Tuzak,
yaklaşık yirmi beş yıl önce kuruldu ve peynirin kokusunu alan fareler, o tuzağa
balıklama atladılar.
Burada
kitlelerin bir ihtiyacı olarak takdim edilen bilgisayardan ve internetten
bahsediyorum. Benim bu tuzağa düşüşüm biraz yavaş oldu, ona üniversitede ders
vermeye başladığım 2007 yılında, “mecburen” düştüm.
O
günden beri “enformasyon otobanında kasis oluşturmalıyız” cümlesini şiar
edinmiş olan Kurşunkalem Kulübü’nün üyesiyim. Kulübün dünya genelinde yirmi üç
buçuk üyesi var. İstemeye istemeye, ağır hareketlerle peynire uzandım. Kafamın
yarısı içinde tuzağın, yarısı dışında.
Bugün
sadece dışarıda kalan kısım düşünmeye devam ediyor.
Neden
sezgilerime göre hareket etmediğimi yarım kafayla düşündükten sonra tuzağa
düştüğümüz için üzülüyor, “belki bir gün tuzaktan kurtuluruz” diye hayallere
kapılıyoruz. Bu tuzağa düşmüşlük hissi hiç hoşuma gitmiyor. Bu arada peynirin
Amerika’da üretildiğini ve gerçek peynir olmadığını da hatırlatalım.
1960’ta
sosyolog C. Wright Mills, insanların özümseyip anlamlandırması gereken çok
fazla malumat olduğunu, dolayısıyla anlaşılır özetlerin sunulması gerektiğini
söylüyor. Bu noktada 1854’te şunu söyleyen Thoreau’nun görüşünü aktarıyor:
“İlkeye vakıf iseniz çok sayıda durum ve uygulamanın varlığı
sizi neden ilgilendirsin ki?”
Mills’e
göre insanların kendisinin “sosyolojik hayal gücü” dediği şeyi geliştirmeleri
gerekiyor. Bu tür bir hayal gücü, insanların haberleri sadeleştirip özetini
çıkartmalarını, tarihsel ve yapısal bağlamlar dâhilinde kişisel ve toplumsal
meseleleri birbirleriyle ilişkilendirmelerini mümkün kılıyor.
Gazetelerin,
matbu dergilerin, kitapların ve sınırlı TV kanallarının varolduğu o dünya,
çoktan geride kaldı. Çok fazla malumatın bulunduğunu düşününce insanın gülesi
geliyor, çünkü bugün dijital devrim, hepimizi verilerin, malumat yığınının,
“son dakika haberleri”nin içine gömdü. Üstelik bunlar, çelişkilerle dolu ve
bağlamdan yoksun.
İnternet
insanları deli etti, fiziken veya sanalda ne tür bir dünyada olduğunu bilmeyen
şizoid veya bölünmüş kişilikler üretti. Bugün sosyal şizofreni döneminde
yaşıyoruz. Ayrıca virüs sebebiyle evlere kapatıldığımız bu dönemde internete
bağlı hayat, herkesin ihtiyaç duyduğu gelecek olarak takdim edilip
yüceltiliyor.
İnsanlar,
tüm malumatın kafa karıştırıcı olduğunu düşününce düşünmeyi bırakıyor, sonuçta
da her şeyi mantığa aykırı bir biçimde yapıyor. Bundan başkası da mümkün değil
zaten. Bugün birçok insan, internette kendisine net bir yol önerilmesini
bekliyor, bir yandan da Google’a bakıp yol bulmaya çalışıyor. Oysa çok
beklerler o yolun gösterilmesini.
İnternete
girmek de girmemek de kahrediyor bizi. Dolayısıyla internet, içinden çıkılması
mümkün olmayan bir açmaz. Her türden habere, yazıya ve malumata internet
üzerinden ulaşabiliyoruz. Matbu gazeteler dönemi sona ermek üzere.
Kurgu
ve gerçekle ilgili başka kaynaklar silindi. İnternet, muazzam bir içerik
zenginliğine ulaştı ve bu içerik giderek daha fazla sansürleniyor. Açık
internet rüyası kâbusa dönüşüyor.
İnternet,
ABD ordusu, istihbarat ve Silikon Vadisi’nin oluşturduğu ağ tarafından sosyal
kontrol, propaganda ve casusluk pratiği olarak oluşturulup geliştirildi. Bu ağı
ve niyetlerini idrak ettiğiniz vakit, internetin ve onunla bütünleşmiş tüm
dijital dünyanın sizi deli etmek için tasarlanmış distopik bir aygıt olduğunu
anlarsınız. Her dakika kafa karışıklığı derinleşiyor, çelişkili bir yığın
malumat zihinlere sokuluyor. Dünyayı propaganda ve dezenformasyon seli basıyor.
Başınızın ağrımasını istiyorsanız, size propaganda yapılmasına, fiziksel
dünyada elde ettiğiniz gerçek insanî deneyimin yok edilmesine izin verin.
Bir
yandan sizi pasifleştiriyorlar, bir yandan kulağınıza bundan kaçışın mümkün
olmadığını fısıldıyorlar, bir yandan da bağımlı hâle gelmenizi sağlamak için
hakikate dair kimi kırıntılara sahip olmanıza izin veriyorlar.
Bu,
tam bir açmaz. 1964’te Jacques Ellul’ın hayatın her bir çehresinde tekniğin
hâkim hâle geldiği “teknolojik toplum” dediği şey bu olsa gerek. Teknikse
verimliliğe vurgu yapan bir düşünce tarzı, önceden belirlenmiş bir amaç için
gerekli standardize edilmiş araçlar ve düzen üzerinde duran bir düşünme biçimi.
Akla ve plana dayalı olan teknik, sadece sonuçlara odaklı. Bu düşünme tarzı,
toplumun ruhuyla alakalı yapılara nüfuz etti, kendiliğindenliği ve düşünce
ürünü olmayan eylemi çöpe attı.
Makineler,
teknik düşüncenin ürünü. Bugün bilgisayar, internet ve yapay zekâ, bu düşünce
tarzının ideal tezahürleri. Bunlar sebep değil sonuç.
Bu
hâliyle dijital teknoloji, makinelerin hayal kurduğuna inanacak kıvama
getirilmiş sıradan insanları yaratan teknikçi zihin yapısının ihtiyaçlarını
karşılıyor. Verimlilik, sonuçlar, pratiklik ve hız, en önemli unsurlar. İnsan
bedeni, artık muhteşem bir makine.
Bilgisayarın
olmadığı dönemi yaşamış olanlarımız bile bu sürece alıştırıldık. Körfez Savaşı
denilen Irak savaşının televizyondan verildiği, hortlak suratlı spikerlerin her
saat karşımıza dikildiği doksanların başından beri gündelik hayatın hızı epey
arttı.
Toplumun
sürüklendiği akıntıyı hissetmişseniz, bu yılları yaşamışsanız, her yıl hayatın
hızlandığını anlamışsınızdır. Enformasyon otobanı tek şeritli.
Fransız
düşünür Paul Virilio, hız bilimi (dromoloji) ile ilgili çalışmalarında hız
meselesini ele alıyor. Dromos, yarış veya koşmak anlamına geliyor. Dili
kimilerine fazla akademik gelen Virilio’nun kapsamlı bir dizi görüşe sahip
olduğunu söylemek gerekiyor:
“Optoelektronik ve
elektroakustik dönemdeki hız, bir boşluk oluşturdu. Bu boşluk, artık mekânlar
veya eşya arasındaki aralığa değil, birbirinden uzak görünümlerin eşzamanlı
aktarımı arasındaki arayüze, hacmin ortadan kaybolduğu coğrafi ve geometrik
hafızaya dayanıyor.”
Buna
bugün “telekonferans dünyası” veya “internetli hayat” deniliyor. Orada varoluş,
fiziksel uzamını ve zamanını yitiriyor. El sallamanın bile muhalif bir eylem
olarak algılandığı bir dünya kuruluyor. Görüntülerin, kelimelerin ve imajların
dünyası, bir nanosaniyede görünüp kayboluyor. Bir sihirbazlık gösterisi bu.
Burası, Charles Manson’ın ifadesiyle, “korktuğunuz”, korkunun tahta kurulduğu
bir yer. Evde otururken artık evde olmadığınız bir konum bu.
Ernest
Hemingway Güneş de Doğar romanında gelecekten haber veriyor. Orada
romanın kahramanı Jake Barnes, kendisiyle Güney Amerika’ya gelmesini isteyen
Robert Cohn’a “hayır gelemem, tüm ülkeler sinema filmlerine benziyor” diyor.
Bu
konuşma 1926’da gerçekleşiyor.
O
günden beri çok şey değişti. Ama propagandanın ve sosyal kontrolün özü aynı
kaldı. Deneyimin Politikası isimli çalışmasında R. D. Laing, “çok sayıda
insanın davranışlarını kontrol etmek isteyen insanlar, başkalarının deneyimleri
üzerine çalışma yürütüyor” diyor, “insanlar, belirli bir durumu aynı şekilde
yaşamaları konusunda ikna edildikleri vakit, onlardan aynı davranışları
sergilemeleri beklenebilir” diye ekliyor.
İnsanları,
tıpkı soluduğumuz hava gibi internet ve dijital hayat denilen toplumsal inşanın
da “eşyanın doğal düzeni”nin bir parçası olduğuna ikna ettiğimizde onları
aldatmak mümkün oluyor. Üstelik onlara internetteki hayatın gerçek hayat
olduğu, fiziksel varoluştan daha iyi ve daha gerçek olduğu söyleniyor.
Kanaatimce
dijital devrim, birer şahıs olarak edindiğimiz deneyimleri yok etme konusunda
epey yol katetti. Bu, bitmek bilmeyen, sihre yaslanan sırlı bir yolculuk.
Şeytana kulluk eden bir büyücünün hokkabazlığı.
Bu
tespitler abartılı mı? Olabilir. Dünya genelinde milyarlarca insanı büyüleyen
büyücünün yapıp ettikleri başka türlü nasıl izah edilebilir ki? Ne yani,
beşeriyet bir anda zeki mi oldu? Yoksa delilerin sayısı mı arttı?
Kendime
sorduğum şu soruyu size de sorayım: İnternet ve onunla bağlantılı cihazlar
hayatınızı iyileştirdi mi kötüleştirdi mi? İnternetin küreselleşme sürecinde
oynadığı rol, dünyayı daha iyi bir yer hâline mi getirdi?
Elbette
ki her şey gibi internetin de artıları var, bunu kimse inkâr edemez. Ölümün
olumlu yanı, size hayatta olduğunuzu anımsatmasıdır. Televizyon, onu açmak
zorunda olmamanız gibi bir olumlu yöne sahiptir. İnternet konusunda da bir
çırpıda yığınla şey sıralayabilirsiniz (ama aynı durum cep telefonu için
geçerli değil, üzgünüm). İyi-kötü ölçütüne vurulduğunuzda siz ne yana
düşüyorsunuz? Ben ne yandayım peki?
Bu
açmaza düşüp düşmediğimize, çatışmalar yaşayıp yaşamadığımıza karar
veremiyoruz.
İki
akıl işliyor bende, daha doğrusu, iki yarım kafaya sahibim. Tuzağa düşmüş olan,
mevcut duruma teslim olan üst kısım, “evet tuzağa düştüm, hayatım daha iyi”
diyor.
Kafesteki
aslanlara atılan et parçaları gibi her bir meselenin ayrıntısını bıkıp
usanmadan tartışabilirim. Haftanın her bir günündeki her bir saatin hava
durumuna bakabilirim, yanlış olabileceğini bilsem bile bunu yaparım. Hangi
yoldan gideceğimi bilmek için bir yönlendiriciye ihtiyaç duymasam bile
internetten gideceğim yola bakabilirim. Her meseleyi hızla araştırıp o
meselenin uzmanıymış gibi ahkâm kesebilirim. Her dakika görünüp kaybolan
çelişkilerle yüklü malumat yığınının duygularımı sakatlamasına izin verebilir,
ama öte yandan kendimi daha fazla bilgili hissedebilirim.
Temelde
hiçbir konusu olmayan boş lakırdıları sırf aramızda takas ediyoruz diye
arkadaşlarımdan ve komşularımdan saygı görebilirim, üstelik onlarla bağımı
kopartmamış olurum. Kendimi acayip normal biriymişim gibi hisseder, sevinçten
taklalar atarım. Böylelikle aklı başında biri olduğumu düşünebilirim.
Kafamın
alt kısmı ise olumsuz tarafa baktığında yavaş ve kolay olanı görüyor, içinde
sevgi dolu düşlerin sebep olduğu serin esintileri hissediyor. İnternet
konusunda dile getirilen şikâyetleri duymanıza gerek bile kalmıyor.
“Fasit
Daire: Haberlerin Felsefesi Üzerine Tezler” isimli makalesinde Greg Jackson,
internetteki haberlere bağımlı oluşumuz konusunda şunu söylüyor:
“Haberlerden yüz geri
ettiğimizde bizi boğacak bir yalnızlıkla yüzleşeceğimiz hissine kapılıyoruz.
Düşünmenin, bizi düşünen birilerinin olmayışının, o belirsizliğin yol açtığı
yalnızlık, bizi boğuyor.
Bu, aslında hep orada olan
ama bir yanılsamanın üzerini örttüğü bir yalnızlık. Bizim asıl özlediğimiz
şeyse o yanılsamanın kendisi. […] Can sıkıntısının ve yalnızlığın şimdide
çözüme kavuşmasını sağlayan o sesi duymak için her gün o kanala giriyoruz, orada
Bin Bir Gece Masalları’nı anlatan Pers prensesi Şehrazad, bize hikâyenin
devam ettiği ve hep devam edeceği konusunda güvence veriyor.”
Bu
hikâyeyi dinlemekten vazgeçebilir miyiz geçemez miyiz, bilmiyorum.
Ben
geçemiyorum.
Edward Curtin
17
Mayıs 2020
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder