kendi kendisinin reklâmını yapan bir yalancı olduğunu
biz de biliyoruz. Bu tespitler doğru, hatta doyurucu da ama yönetmen, bir
şekilde bu gerçekleri o politik mistifikasyonların altına süpürüyor.
Filmde
belirli görüşlere ve onlara dönük eleştirilere yer verilmiyor oluşu gerçekten
tuhaf. Gelgelelim filmi eleştirirken birden kendinizi iklim adaleti, ama öte
yandan kapitalizm yanlısı Demokratik Ulusal Komite ile yan yana buluyorsunuz.
Yeşil enerji destekçileriyle yan yana düşüyorsunuz. Bunlardan biri de Michael
Moore’un desteklediği Alexandria Ocasio Cortez. Filmi, bugün Cory
Morningstar’ın blogunda listelediği şirketler eleştiriyor.
Bu
insanlar, filmin yönetmenine saldırıp duruyorlar, bu noktada yalan yanlış
laflar ediyorlar. Ama bu, filmin kusurlu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Burada
belirli meselelerin ayrıştırılması gerekiyor.
Yönetmen
Gibbs, önemli meselelere değiniyor. Endüstriyel enerji, palm yağı, güneş
enerjisi ve rüzgâr enerjisinin yol açtığı yıkım ile ilgili detaylar, yerinde.
Sonuçta gerçekten de yenilenebilir enerji konusunda kopartılan yaygara,
samimiyetsiz ve manipülatif. Bu konuda Gibbs haklı. Bu düzlemde kapitalizm
yanlısı yeşil enerjici isimlerin kendisine yönelik gerçekleştirdikleri
saldırıların kötü niyetli ve samimiyetsiz olduklarını belirtmek lazım.
Film,
insanın canını acıtan görüntüler de içeriyor. 800 yıllık yuşa ağaçlarının
kesildiği görüntüleri ve o orangutanı hiç unutamıyorsunuz. Kapitalizm
koşullarında bizi bundan başka bir gelecek beklemiyor. Bundan kaçış yok.
Film,
belirli konularda ikircikli bir tutum alıyor, bu çok net. Bunu ele almadan önce
filmin zamanlamasına dikkat çekmek gerek.
Büyük
dağıtımcıların dağıtmadığı film, nedense virüs salgınının yol açtığı panik
esnasında ücretsiz olarak izleyiciye sunuluyor. Herkesin evlere tıkıldığı bir
dönemde filmin izlettiriliyor olması, bence sıkıntılı bir mesele.
Bu
dönemde medya, insanı bıktıracak cinsten haberler yapıp duruyor ve Venedik
kanallarının temizlendiğinden, Amerika ve Kuzey Avrupa’da yaban hayatının şehre
indiğinden, büyük şehirlerde havanın kirden arındığından bahsediyor. Tıpkı
Gibbs gibi medya da şunu söylüyor: “Asıl sorun biziz.” İnsanlardan bir
kurtulsak veya onları bir içeri tıksak, dünya cennet olacak. Bu anlamda
Gibbs’in filmi, yayınlandığı tarih de dikkate alındığında, esasen nüfusu
azaltma kampanyasının reklâm filmi olarak iş görüyor.
Bu
noktada filmin diğer bir kusuruna işaret etmek gerekiyor: bu film fazla beyaz.
Buna itiraz edecek çok fazla beyaz çıkacak, bu tespitimin anlamsız olduğunu
söyleyecektir. Ama şunu belirtmem lazım: bu yaklaşım belirli bir anlama sahip,
üstelik belirli bir tarih bilgisine yaslanıyor.
Bu,
köle sahibi olan, köle çalıştıran on iki Amerika başkanının yazdığı bir tarih.
Bu tarihte ABD ordusu, Kızılderili kabilelerine çiçek bulaşsın diye onlara
bilerek mikrop bulaştırılmış battaniyeler verdi. Bunlar, üzerinde düşünülmesi
gereken konular.
ABD
tarihi, köle sahipliği ve soykırımlar ile örülü. On dokuzuncu yüzyılda
Amerika’nın büyümesi gerektiğini söyleyen, “Açık Kader” olarak ifade edilen
kültürel yaklaşımı, Monroe Doktrini’ni, altmış yıllık anti-komünizmi, özellikle
yeni bağımsız olmuş Afrika ülkelerini hedef alan CIA darbelerini bu listeye
eklemek gerekiyor. Amerikan tarihi, siyaset ve kültür alanında yol açtığı
sonuçlardan ayrı ele alınamaz.
Bu
tarih, her türden kültür tartışmalarına rengini veriyor, ondan kaçış yok. Bu
tartışmaların makamını tayin edense beyazların imtiyazlı olduğuna dair o
rahatsız edici fikir.
Sonuçta
beyazlar bir film çektiklerinde, filmdeki herkesin beyaz olması önemli bir
sorun. Bu filmde de “ağaçlar ne güzel”den gayrı siyaseti olmayan beyaz insanlar
çıkıyor karşımıza.
Ama
öte yandan kabul etmek lazım: Gibbs’in ele aldığı konu, önemli. Çıkarımlarının
çoğu yerinde, ama yaptığı tespitlerle film, neticede nüfus azaltmayı tavsiye
ediyor. Bu bayat Maltusçuluk gerçeklerle çelişiyor, dolayısıyla Gibbs, onca
çıkarımına rağmen, güvenilirliğini yitiriyor. Filmin asıl kötü yanı da bu.
Dünyada
çok fazla insan yok. “Çok insan var” tespiti yanlış. Esasında dünyada doğum
oranı büyük ölçüde düştü. Bu noktada insanların tüp bebek çalışmalarının neden
bu kadar büyük bir iş hâline geldiğini sorması gerekiyor. Öte yandan, bu türden
önermelerine rağmen insan, şirket medyasındaki eleştirileri okuyunca Gibbs’in
filmini savunma, destekleme ihtiyacı duyuyor.
Esasında
bu basının filmin ele aldığı konu başlığına dair yaptığı okumaya dönük bir
inceleme, propagandanın nasıl yayıldığı konusunda bize epey bilgi verecektir.
Böylesi bir okuma, iklim ama aynı zamanda Covid-19 konusunda anlatılan
hikâyelerin içselleştirilmesine dair çok şey söyleyecektir. İklim meselesi ile
Covid-19 ile ilgili hikâyeleri birbirinden ayırmamak gerekir. Aynı şekilde,
drone suikastları ve ABD/NATO eliyle çıkartılan emperyalist savaşlar da ABD'nin
güneyindeki ve orta kısmındaki eyaletlerde kapıları kırıp ev baskınları
düzenleyen SWAT timlerinden ayrı ele alınamaz.
Bugün
ABD hapishanelerinde iki milyondan fazla insan bulunmaktadır. Bu açıdan ABD,
kişi başına düşen mahkûm sayısı ile dünyada birinci sıradadır. Üstelik bunların
büyük bir kısmı da siyahtır. Bu da bize beyazların iktidarının dünya genelinde
yol açtığı terör konusunda çok şey söylemektedir.
Bu
koşullarda virüs salgınının yol açtığı olağanüstü hâl koşullarında demokrasi,
ürkütücü bir biçimde yitip gitmektedir. Bu noktada kimsenin aklına, geçen yıl
sıtmadan ölen 400.000 kişi gelmez. Gates ve şürekâsı için çalışan Dr. Fauci
bile Covid’in vaka başına düşen ölüm oranının epey düşük çıkabileceğini kabul
etmiştir. Bu oranın bir önemi yoktur, çünkü zaten mesele de virüs değildir.
Gates
konusunda şu iki önemli çalışmaya bakmak lazım. Jake Levich[1] ve Alison
McDowell[2].
Sosyal
medyada insanların “ön saf sağlık çalışanları” ile hassasiyetlerine dair
yığınla şey okuyorum. İklim değişikliğinde de görüldüğü üzere lügatimize yeni
kelimeler ekleniyor, artık taşıma kapasitesinden, yaş termometreden, altıncı
kitlesel imhadan bahsediyoruz.
Öte
yandan kimse, ABD’de çok sayıda hastanenin kapandığından, o hastanelerin bir
daha açılmaması ihtimalinden, birçok doktorun ve hemşirenin işsiz kaldığından
bahsetmiyor.
Görebildiğimiz
kadarıyla Amerikan burjuvazisi, bu salgının büyük bir tehdit olduğuna inanmak
ve kendisini eve kapatmak istiyor.
Oysa
belki de bu karantina süreci, bugüne dek pek bulamadıkları o boş vakti onlara
bahşediyor. Bu konuda bir bilgim olduğunu söyleyemem. Ama şunu biliyorum ki
karantina, uzun vadede virüsten daha fazla insanın ölümüne sebep olacak. Ayrıca
gözetleme faaliyetlerinde ve gizliliği ihlal eden adımlarda yaşanan artış devam
edecek. Asıl mesele de dünya genelinde seyahatlerin nasıl olacağı ve Gates’in
dördüncü sanayi devrimi, akıllı şehirler gibi başlıkları içeren gündemi.
Gates,
herkesin yaptırdığı aşıları gösteren bir belge (veya bir mikroçip) taşımasını
istiyor. Bu belge ve çip, başka bir ülkeye giderken köpeğiniz için aldığınız
belgeyle aynı içeriğe sahip.
Beni
asıl üzense Gibbs’in öjenistlerle aynı ajandayı paylaşıyor olması. Ayrıca
gezegenin harap edilmesi ile ilgili bir belgeselin orduyu ele almadan nasıl
çekilebildiğini de merak ediyorum doğrusu.
ABD’nin
elindeki savaş makinesi, bugün insanî varoluşun her bir yönünü etkiliyor.
Abartılı bir ifade değil bu. Gibbs ise bu gerçeği görmezden geliyor. Ben, onu
şirket medyasının saldırılarına karşı korumak istiyorum, ama o benim elimi
kolumu bağlıyor.
Eğitimli
beyaz liberal sınıf, Trump’tan öylesine nefret ediyor ki akla dayalı bakış
açısı geçerliliğini tümden yitiriyor. Bu sınıfın Trump’ı küçük düşüren her tür
sözü ve eylemi hayırlı. Ama şu görülmeli: söz konusu nefret, fazla abartılıyor
ve ondan istifade ederken bu sınıf işin cılkını çıkartıyor. Sanki Trump gelip,
yıllardır “ah nefret edecek bir şeyimiz olsa da rahat etsek” duasına cevap
olmuş gibi. Olumsuz bir nitelik arz etse bu nefret, insanları birleştiriyor.
Sonuçta zaten bu sınıfın yapabileceği daha iyi bir şey de yok.
Görebildiğimiz
kadarıyla bugün “evde kal” diyenler, milyonlarca insanın işsiz kalmasını hiç mi
hiç umursamıyorlar. Kısa süre önce Norveç’te havayolları şirketi beş bin kişiyi
işten çıkarttı, bu insanların işe geri alınıp alınmayacakları meçhul. Hollywood’da
çekimler durdu, çalışanlar kıyımdan geçirildi. Muhtemelen binlercesi, bir daha
işe geri dönemeyecek.
İnsanların
Gezegeni filminde dile getirilen belirli gerçeklerin önemli olduğunu
kimse inkâr edemez. Samimiyetle söyleyeyim ki umarım herkes izler ve filmi
eleştirel bir gözle değerlendirir.
Bugün
iki milyarder, endişeli yurttaş pozlarında karşımıza çıkıyor, ama insanların
neden işsiz kaldığından, ailelerine ekmek götüremediğinden hiç bahsetmiyor.
Cory
Morningstar, geçen gün yazdığı makalede şunu söylüyor:
“Politika Çalışmaları
Enstitüsü’nün hazırladığı yeni raporda bu son koronavirüs salgını esnasında on
milyon Amerikalının işsiz kaldığından, ama öte yandan aşırı zengin elitlerin
sadece 23 gün içerisinde servetlerine 282 milyar dolar kattığından bahsediliyor.”
Hem
iklim hem de koronavirüs konusunda dile getirilenleri sınıfsal ayrım temelinde
ele almak gerekiyor. İşçi sınıfının asıl korkusu, öldürme kapasitesi sınırlı
olan virüs değil, ekmeksiz ve evsiz kalmak. İşçiler, bürokrasinin baskıcı
müdahalelerinden, polisin dayağından, gözaltı süreçlerinden korkuyorlar.
Eğitimli beyaz burjuvazinin bu salgına dair korkusu ise başka türlü. Eve
kapatıldığımız süreçte Netflix’te en çok izlenen film, Soderbergh’in 2011
tarihli Salgın filmi.
Bu
kesimin düşünceleri gerçekten ilginç. Bu düşünceler lügatimize yeni kelimeler
katıyor. Eskiden sosyal medyada bilim insanı ve iklim bilimci pozu kesen
beyazlar, bugün birden epidemiyolog, bulaşıcı hastalık uzmanı ve biyolog
oluveriyorlar.
Son
yazımda dile getirdiğim biçimiyle:
“Bu küresel salgın fetiş
hâline getiriliyor. Guardian gazetesinde ve Greta’da gördüğümüz ‘iklim
alarm veriyor’ yaklaşımına benzer bir biçimde, nüfusun büyük bir kısmı salgını
kültleştiriyor, fetiş hâline getiriyor. Burada dehşete kapılmış insanda örtük
olarak görülen, bir tür mazoşizm söz konusu. İşittiğimiz şey, püritenlerde
gördüğümüz, dindarlığa çağrı yapan, kaygı yüklü cılız bir çığlık. Kişinin
kendisini cezalandırmasını öngören bu türden bir ahlakçılık, esasen tam da
Amerika’ya özgü bir hassasiyet.”[3]
Sosyal
hizmetler uzmanı olarak çalışan Paul Haeder’in şu sözüne kulak vermek gerek:
“Alttan alta, nüfus
kontrolüne dair bir mesaj veriliyor. Film, esasen Michael Moore ve Jeff
Gibbs’in beyazlara has umudu üzerine kurulu. Filmde Batı kapitalizmi denilen,
hayatı ve insanlığı piçleştirenlere karşı mücadele eden milyonlara inançtan
eser yok. Gibbs, kendi yerelliklerinde çalışma yürüten köylü hareketlerinden,
ormanları gerçekten koruyanlardan, suyu ve hayatı savunanlardan pek
bahsetmiyor.”[4]
Oxford
Üniversitesi’nin yürüttüğü kanıt temelli tıp çalışmasına göre virüsün fatalite
oranı, yüzde 0,1-0,36 arasında. Bu oran, mevsimlik gripte görülen oranın çok
altında. Bu, bizim aylar önce dile getirdiğimiz bir husus.
Covid
konusunda söylenenlerle iklimle ilgili olarak söylenenler birbirine çok
benziyor. Bu da insanı, bu söylemlerin ardında belirli bir ajandanın olduğunu
düşünmeye itiyor. Gibbs’in filmi bu meselelere hiç eğilmiyor.
Yeni
yeşil kapitalizmi propaganda edenlerin söyledikleri yalanları, aldıkları
rüşvetleri ifşa etmek gayet güzel bir adım ve bu adım, esasen belirli bir
politik bağlam dâhilinde atılıyor. Gelgelelim yönetmendeki kişisel hayal
kırıklığı, bir süre sonra gene imtiyazlı olma meselesine bağlanıyor.
Dördüncü
sanayi devriminin insanları iş pratiğinden ve geçim derdinden kalıcı bir
biçimde kopartacağından söz ediliyor. Bu, yüzde birin bir rüyası. Batı
sermayesinin sürekli çıkıp “asıl düşman insanlar” demesi, içimize şüphe
düşürüyor olmalı. Anladığımız kadarıyla Gibbs, bu laf konusunda zerre şüphe
duymuyor.
John Steppling
3
Mayıs 2020
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Jacob Levich, “The Real Agenda of the Gates Foundation”, Mayıs 2014, AIE.
[2]
Alison McDowell, “Vaccines, Blockchain and Bio-Capitalism”, 19 Nisan 2020, Green.
[3]
John Steppling, “Emptying the Human”, 23 Nisan 2020, JS.
[4] Paul Haeder, “Monkey Planet”, 27 Nisan 2020, PH.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder