Asıl
virüs insanlar değildir. Bizler birer rahatsızlık ya da hastalık değiliz.
Hepimiz küresel koronavirüs pandemisiyle şaşkına dönmüşken bu bıktırıcı
nakaratı tekrarlamaktan vazgeçin artık. Ortalıkta şehirlerdeki yaşamın
karantinadan ötürü yavaşlamasıyla bir süredir görülmedikleri yerlerde sere
serpe gezen hayvanlara dair yalan haberler dolaşırken (ne kadar ironik, değil
mi?) oldukça çok sayıda insan, bu haberlere gezegenimizde yaşayan insanların
kendilerinin bir tür hastalık olduğunu düşündüklerini söyleyerek tepki verdi.
Hatta ozon tabakasının kendini onarmaya başlamış olması ile ilgili 2018 tarihli
bir makaleyi –şüphesiz ki makalenin tarihini ya da başlığı dışında herhangi bir
yerini okumadan ve tabakadaki iyileşmeyi birçoğumuzun toplumsal sorumluluk gereği
evlerimizden çıkmaması nedeniyle birdenbire duran insan etkinliği ile
ilişkilendirerek- dolaşıma soktular.
Bazıları
da COVID-19’u Tabiat Ana’nın intikamı, dünyanın insan virüsüne karşı
geliştirdiği aşı ya da evrenin dünyayı daha iyi hale getirmesi olarak anmaya
başladılar. Haklılıklarından emin bir biçimde onu ilahi bir müdahale yerine
koymakla kitleler halinde gerçekleşen ölümlerin ve bunlardan kaynaklanan
kolektif acının gezegenin iyiliğine değeceğini, hatta bunun gerekli olduğunu
ima ediyorlar. Bu pandemi, topluluklar ölçeğinde travma ve acının gelişmesinin
ve kötüleşmesinin önünü açtı; bu durumun bu dünyada yaşamaya hakkı olanlar için
bir nimet, hakkı olmadığı düşünülenler içinse bir ceza olduğunu belirten
söylem, sadece korkunç biçimde duygu yoksunu değil, aynı zamanda tehlikeli de.
Bu
retorik, sanayileşmeden ve çevre için tehlike arzeden uygulamalardan bugüne
kadar kâr sağlamış olanların sermayelerini büyütmenin yollarını aramaktan
vazgeçmeyeceklerini anlamamakla da malul. Nitekim Trump yönetimi, koronavirüs
bahanesiyle petrol ve doğal gaz sanayiinin karşısında bizim korunmamız için
çıkarılmış muhtelif yasaların uygulanmasından imtina ederek kamu sağlığı ve
çevre ile ilgili idari uygulamaları gevşetti bile (üstelik bu tutum, Trump’ın
zaten elektrik santrallerinden kaynaklanan kirliliği önlemeye yönelik kuralları
etkisizleştirmesinin ve suyun korunması ile ilgili federal hükümetin verdiği
güvenceleri kaldırmasının hemen ardından geldi).
Toplumsal
ve ekonomik farklılıkları sürgit kılan mevcut sömürü sistemini eleştirmek
yerine birçokları eko-feminist, korumacı, çevreci ya da ruhani ideolojilerinin
tehlikeli bir biçimde eko-faşist bir zemine kaymasına seyirci kalıyorlar; ki
bunun bize, özellikle de kıyıya itilmiş insanlara hiçbir hayrı yok. Kapitalizm,
beyazların üstün olduğu inancı ve sömürgeciliktir: insanlığın kendisi değil,
doğal yaşam alanlarının yok olmasına, sularımızın zehirlenmesine ve
gezegenimizin ve bizzat bizim sağlımızın bozulmasa neden olan odur. Bu ayrımı
yapmak zorundayız. Yapmadığımızda dünya için en tahripkâr sistemlerin dışlanmış
kesimleri gözden çıkararak iyice semirmelerine neden olmuş oluyoruz.
Eko-faşizm
–doğanın insan hayatı pahasına korunmasına yapılan vurgu- köklerini beyaz
üstünlüğü fikrinde ve yabancı düşmanlığında buluyor; bu, bilhassa gözden
çıkardığı hayatlar siyahların ve yerlilerinki olduğu için böyle. Engelli
düşmanlığı, ırkçılık ve belli sınıfların hor görülmesini toplumun iyiliği için
kimin ölüp kimin kalacağının belirlenmesinde işe koşan öjenizmle aynı yolda
ilerleyen eko-faşizm, kesinlikle soykırım çabalarının aleti olarak
anlaşılmalıdır. Charlottesville’de ortaya konmasından anlaşıldığı üzere
alternatif sağ tarafından da benimsenen Nazizmin “kan ve toprak” mantrası, bir
yerde ikametin sadece oranın yerlilerine hak olduğu ve doğanın “köksüz”
göçmenlerin sınır-dışı edilmesi ya da soykırıma uğratılmasıyla korunabileceği
iddiası, eko-faşist bir terennümden başka bir şey değil.
Eko-faşistler,
çevreyi ve doğal kaynakları korumak için insanları feda etmeye can atıyorlar,
hangi insanların ortadan kaldırılacağına karar vermeye hakları olduğuna
inanıyorlar. El Paso ve Christchurch katliamcılarının her ikisi de eko-faşist
inançlara sahipti ve “Teksas’ı işgal etmiş Hispanikler”i ve camilerde namaz
kılan insanları öldürmelerini koşullayanın bu inançları olduğuna atıfta da
bulundular. Bunlardan Christchurch katili, göçün doğaya açılmış bir savaş
olduğu dahi iddia ediyordu.
Şu
anda ortalıkta Extinction Rebellion adında bir iklim değişikliği örgütüymüş
gibi davranan, asıl isimleri ise Hundred-Handers olan beyaz üstünlükçü bir grup
dolaşıyor. Bunlar, eko-faşist görüşleri COVID-19 pandemisiyle de bağlantılar
kurarak yaymaya çalışıyorlar.
Eko-faşist
retorik, hem beyaz sömürgeciliğinin sorumluluğunun ve uzun doğa tahribatı
geçmişinin hem de nüfusun çoğunun Siyahlardan ya da başka beyaz olmayanlardan
oluştuğu ülkelerdeki emperyalist varlığın üzerini örtmeye yarıyor. Kapitalist
sanayileşmeyi ve çevreci ırkçılığı, özellikle de devasa şirketlerin hiç
durmadan kâr ve bölgesel denetim uğruna dünyayı nasıl mahvettiğini görmezden
geliyor. Birçok kişi Twitter’da “asıl virüs insanlardır” deyip duruyor ve belli
ki bunların birçoğu beyaz milliyetçiliğini desteklemek gibi bir niyet
taşımıyor, ancak sözleri yine de çok tehlikeli bir düşünceyle ittifak halinde.
Bu insanların inançları ne olursa olsun, doğanın durumu için topyekûn insanlığı
suçlamak, birçoğumuzun bizzat ceremesini çektiği baskıların suçunu üzerine
almasını istemek anlamına gelir.
Daha
önce çokça söylendiği gibi eko-faşizm, ABD yerlilerinin doğayla olan ilişkisini
görmezden gelen tahrif edilmiş bir tarih anlatısından neşet eden bir mantığa
sahip. Bin yıl boyunca Yerli toplulukları Dünya ile barış ve saygı içinde
hemhal olunabileceğini gösterdiler. Bu dünyada ona saygı duyarak ve onun
varlığını sürdürmesine imkân vererek giyinme, beslenme, barınma ihtiyaçlarını
gidermenin mümkün olduğunu şüpheye yer bırakmayacak biçimde kanıtladılar. Yerli
iklim aktivistlerinden onların bilgeliğini önemseyip emeklerine kıymet vererek
ve onların tuttukları yolu yol bilerek çok şey öğrenebilirdik.
Pandemi
günlerinde bu kadar çok kayıp vermişken ve birçok bilinmezle karşı karşıyayken
devlet ve şirketlerin gezegene kastının tahripkâr sistemlerinin bir kenara
attığı varlıklara yönelik kasıtlarından ayrı düşünülemeyeceğini anlamalıyız.
Sosyal medyada “asıl virüs insanlardır” türünden laflar ettiğinizde bilin ki
beyaz üstünlükçülerinin retoriğini tekrarlamış oluyorsunuz sadece. Böyle yapmak
yerine sizi başkalarına ve kendinize bu dibine kadar eşitsiz dünyada
kapitalizmin, şirketlerin-devletlerin, sömürgecilerin ve emperyalistlerin
günahlarına bakmayı hatırlatmaya davet ediyorum.
Sherronda J. Brown
27 Mart 2020
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder