Pages

18 Nisan 2020

İnsanlar Asıl Virüs Değildir: Eko-faşistlik Etmeyin!


Asıl virüs insanlar değildir. Bizler birer rahatsızlık ya da hastalık değiliz. Hepimiz küresel koronavirüs pandemisiyle şaşkına dönmüşken bu bıktırıcı nakaratı tekrarlamaktan vazgeçin artık. Ortalıkta şehirlerdeki yaşamın karantinadan ötürü yavaşlamasıyla bir süredir görülmedikleri yerlerde sere serpe gezen hayvanlara dair yalan haberler dolaşırken (ne kadar ironik, değil mi?) oldukça çok sayıda insan, bu haberlere gezegenimizde yaşayan insanların kendilerinin bir tür hastalık olduğunu düşündüklerini söyleyerek tepki verdi. Hatta ozon tabakasının kendini onarmaya başlamış olması ile ilgili 2018 tarihli bir makaleyi –şüphesiz ki makalenin tarihini ya da başlığı dışında herhangi bir yerini okumadan ve tabakadaki iyileşmeyi birçoğumuzun toplumsal sorumluluk gereği evlerimizden çıkmaması nedeniyle birdenbire duran insan etkinliği ile ilişkilendirerek- dolaşıma soktular.

Bazıları da COVID-19’u Tabiat Ana’nın intikamı, dünyanın insan virüsüne karşı geliştirdiği aşı ya da evrenin dünyayı daha iyi hale getirmesi olarak anmaya başladılar. Haklılıklarından emin bir biçimde onu ilahi bir müdahale yerine koymakla kitleler halinde gerçekleşen ölümlerin ve bunlardan kaynaklanan kolektif acının gezegenin iyiliğine değeceğini, hatta bunun gerekli olduğunu ima ediyorlar. Bu pandemi, topluluklar ölçeğinde travma ve acının gelişmesinin ve kötüleşmesinin önünü açtı; bu durumun bu dünyada yaşamaya hakkı olanlar için bir nimet, hakkı olmadığı düşünülenler içinse bir ceza olduğunu belirten söylem, sadece korkunç biçimde duygu yoksunu değil, aynı zamanda tehlikeli de.

Bu retorik, sanayileşmeden ve çevre için tehlike arzeden uygulamalardan bugüne kadar kâr sağlamış olanların sermayelerini büyütmenin yollarını aramaktan vazgeçmeyeceklerini anlamamakla da malul. Nitekim Trump yönetimi, koronavirüs bahanesiyle petrol ve doğal gaz sanayiinin karşısında bizim korunmamız için çıkarılmış muhtelif yasaların uygulanmasından imtina ederek kamu sağlığı ve çevre ile ilgili idari uygulamaları gevşetti bile (üstelik bu tutum, Trump’ın zaten elektrik santrallerinden kaynaklanan kirliliği önlemeye yönelik kuralları etkisizleştirmesinin ve suyun korunması ile ilgili federal hükümetin verdiği güvenceleri kaldırmasının hemen ardından geldi).


Toplumsal ve ekonomik farklılıkları sürgit kılan mevcut sömürü sistemini eleştirmek yerine birçokları eko-feminist, korumacı, çevreci ya da ruhani ideolojilerinin tehlikeli bir biçimde eko-faşist bir zemine kaymasına seyirci kalıyorlar; ki bunun bize, özellikle de kıyıya itilmiş insanlara hiçbir hayrı yok. Kapitalizm, beyazların üstün olduğu inancı ve sömürgeciliktir: insanlığın kendisi değil, doğal yaşam alanlarının yok olmasına, sularımızın zehirlenmesine ve gezegenimizin ve bizzat bizim sağlımızın bozulmasa neden olan odur. Bu ayrımı yapmak zorundayız. Yapmadığımızda dünya için en tahripkâr sistemlerin dışlanmış kesimleri gözden çıkararak iyice semirmelerine neden olmuş oluyoruz.

Eko-faşizm –doğanın insan hayatı pahasına korunmasına yapılan vurgu- köklerini beyaz üstünlüğü fikrinde ve yabancı düşmanlığında buluyor; bu, bilhassa gözden çıkardığı hayatlar siyahların ve yerlilerinki olduğu için böyle. Engelli düşmanlığı, ırkçılık ve belli sınıfların hor görülmesini toplumun iyiliği için kimin ölüp kimin kalacağının belirlenmesinde işe koşan öjenizmle aynı yolda ilerleyen eko-faşizm, kesinlikle soykırım çabalarının aleti olarak anlaşılmalıdır. Charlottesville’de ortaya konmasından anlaşıldığı üzere alternatif sağ tarafından da benimsenen Nazizmin “kan ve toprak” mantrası, bir yerde ikametin sadece oranın yerlilerine hak olduğu ve doğanın “köksüz” göçmenlerin sınır-dışı edilmesi ya da soykırıma uğratılmasıyla korunabileceği iddiası, eko-faşist bir terennümden başka bir şey değil.

Eko-faşistler, çevreyi ve doğal kaynakları korumak için insanları feda etmeye can atıyorlar, hangi insanların ortadan kaldırılacağına karar vermeye hakları olduğuna inanıyorlar. El Paso ve Christchurch katliamcılarının her ikisi de eko-faşist inançlara sahipti ve “Teksas’ı işgal etmiş Hispanikler”i ve camilerde namaz kılan insanları öldürmelerini koşullayanın bu inançları olduğuna atıfta da bulundular. Bunlardan Christchurch katili, göçün doğaya açılmış bir savaş olduğu dahi iddia ediyordu.

Şu anda ortalıkta Extinction Rebellion adında bir iklim değişikliği örgütüymüş gibi davranan, asıl isimleri ise Hundred-Handers olan beyaz üstünlükçü bir grup dolaşıyor. Bunlar, eko-faşist görüşleri COVID-19 pandemisiyle de bağlantılar kurarak yaymaya çalışıyorlar.


Toplumsal ve ekonomik farklılıkları sürgit kılan mevcut sömürü sistemini eleştirmek yerine birçokları eko-feminist, korumacı, çevreci ya da ruhani ideolojilerinin tehlikeli bir biçimde eko-faşist bir zemine kaymasına seyirci kalıyorlar; ki bunun bize, özellikle de kıyıya itilmiş insanlara hiçbir hayrı yok. Kapitalizm, beyazların üstün olduğu inancı ve sömürgeciliktir: insanlığın kendisi değil, doğal yaşam alanlarının yok olmasına, sularımızın zehirlenmesine ve gezegenimizin ve bizzat bizim sağlımızın bozulmasa neden olan odur. Bu ayrımı yapmak zorundayız. Yapmadığımızda dünya için en tahripkâr sistemlerin dışlanmış kesimleri gözden çıkararak iyice semirmelerine neden olmuş oluyoruz.
Eko-faşizm –doğanın insan hayatı pahasına korunmasına yapılan vurgu- köklerini beyaz üstünlüğü fikrinde ve yabancı düşmanlığında buluyor; bu, bilhassa gözden çıkardığı hayatlar siyahların ve yerlilerinki olduğu için böyle. Engelli düşmanlığı, ırkçılık ve belli sınıfların hor görülmesini toplumun iyiliği için kimin ölüp kimin kalacağının belirlenmesinde işe koşan öjenizmle aynı yolda ilerleyen eko-faşizm, kesinlikle soykırım çabalarının aleti olarak anlaşılmalıdır. Charlottesville’de ortaya konmasından anlaşıldığı üzere alternatif sağ tarafından da benimsenen Nazizmin “kan ve toprak” mantrası, bir yerde ikametin sadece oranın yerlilerine hak olduğu ve doğanın “köksüz” göçmenlerin sınır-dışı edilmesi ya da soykırıma uğratılmasıyla korunabileceği iddiası, eko-faşist bir terennümden başka bir şey değil.
Eko-faşistler, çevreyi ve doğal kaynakları korumak için insanları feda etmeye can atıyorlar, hangi insanların ortadan kaldırılacağına karar vermeye hakları olduğuna inanıyorlar. El Paso ve Christchurch katliamcılarının her ikisi de eko-faşist inançlara sahipti ve “Teksas’ı işgal etmiş Hispanikler”i ve camilerde namaz kılan insanları öldürmelerini koşullayanın bu inançları olduğuna atıfta da bulundular. Bunlardan Christchurch katili, göçün doğaya açılmış bir savaş olduğu dahi iddia ediyordu.
Şu anda ortalıkta Extinction Rebellion adında bir iklim değişikliği örgütüymüş gibi davranan, asıl isimleri ise Hundred-Handers olan beyaz üstünlükçü bir grup dolaşıyor. Bunlar, eko-faşist görüşleri COVID-19 pandemisiyle de bağlantılar kurarak yaymaya çalışıyorlar.

Eko-faşist retorik, hem beyaz sömürgeciliğinin sorumluluğunun ve uzun doğa tahribatı geçmişinin hem de nüfusun çoğunun Siyahlardan ya da başka beyaz olmayanlardan oluştuğu ülkelerdeki emperyalist varlığın üzerini örtmeye yarıyor. Kapitalist sanayileşmeyi ve çevreci ırkçılığı, özellikle de devasa şirketlerin hiç durmadan kâr ve bölgesel denetim uğruna dünyayı nasıl mahvettiğini görmezden geliyor. Birçok kişi Twitter’da “asıl virüs insanlardır” deyip duruyor ve belli ki bunların birçoğu beyaz milliyetçiliğini desteklemek gibi bir niyet taşımıyor, ancak sözleri yine de çok tehlikeli bir düşünceyle ittifak halinde. Bu insanların inançları ne olursa olsun, doğanın durumu için topyekûn insanlığı suçlamak, birçoğumuzun bizzat ceremesini çektiği baskıların suçunu üzerine almasını istemek anlamına gelir.


Daha önce çokça söylendiği gibi eko-faşizm, ABD yerlilerinin doğayla olan ilişkisini görmezden gelen tahrif edilmiş bir tarih anlatısından neşet eden bir mantığa sahip. Bin yıl boyunca Yerli toplulukları Dünya ile barış ve saygı içinde hemhal olunabileceğini gösterdiler. Bu dünyada ona saygı duyarak ve onun varlığını sürdürmesine imkân vererek giyinme, beslenme, barınma ihtiyaçlarını gidermenin mümkün olduğunu şüpheye yer bırakmayacak biçimde kanıtladılar. Yerli iklim aktivistlerinden onların bilgeliğini önemseyip emeklerine kıymet vererek ve onların tuttukları yolu yol bilerek çok şey öğrenebilirdik.

Pandemi günlerinde bu kadar çok kayıp vermişken ve birçok bilinmezle karşı karşıyayken devlet ve şirketlerin gezegene kastının tahripkâr sistemlerinin bir kenara attığı varlıklara yönelik kasıtlarından ayrı düşünülemeyeceğini anlamalıyız. Sosyal medyada “asıl virüs insanlardır” türünden laflar ettiğinizde bilin ki beyaz üstünlükçülerinin retoriğini tekrarlamış oluyorsunuz sadece. Böyle yapmak yerine sizi başkalarına ve kendinize bu dibine kadar eşitsiz dünyada kapitalizmin, şirketlerin-devletlerin, sömürgecilerin ve emperyalistlerin günahlarına bakmayı hatırlatmaya davet ediyorum.

Sherronda J. Brown
27 Mart 2020
Kaynak

Ekofaşizm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder