Birinci
Bölüm:
Marksizm ve İktidar Sorunu
A)
İktidar Sorunu ve Silahlı Mücadele Üzerine Genel Görüş
Şununla
başlayalım: Herhangi bir Marksist devrimci örgüt, iktidar stratejisi ve silahlı
mücadele konularını ne zaman göz önüne almalıdır?
1-
İlk başta, sosyalist bir devrimin içerik olarak enternasyonal, biçim olaraksa
ulusal olmasını aklımızda bulundurarak, dünyadaki kapitalist ekonomik durumun
analizine girişmeliyiz. Daha sonrasında ise devrimci mücadelenin bölgedeki ve
ülkedeki ekonomik durumunu, “gerçek” bir devrim için üs kurmamıza olanak
sağlayacak olan üretici güçlerin gelişimini (o da geliştiriyorsa tabii), devrimci sınıfların mevcudiyetini, politik üstyapı ile sosyal
yapının ilişkisini, eşitsiz gelişme içinde bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye
değişen durumları, ekonomik, politik, kültürel vb. şeylerin muhtemel somut
durumlarını ve bileşimlerini hesaba katmalıyız.
Bu
analiz: a) devrimin ilerleyişi ve eşitsiz gelişimin olduğu dünyanın farklı
bölgelerinde tutturduğu farklı ritmi, b) muhtemel devrimci sınıf(lar)ı ve onun
müttefiklerini, c) her ülkede farklı durumlar içinde o anki görevlerin
(sosyalist, demokratik, milliyetçi vb. öncelikler) tahlilinde yardımcı
olacaktır.
2-
İkinci olarak ise sınıflar arasındaki güç ilişkilerini tahlil etmeliyiz.
Karşı-devrimci toplumsal güçlerin örgütlenişini, bileşenlerini, devletin mevcut
karmaşıklığını ve seviyesini, askeri tekniğin ve ordunun gelişmesini, iç
çelişkileri, hem ulusal hem de uluslararası düzlemde göz önüne almalıyız. Aynı
zamanda devrimci güçlerin örgütlenişini ve gücünü, tecrübesinin ve bilincinin
devrimci bir parti yaratmaya yeterli olup olmadığını, eğer oluşturulduysa
silahlı kanat ve ister zayıf olsun ister güçlü, bu silahlı kanadın
karakteristiklerini de bilmeli ve ona göre yön çizmeliyiz. Bu ikinci durum, a)
devrimci mücadelenin geleceğini (kısa olup olmayacağını, ulusal düzlemde mi
yoksa iç savaş şeklinde mi ilerleyeceğini ya da her ikisinin bir kombinasyonu
olup olmayacağını, ilerleyen safhalarda özel durumlar ve güç ilişkileri altında
sahip olacağı karakteristikleri) görebilmemize olanak sağlayacaktır. Bu tahlil
önemlidir çünkü attığımız her adımla, yüklendiğimiz her görevle birlikte
devrimci mücadelenin karakteristiğini ve stratejisini belirlerken (savunma ya
da saldırı durumu, silahlı mücadelenin yaygınlık durumu vb.) sadece şimdi
attığımız adımı değil, b) ülkeden ülkeye, tarihin farklı safhalarında
değişkenlik gösteren, devrimin zaferi için gereken maddi koşulları sürekli
hatırlatacak ve gelecekte atacağımız adımı da şekillendirecektir.
Sonuç
olarak, bir iktidar stratejisi oluşturabilmek için, ekonomik, politik ve askeri
durumu dünya, kıta, bölge ve ülke konjonktüründe buluşturarak şartları göz
önünde bulundurmalıyız. Tüm bu durumları incelerken devrimci savaşın evreleri,
her evrede birincil ve ikincil görevler, bunların süreci, politik ve askeri
karakteristikleri ve hangi durumda hangi şartlar altında devrim için iktidarın
alınabileceği konularına daha net yaklaşabileceğiz.
Stratejik
bir konjonktür ve çeşitli evrelerin değerlendirmesi olmadan parti, körü körüne
hareket edeceği için, kitleleri muzaffer bir devrime ulaştıramayacaktır.
Empirik bir aceleciliğe bağlı olarak, devrimin stratejik zaferini birkaç
taktiksel başarının matematiksel hesabına mahkûm edecektir. Bu durumda devrimci
savaşın belirleyici (determinist) yönü dikkate alınmaz. Oysa içerdiği çeşitli
evreleriyle durumun bütünü göz önünde bulundurulmalıdır. Durumun tümünü gören
bu kavrayış, bu bütünü yönlendirmeyi kolaylaştırmasının yanı sıra, farklı
evrelerin taktiksel vizyonuna kendini kaptırarak maceracılığa ya da oportünizme
düşmeyi engelleyen tek ihtimal olarak öne çıkar.
Şimdi
sorunun ikinci kısmına geçelim: bir kere stratejimiz, duruma ve farklı evrelere
ilişkin görüşümüz belirlendikten sonra her aşamaya uygun ve stratejimize bağlı
olarak mücadele ve askeri taktikler farklı sorunlarla karşılaşacaktır.
Şimdi
bu sorunlara yönelik birkaç Marksist görüşü ele alalım:
a)
Diğer siyasi eğilimlerle karşılaştırırsak devrimci Marksizm, devrimci
mücadelenin bütün yöntemlerine ayrı ayrı önem atfeder, hiçbirisini ajandasından
çıkarmaz (sendikacı bir anlayışla sadece ekonomik amaçlar için greve gidilmesi,
reformistlerin legal ve parlamenter mücadele yolu, anarşistlerin terörizmi
gibi). Marksizm, bu mücadele yöntemlerini uydurmaz. “Devrimci bilinci
yaygınlaştırmak, örgütlemek ve beslemek” (Lenin, Gerilla Savaşı) için devrimci mücadelenin
akışına tabi kılar.
b)
Marksizmin bizden istediği şey, devrim ihtimalinin olduğu bir evrede o anın
somut şartlarını dikkate alarak mücadele yöntemlerine odaklanmamız ve bu
şartlara göre devrimin temelinin ve ek donanımlarının neler olabileceğini
keşfetmemiz. Genel anlamda: burjuva rejiminin istikrar döneminde parlamentarizm
ve sendikacılık temel mücadele yöntemleri olarak görülebilir. Rejimin kriz
dönemlerinde ise temel olan, silahlı mücadele ve ayaklanmadır. Bu şekilde
devrimci parti, genel iktidar stratejisine ve evrenin özelliklerine göre,
kitleleri en uygun mücadele biçimleriyle yönlendirebilecektir.
c)
Marksizm, verili andaki muhtemel ve mevcut mücadele yöntemleriyle
sınırlandırılamaz. Biliyoruz ki Marksizm, değişen koşullarla birlikte
kaçınılmaz bir şekilde yeni mücadele yöntemlerine ihtiyaç duyacaktır. Devrimin
eşitsiz ve bileşik gelişimi de göz önüne alındığında, birçok kez yeni bir
evreye geçmek için gerekli olan mücadele biçimleri, önceki evredeki atalet ve
hareketsizlikten dolayı, kitleler tarafından nispeten geç kabul görür. Onun
için de devrimcinin görevi, devrimin mevcut olan evresinde kitleleri en uygun
mücadele yöntemleriyle örgütlemektir.
Bu
bahsedilen yönleri bir an için unutmadan, Engels gibi Lenin'in de “sürekli
tekrarlamaktan, Marksistlere idrak ettirmeye çalışmaktan” yorulduğu şu noktaya
da değinmeliyiz: “Askeri taktikler, askeri tekniğin seviyesine bağlıdır.” Lenin
bunu şöyle açıklıyor: “Askeri teknik, bugünlerde on dokuzuncu yüzyılın
ortalarında olduğu gibi değildir. Toplara karşı insan kalabalıklarıyla yürümek,
barikatları tabancalarla savunmak delilik olur.” (tüm bu alıntılar “Moskova
Ayaklanmasından Alınacak Dersler”den). O halde parti, modern askeri tekniğe
uygun olarak modern askeri taktik geliştirmede de öncü rolünü oynamalıdır.
B)
İktidar Stratejisinin Tarihsel Evrimi ve Devrimci Marksizmde Silahlı Mücadele
İktidar
ve silahlı mücadele stratejisini incelemek için göz önünde bulundurulması
gereken genel ilkeleri önce belirttikten sonra, şimdi bu sorunların
zamanlarının somut koşullarında nasıl çözüldüğünün, büyük devrimci Marksist
önderler ve teorisyenlerle birlikte bir incelemesini yapalım.
MARKS
ve ENGELS
Marks
ve Engels, gücün işçi sınıfının lehine dönmesi için, üretici güçlerin gelişme
koşullarına ve geçen yüzyıldaki Avrupa'nın kendine has askeri tekniğine uygun
olarak bir strateji geliştirdiler. Burada iki döneme dikkat çekmeliyiz: 1895'e
kadar sahip oldukları anlayış ve Engels'in 1895'ten sonra sahip olduğu anlayış.
1895'e kadar Marks ve Engels için sorun, proletaryanın isyancı, hızlı ve
şiddetli bir eylemde, büyük şehirlerdeki orta tabakaları da arkasında
sürükleyerek, barikatlarla sokakları ele geçirmesiydi. Burada, [Fransa'da
Sınıf Savaşımları 1848-50'nin girişinde] Engels'in de “en büyük
tuhaflıklardan biri” dediği gibi, “iki ordu arasındaki savaşta zafer” kazanmak
için izlenen bir yol değildi. Fakat esas olan şey “Birbiriyle savaşmakta
olan iki ülkenin savaş meydanında devreye girmeyen ya da daha az bir önemde
devrede olan moral faktörleri üzerinden askerleri zayıflatmaktır. Eğer bu
hedefe ulaşılırsa askerler itaat etmez ve onlara emir yağdıranlar kendilerini
kaybeder. Ulaşılamadığı takdirde ise, askerlerin sayısı az olsa bile,
(isyancılar için) teçhizatta ve yönlendirmede, liderliğin birliğinde, eldeki
güçlerin bir plana ve düzene göre kullanımında üstünlük gereklidir.”
Bu
stratejiyi şu düşünceleri göz önünde bulundurarak yapılandırmışlardır:
1)
devrimin neredeyse yalnızca işçi ve kentsel niteliği,
2)
Tüm orta tabakaların proletaryanın etrafında toplanması ve liberalizmin en
romantik idealleriyle ifade edilen sosyalizmin gençliği ve kuvveti,
3)
Burjuvazinin askeri güçlerinin ve teçhizatının zayıflığı. (Onların zamanında
emperyalizm yoktu).
1895’e
gelindiğinde Engels, yüzyılın büyük işçi devrimlerinin ve ayaklanmalarının bir
değerlendirmesini yaparken, Marks ile o zamana kadar üstünde durdukları bu
stratejiyi, gerçekleşen şu değişiklikler ışığında yeniden değerlendirir:
1)
1849 itibariyle zaten “Burjuvazi her yerde hükümetlerden yana geçmişti.”;
ek olarak “Halkın bütün katmanlarının sempatisini toplayacak yeni bir
ayaklanma pek güç olacaktır; sınıf savaşımında, bütün orta katmanlar, hiçbir
zaman, karşı yönde, yani burjuvazinin çevresinde toplanmış gerici partiyi hemen
hemen tamamen ortadan kaldıracak biçimde, yalnızca proletaryanın çevresinde
toplanmayacaklardır kuşkusuz. Şu halde, ‘halk’, her zaman bölünmüş görünecektir
ve bundan dolayı güçlü bir kaldıraç, 1848’de o kadar yüksek etkinliği olan bir
kaldıraç eksik olacaktır; asker, barikatların ardında artık ‘halkı’ değil,
asileri, kışkırtıcıları, yağmacıları, her şeyi paylaştırmak isteyenleri,
toplumun tortusunu görüyordu.”;
2)
orduların büyümesi ve karşı-devrimci savaşa özel hazırlık;
3)
kısa süre içinde büyük askeri yoğunlaşmalara olanak sağlayan demiryollarının
inşası;
4)
silahçı dükkânlarının av ve hobi silahları —polis daha önceden namlu
diplerinden bir parçalarını çıkartıp kullanılmaz hale getirmemiş bile olsa—
yakın çatışmada dahi askerin mekanizmalı tüfeğinin yanında para etmez, büyük
kentlerde kurulan mahallelerin uzun, dümdüz ve geniş caddeleri, yeni topların
ve yeni tüfeklerin etkinliklerine uyarlanmış gibidir.” Buradan şu analizi
yapıyor Engels: “Baskın saldırıların, bilinçsiz yığınların başında bilinçli
bir küçük azınlık tarafından gerçekleştirilen devrimlerin zamanı geçti. Toplum
örgütlenmesinin tümüyle dönüşümünün söz konusu olduğu yerde, yığınların
kendilerinin de içinde yer almaları, neyin söz konusu olduğunu, kendilerinin ne
için işe karıştıklarını bedenleri ile, ruhları ile, önceden anlamış olmaları
gerekir. Şu halde bir sokak çatışması, gelecekte, ancak bu elverişsiz durum
başka etmenlerle giderildiği takdirde başarılı olabilir. Onun için, sokak
çatışması, büyük bir devrimin başlarında, gelişmesi sırasında olduğundan daha
seyrek olacaktır ve bu işe daha büyük kuvvetlerle girişmek gerekecektir. Ama o
zaman da bu kuvvetler, bütün Fransız Devrimi’nde ya da 4 Eylül ve 31 Ekim
1870’te Paris’te olduğu gibi, kuşkusuz, açık saldırıyı pasif barikat taktiğine
yeğ tutacaklardır.”
Bu
analizle tutarlı olarak Engels, Avrupa sosyal-demokrasisinin “genel oy
hakkını legalite içinde bir genişleme avantajı olarak kullanmaktan bahsederek” sosyalistler,
önceden halkın büyük kitlesini, yani bu durumda köylüleri kazanmadıkça,
kendileri için sürekli bir zaferin olanaklı olmadığını giderek daha iyi
anlıyorlar. Yavaş giden propaganda çalışması ve parlamenter etkinlik, orada da
(Fransa), partinin dolaysız görevi olarak kabul edilmiştir.” diyor.
Oportünist
Alman sosyal-demokrasisi ise “her ne pahasına olursa olsun şiddete karşı
kendi barış taktiklerine hizmet edecek” (Engels’in Lafargue’a 3 Nisan 1895
tarihli mektubu) şekilde bölük pörçük ve tahrif ederek yayınlamıştır bu
çalışmayı. Biz Engels’in bu çalışmasının Avrupa sosyal-demokrasisinde reformist
bir dejenerasyona yol açtığını söylemiyoruz; onun gerçekleşmesi toplumsal
nedenlerle alakalıydı. Fakat bu çalışmaya dayanarak Alman sosyal-demokrasisi
parlamenter ve reformist çizgisini geliştirmiş ve aklamaya çalışmıştır.
LENİN
Sosyal-demokrasinin
reformizmine karşı, klasik anlayışın unsurlarını almış olsa da temel olarak
kendininkini farklı kılan şekilde Rusya’nın somut koşulları için bir iktidar
stratejisi hazırlamıştır Lenin. Klasik iktidar anlayışına göre Rusya’nın somut
koşullarında iktidar, genel ayaklanmayla ele geçirilecekti; işçi ve kent
karakterli bu ayaklanmada işçiler, kendi tarım devrimlerini yapmakta olan
köylülere önderlik edecekti ve geçen yüzyıldaki büyük Avrupa devrimlerine
benzer olarak, çarcı ordunun büyük bölümü kazanılacak, ordudan gelen silahlar
ve askerlerle devrimci bir iktidar kurulacaktı.
Ancak
Lenin, ayaklanma anlayışında birkaç yeni anlayışı ortaya koyuyor:
1.
Devrim, aniden gelişen bir ayaklanma ile değil, uzun süreli bir iç savaş ile
olacaktır. Kautsky’nin takdirine rağmen: gelecekteki devrim […] hükümete
karşı ani bir isyandan daha ziyade, uzun süreli bir iç savaş olacaktır. Lenin
cevap veriyor: Kesinlikle öyle! Aynı zamanda Avrupa devriminde de böyle
olacaktır. (Lenin’in 1905 Devrimi hakkındaki raporundan) Lenin’e göre bu
uzatmalı iç savaşın karakteristiği nedir? 1906’da yazmış olduğu “Gerilla
Savaşı” adlı yazısında şöyle açıklıyor: “Avrupa'daki burjuva devrimleriyle
kıyaslandığında Rus devrimindeki mücadele biçimleri sahip olduğu muazzam
çeşitlilikle ayrışır. 1902’de Kautski, geleceğin devriminin (bir ihtimal Rus
devriminin istisna teşkil edeceğini ekleyerek), halkın yönetime karşı mücadelesinden
çok, halkın iki kesimi arasındaki mücadele biçiminde gerçekleşeceğini
söylediğinde bunu kısmen öngörmüştür. […] Başkaldırının tüm ülkeyi
kucaklayan uzun süreli bir iç savaş, yani halkın iki kesimi arasındaki silâhlı
bir mücadele şeklinde daha yüksek ve daha karmaşık bir biçimi varsayacağı
kesinlikle doğal ve kaçınılmazdır. Böylesi bir savaş, nispeten uzun aralıklarla
gerçekleşen birkaç büyük çarpışma ile bu aralıklardaki çok sayıda gerçekleşen
küçük çarpışmadan oluşan bir çatışmalar dizisinden başka bir şey olarak
düşünülemez. Tüm bunlar yaşanacaksa –ki bu şüphe götürmez bir gerçekliktir-
sosyal-demokratların bu büyük çarpışmalarda ve aynı zamanda da olabildiği
kadarıyla, ilgili küçük çatışmalarda kitlelere en iyi bir biçimde önderlik
edecek örgütlerin yaratılmasını kendilerine görev edinmeleri kesinlikle
zorunludur.”
Lenin,
ayaklanmanın ancak uzatmalı bir iç savaşla zafere erişeceğini söylüyordu. Çünkü
sıkı ve güçlü şekilde örgütlenmiş devlet iktidarının karşısında proletarya
henüz zayıftı. Uzun süren bir iç savaş sırasında proletarya güç ve tecrübe
kazanacak, savaşın içinde kurulmuş ve sınanmış merkezî ve temkinli bir partiye
sahip olacak, aynı zamanda savaşın devrimci yükseliş zamanlarındaki “büyük
çarpışmaları” içinde ve devrimci ricattaki “küçük çatışmaları”
içinde sınanmış ve bileylenmiş bir devrimci ordu yaratacaktı.
Proletarya
yeterli tecrübeyi edinip savaşın içinde sınanan partisi ve ordusu, su verilmiş
çelik gibi sertleşince; burjuvazinin ordusu dağılmaya yüz tutup ara tabakalara
yabancılaşınca; ancak o zaman ayaklanma zafer elde edebilirdi.
Lenin
için devrim, yükselişler ve alçalışlarla; zaferler ve yenilgilerle dolu bir
sarmaldı. Bunlarla birlikte devrimci sınıflar her zaman, kendilerini bir üst
basamağa çıkaracak olan tecrübe ve örgütlülüğe sahipti. Burjuvazi bu sarmalı
ancak, üretici güçlerin gelişmesi sorununa çözüm bularak kesebilirdi.
2.
Lenin, Troçki ile birlikte, Rus devriminin zaferi için genel şartları
veriyor.(genelde kendi zamanları için tüm Avrupa’ya uygulanabilir). Bunlar
şöyledir, birincisi: “Mevcut toplumsal rejimin bir ülkenin gelişmesindeki
temel sorunları çözememesi” (Troçki, Rus Devrimi’nin Tarihi) İkincisi:
“Tarih tarafından önlerine konulan sorunları çözümleyebilecek ve ulusun
dizginlerini eline alabilecek bir sınıfın” varlığı (agy). Bu sınıf,
proletarya, “yeni bir politik bilince” (devrimci bilince) sahip olduğunda,
devrimci parti ve devrimci ordunun ikili iktidarını yaratabildiğinde ulusun
dizginlerini ele alabilmede “mahir” olur. Üçüncüsü: “ara
tabakaların memnuniyetsizliği”, ve “bu tabakaların, proletaryanın
cesurca giriştiği devrimci inisiyatifi sürdürme eğilimi" (agy). Dördüncüsü:
“sınıfının öncüsü olarak birleşik ve sağlam bir devrimci parti” (agy).
Beşincisi: “bu partinin Sovyetler ya da başka kitle organlarıyla
şu ya da bu şekilde kombinasyonu” (agy); ve altıncısı: “devrimci
bir ordu olmadan ayaklanmanın zaferi hayal olacağı için, devrimci ordu” (Lenin:
“Iskracı Taktiğin Son Sözü”).
3.
Lenin'in klasik anlayışa kattığı temel öneme sahip taktik unsurların (taktik,
çünkü bunlar uzatmalı savaşa tabidir) şunlar olduğunu söyleyebiliriz: a) Sıkı
bir merkeziyete sahip ve profesyonel devrimciler tarafından önderlik edilen bir
yeraltı partisi, b) silahlı mücadelenin her iki formda da “büyük çarpışmalar”da
olduğu gibi, ricat zamanlarındaki “çok sayıda küçük çatışmalar”da da
uygulanması (Lenin'in Gerilla Savaşı'nda bahsettiği cinsten) c) Devrimin
zaferi için gerekli olan partinin askeri hazırlığı ve proletaryanın silahlı
müfrezelerinin yaratılması (bunun için parti dur durak bilmeksizin bir
propaganda, ajitasyon ve örgütlenme kampanyasına girişmelidir), bu güçlerin
gerilla savaşı içinde ve “çetin, karmaşık ve uzun geçecek uzatmalı iç savaş”ta
tecrübe kazanması, ayaklanma durumunda proletaryayı silahlandırması gerici
ordunun kolunu kanadını kırması gerekir. Bu müfrezeler partinin önderliği
altında hareket eder ve eylemleri yalnızca askeri gelişiminde değil, parti
faaliyetlerinin, parti düşmanlarının fiziksel olarak ortadan kaldırılması ve
kamulaştırmalar yoluyla maddi desteğin sağlanmasıyla da güvence altına
alınmasına hizmet etmesi, d) genel ayaklanma çağrısı, “devrimin nesnel şartları
olgunlaştığında” ve “kitlelerin eylem için cesareti ve hazırlığı çeşitli
vesilelerle ortaya çıktığında”, nesnel koşullar bir krizi belirginleştirdiğinde
ve ortada güçlü ve hazırlıklı bir devrimci ordu olduğunda yapılmalıdır.
4.
Lenin, askeri açıdan kesinlikle olağanüstü bir taktiksel katkı sağlıyor.
Engels'in, burjuvazi ordusunun henüz tam bir krize girmediği, en azından
devrimin ilk aşamalarında askeri pozisyonları savunmanın imkansız olduğunu
kanıtladığını gördük. Ancak Engels bu soruna askeri bir çözüm sunmamıştı.
Lenin,
Engels tarafından varılan temel sonuçtan başlıyor: “Askeri taktikler, askeri
tekniğin seviyesine bağlıdır.” Ve şu şekilde geliştiriyor: “Askeri
teknik bugünlerde on dokuzuncu yüzyılın ortalarında olduğu gibi değildir.
Toplara karşı insan kalabalıklarıyla yürümek, barikatları tabancalarla savunmak
delilik olur. Kautsky, Moskova olaylarından sonra Engels'in bu konudaki
yargılarının yeniden göz önüne alınmasının tam zamanı olduğunu ve Moskova'nın
‘yeni barikat taktikleri’ getirdiğini yazarken haklıydı. Bu taktikler gerilla
savaşı taktikleridir. Böyle bir taktik için gereken örgüt, çok küçük ve
hareketli birliklerdir; on kişilik, üç kişilik, hatta iki kişilik birlikler.” (“Moskova
Ayaklanmasından Alınacak Dersler”, 29-8-05). Gördüğümüz gibi Lenin,
proletaryanın kendisinden teçhizat ve organizasyon olarak üstün düşman
kuvvetlerine karşı verilen mevzi savaşları yerine konulan şehir gerillasının
kâşifi ve geliştiricisidir.
Lenin'in
öngördüğü koşulların ve durumların birikmesi gerçekleştiğinde, zafer devrimin
olur. Bu zaferden sonra, belkemiği devrim sırasında Bolşevikler tarafından inşa
edilen eski devrimci ordu (ya da ismi Kızıl Muhafızlar olan) güçlerle Kızıl
Ordu örgütlenir. İç ve anti-emperyalist savaş, Rus burjuvazisi ve emperyalizmin
birleşmiş saldırısına cevap vermek için iktidarın ele geçirilmesinden sonra
gerçekleşir.
Leninizmin
tüm stratejik ve taktik anlayışı, işçi sınıfının ve Rus köylülüğünün, Marksizm
için gerçeğin son kriteri olan pratikte doğruluğu kanıtladı, çünkü devrimin
dinamiklerinin ve zamanın askeri tekniğinin seviyesinin tespitine dayanıyordu.
Lenin,
Rus toplumunda hangi sınıfın öncü sınıf olduğuna açıkça işaret ediyordu: sanayi
proletaryası ve buna öncülük eden Petrograd, Riga ve Varşova işçileri; bu
sınıfın temel müttefiki köylüler ve burjuva ordusunu dağıtacak olan; işçiler,
köylüler ve askerler arasında yoğun şekilde gerçekleştirilen ve doğrudan
çatışmalarla, proletaryanın silahlı müfrezeleriyle gerçekleşecek “gerilla
savaşı” -ki bu aşamada devrimci ordu, devrimin zaferinin “maddi gücü” inşa
edilir- ile kombine edilmiş siyasi çalışma.
Bütün
bu konsept, kapitalist gelişme içinde bir tarım ülkesi olan ve otokratik
rejiminin orta sınıfları proletaryanın kucaklarına attığı, temelinde “ekmek,
barış ve toprak”a aç olan işçi ve köylülerden teşkil olmuş ve
emperyalistler arası savaşlarda yıpranmış ordusu ve emperyalistlerin arasındaki
çelişkilerin imkan vermemesinden dolayı dünya çapında bir karşı-devrimci
seferin olmadığı bir zamanda gerçekleşmiş devrimin, ulus çapındaki düşman
ordusuyla, yine ulus çapındaki üretici güçlerin gelişimine bağlı olarak bu
düşman ordusunun sahip olduğu teçhizat ve örgütlenmeye ve verdiği mücadeleye
göre Rusya'ya tamı tamına uyuyordu.
TROÇKİ
Hareketimiz,
Marksizmin Stalinizmin himayesinde yozlaştırılması ve Avrupa devriminin
yenilgisi döneminde Marksizm-Leninizmin devrimci anlayışını canlı tutmak için
mücadele ediyor.
Hareketin
programı genelde birinciye, Stalinizme yönelmiştir. Faşizme karşı mücadele
esasen gerekli ve doğruydu; ancak faşist ve Stalinist baskının en iyi kadroları
fiziksel olarak tasfiyesi, doğru programı kitlelerle ulaştırmanın olanaklarını,
yani devrimci örgüt ihtimalini acı çektirerek zayıflattı.
Sahip
olduğumuz geçici program iktidar konusuna oldukça hassas yaklaşmakta ve
“kitlelerin devrimci seferberliğinin somut koşullarını ve aşamalarını şimdiden
öngörmek zordur.” önermesini sunarken, öte yandan da Marksizmin şimdiye kadar
sunmuş olduğu en mükemmel yolda ilerlemede, ilerideki proletarya ordusunun
embriyosunu teşkil edecek olan silahlı müfrezelerin ve işçi milislerin
oluşturulması gibi proletaryanın geçici görevlerini tayin etmektedir.
Açık
bir iktidar stratejisinin yokluğunun olduğu yerlerde bizim programımız geri
bıraktırılmış, devrimin tarım ve anti-emperyalist karakterde olduğu ülkelerde
net bir görünüme sahip olur. Geçici programımız bu problemi esasen olması
gereken, doğru sloganları vererek çözer: toprak devrimi, ulusal egemenlik,
ulusal meclis; fakat mücadelenin hangi çeşitlerinin gerekliği olduğu, devrimin
ileri safhalarında hangilerinin gerekli olacağı gibi değerlendirmeleri de göz
önünde tutma noktasında bu sloganlar, saydıklarımızı ihmal edebiliyor. Başka
bir deyişle, köylülüğün rolü, ileride kurulacak olan devrimci orduya giden
yolda kırda başlatılan gerilla savaşının rolünü küçümsüyor ve bir iç/ulusal
devrimci savaşı –ki bu tarım, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerindeki devrimin
karakteridir- ihmal ediyor.
Temel
olan şudur ki, işçilerin silahlandırılmasını aşırı-sol olarak gören ve
lafazanlıklarıyla köhne sosyal-demokrat kavrayışın bile gerisine düşen
kişilerin aksine, hareketimiz her daim gerilla savaşının, proletaryanın
silahlandırılmasının ve işçi sınıfının içinden çıkacak yeni silahlı gövdelerin
gerekliliğini dillendirmiştir. Şimdi bu geçici programda bunların nasıl ele
alındığını görelim: küçük-burjuva demokratları -hatta sosyal-demokratlar,
sosyalistler ve anarşistler bile- faşizme karşı savaş çağrılarını en gür sesle
yaparken, en erken teslim olanlar olmuştur. Faşist çeteler ancak silahlı işçi
müfrezeleri tarafından muzafferâne şekilde karşılanabilir. Faşizme karşı savaş
liberal sayfalar karalamakla başlamıyor, fabrikada başlıyor ve sokakta bitiyor.
Fabrikalardaki sarı unsurlar ve jandarmalar, faşizmin temel hücreleridir; grev
gözcüleri, proletarya ordusunun temel hücreleridir. O yüzden oradan başlamak
gerekir. Bu sebeple bu slogan, sendikaların devrimci kanatlarının programlarına
kazınmalıdır.
“En başta gençlik
örgütleri olmak üzere, nerede imkan varsa orada pratik olarak öz-savunma
milisleri oluşturulmalı, bunlar silahlandırılmalı ve silahlanma konusunda
eğitilmelidir.” Gelmekte olan yeni kitle hareketi dalgası sadece bu milislerin
sayısını artırmakla kalmamalı, aynı zamanda bunları mahallelerde, kentlerde ve
bölgelerde de birleştirmelidir. Grev kırıcılara, faşist çetelere karşı
proletaryanın öfkesine örgütlü bir ifade vermek şarttır. İşçi milislerinin;
örgütlerimizin, toplantılarımızın ve işçi basınının yılmaz savunucusu ve tek
garantisi olduğu sloganını dile getirebildiğimiz her yerde dillendirmeliyiz.
“Sadece ajitasyon ve propagandadaki sistematik, sürekli, yorulmak bilmez, cesur
bir çalışma yoluyla ve her zaman kitlelerin kendi deneyimleriyle ilişkili
olarak, işçilerdeki uysallık ve edilgenlik gelenekleri bilinçlerinden
silinebilir; tüm işçilere örnek teşkil edebilecek kahraman savaşçıların
müfrezelerini eğitin; karşı-devrim gruplarını bir dizi taktik yenilgiye
uğratın; sömürülenlerin özgüvenini artırın; küçük burjuvazinin gözünde faşizmi
küçük düşürün, aşağılayın ve proletarya için iktidarın fethinin yolunu açın.”
Gördüğümüz
gibi hareketimiz, henüz net ve kesin bir iktidar stratejisi sahibi olmasa da,
geçiş programının, en başta kendini savunma amaçlı olarak kurulan ve ilerideki
proletarya ordusunun embriyosu olacak olan proletaryanın silahlı müfrezelerine
vurgusu ve çağrısı açıktır.
MAOİZM
Mao,
iktidar stratejisini Çin devriminin ve onun öncüsünün tanımlanmasıyla tertip
eder. Devrimin şu niteliklerine vurgu yapar:
1)
Çin “politik ve ekonomik olarak eşitsiz gelişmiş, büyük bir devrim görmüş
yarı-sömürge bir ülkedir.”
2)
“Toprak devrimi”. Bu iki nitelikten Mao şu sonucu çıkarır: işçilerin ve
kentteki devrimin yenilgisinden sonra, anti-feodal Çin burjuvazisinin ordusu
olan Kuomintang ordusundan ayrılarak kurulan Kızıl Ordu; parti ve kızıl ordu ve
Çin’in eşitsiz gelişimini ve topraklarının genişliğini lehine çevirmeli,
iletişim araçlarının olmadığı ve gerici orduların yetişemeyeceği en uçtaki
erişilemez yerlerde bile “üs” örgütlenmeli. Bu “üs”lerden tarım
devrimine dayanarak devrimi iktidar örgütlenmeli ve “kırlardan şehirleri
kuşatmaya” yeterli gücü olana dek kızıl ordu tahkim edilmeli. Mao’ya göre bu
mümkündü çünkü Çin, Çin Komünist Partisi ve onun komutası altındaki Kızıl Ordu
ile, sürece katılan kitleler ile birlikte büyük bir devrimden (1925-27)
geçmişti.
3)
Üçüncü nitelik, düşmanın büyük bir kuvvete sahip oluşuydu.
4)
Dördüncü olarak, Kızıl Ordu güçsüz ve küçüktü. Bu iki nitelikten Mao, Lenin’in
vardığı sonuca ulaşır: Devrim, uzun soluklu bir savaş olacaktır. Bunun somut
şekli, “düşmanın kuşatma ve imha seferlerine karşı seferler” olacaktır.
Bu “karşı-seferler aynı zamanda düşmanı kuşatma ve imha niteliğine de sahip
olacaktır. (Alıntılar “Gerilla Savaşı’nın Stratejik Problemleri”nden)
Böylece
Mao, Leninist iktidar stratejisinin, parti tarafından yürütülen kesintisiz
silahlı mücadele, uzun soluklu savaş ve gerilla savaşı gibi temel öğelerini
alır. Sosyal coğrafi özellikler (gerici ordunun erişemeyeceği yerlerde
varlığını sürdürmek ve devrimin tarım karakteri) ve teknik-askeri özellikleri
de (şehirlerde ve mevzilerde, iyi silahlanmış güçlü bir orduyla karşı karşıya
gelememek) göz önüne alarak, çubuğu işçi ve kent devrimi kavramlarımdan toprak
ve köylü devrimine doğru büker.
Lenin’de
aşağıdan yukarıya doğru sarmallanan “uzun soluklu savaş” Mao’da kent
proletaryasının taşkınlığıyla, ilerlemeler ve çekilmelerle, zikzaklarla yine
aşağıdan yukarıya doğru bir sarmaldır. Kızıl Ordu, düşmanla girişilen “bin
tane taktik muharebe”de niceliksel olarak büyüyecek, doğrudan hedefine
gitmek için zikzaklı bir şekilde ilerleyecek, büyümesi proletaryanın ve
köylülüğün iniş ve çıkışlarına nispeten bağımsız bir şekilde gerçekleşecekti
(bunlar onun istihkâmını etkileyecek olsa da). 1928’den 1936’ya kadar süren ilk
devrimci iç savaş döneminde, yani Japon emperyalist müdahalesi gerçekleştiğinde
Mao, kent proletaryasının mücadelelerine büyük bir önem verdi. Fakat bunlar her
zaman uzun soluklu savaşta gerillaların ve köylülerin Kızıl Ordusunu yaratma
stratejisine tabiiydi. Daha sonra Japon emperyalistlerinin müdahalesi
gerçekleştiğinde Mao, kentleri kuşatabilecek güçteki köylü ordusuna
bağımlılıklarından ve büyük şehirlerdeki Japon işgalinden dolayı, bu
kentlerdeki kent proletaryasının silahlı ayaklanmaları üzerine daha az eğildi.
Mao’ya
göre, Lenin ve Troçki’nin Rusya için analiz ettiği devrimin zaferinin genel
şartları, Çin için kökten farklıydı. Öncelikle, Çin devriminin durumu şuydu:
1)
Devrim, iktidarı ele geçirmeden önce emperyalist işgal gücüne (Japonlar) karşı
savaşılmalıydı.
2)
Her ikisi de işçi ve köylü sovyetlerine dayansa da devrimci ordu, Rusların
Kızıl Muhafızlarından hem teknik örgütlenmede hem de savaş düzeninde farklılık
gözetiyordu (hareket savaşı ve köylü gerillalar)
3)
Devrimin sınıfsal nitelikleri farklıydı.
Bunun
için Mao, Japon ordusunun kovulması ve devrimin zaferi için diğer koşulların
gerekli olduğunu düşünüyordu, yani ilk olarak: Çin’de anti-Japon birleşik
cephenin oluşturulmasını. İkinci: uluslararası anti-Japon birleşik cephenin
oluşturulması. Üçüncü: Japon halkı ve Japon kolonileri arasında devrimci
hareketin yükselişi. Dördüncü: Japon ordusunu ve Çin büyük burjuvazisini
yenebilecek seviyeye gelene kadar devrimci üsleri ve kızıl orduyu büyütmek ve
geliştirmek ve daha sonra kentleri köylü ordusuyla kuşatarak ele geçirmek,
ayaklanma çağrısı yapmak (Mao: “Uzun Soluklu Savaş”).
Lenin’in
yaptığı gibi Mao ve Vietnamlılar da silahlı mücadeleyi genel ayaklanmadan
özenle ayrı tutuyor. Örneğin Vietnam Komünist Partisi ve Viet Minh, 1939-45
yıllarındaki Japonya karşı yürütülen gerilla savaşı sırasında genel bir
ayaklanma çağrısına kayan maceracı eğilimlere karşı tutum almıştır. Ancak 1945
Ağustos ayında, 6 yılın ardından güçlü bir devrimci ordu yaratıldıktan,
Japonlar çekildikten ve Çan Kay Şek’in ordusu Fransız emperyalizminin zayıf
güçleriyle ittifak hâlinde sınırı geçme tehdidi savururken, işte o zaman Ho Chi
Minh genel ayaklanma çağrısı yaptı ve ayaklanma muzaffer oldu.
MAOİZM
VE TROÇKİZMİN DEĞERLENDİRMESİ
Düzenli
ve iyi kurgulanmış ifadelerle herkesin bildiği gibi birbirinden çok farklı olan
Maoizm ve Troçkizmin derin bir açıklamasını yapacak kadar vaktimiz olmasa da,
bu çalışmadaki bazı referansları anlaşılabilir kılmak için değerlendirmemizi
ilerletmenin önemli olduğu kanısındayız.
Bize
göre, Lenin’in ölümüne müteakip Stalinizmin sağlamlaşmasından sonra
Marksist-Leninist gelenekleri ve kavramları canlı tutan tek bir akım yoktu, iki
akım vardı. Stalinist yozlaşmaya karşı devrimci Marksizmi geliştiren sadece
Troçki ve Troçkizm değildi. Buna benzer bir rolü Mao ve Maoizm de oynadı. Bir
noktada her ikisi de Leninizmin tümden bir anlayışından, uygulanmasından ve
gelişmesinden değil, fakat bir parçasından, tamamlanmamış bir parçadan yola
çıktı.
Troçki
ve Troçkizm, toplumsal süreçlerin karmaşıklığı ve dinamikleri noktasında genel
bir bakış açısıyla analize başvurup onları bir bütün olarak ele alarak daha
bütünsel bir anlayışa ulaştığında, kesintisiz devrim teorisini geliştirmiş
oldu.
Troçkizmin
dünya ve kıta ölçeğinde sınıf savaşına genel ve bütünsel bakış açısıyla önemli
başarılara ve neticelere varması ve dolayısıyla devrimcilerin vizyonunu
derinleştirmesi bir tesadüf değildir.
Troçki
ve Troçkizm aynı zamanda Sovyet bürokrasisinin analizinden yola çıkarak
bürokratik aygıtların karakterinin ve rolünün teorize edilmesiyle Marksizme
yaratıcı bir katkı sundu.
Mao
ve Maoizm, verili anda verili ülkede durumu işçi iktidarı perspektifinden ele
almaktan başka anlama gelmeyen Leninizmin uygulanışını, teoride ve pratikte
iktidarı ele geçirme yolu olarak sürdürdü. Lenin’in belirttiği üzere “somut
durumun somut tahlili, Marksizm’in yaşayan ruhu” idi. Devrimci teorinin
yaratıcı bir şekilde yaygın olarak incelenen, bilinen ve yürütülen bir devrimin
somut gerçekliğine uygulanmasıydı. Mao’nun ifadesiyle, Marksizm’in nesnel
gerçeğiyle Çin devriminin somut pratiğinin kaynaşmasıydı.
Mao
ve Maoizm; devrimci halk savaşı, karşı-devrimci orduyu yenmek için devrimci
orduya duyulan ihtiyaç, kırsalda bir ordu yaratmak, devrimci güçlerin küçükten
büyüğe, zayıftan güçlüye doğru ilerleyeceği ve bu sırada karşı-devrimci
güçlerin de büyükten küçüğe, güçlüden zayıfa doğru düşeceği ve devrimci
güçlerin bir kuvvete erişmesiyle birlikte genel ayaklanma durumunda nitel bir
adımın atılacağı uzatmalı süreç teorileriyle Marksizm-Leninizme yaratıcı
katkılar sundu.
Troçkizm
ve Maoizm, her ikisi de birbirini yok saydı. Dahası, bazı Troçkistler hâlen
daha Maoizmi Stalinizmin bir parçası, dolayısıyla da karşı-devrimci bir akım
olarak görüyor. Aynı şekilde Maoizm de Troçkizmi kapitalizmin ve emperyalizmin
provokatif bir ajanı ve akımı olarak değerlendiriyor. Bugün devrimci
Marksistlerin teorik olarak birinci görevi, Troçkizmin ve Maoizmin katkılarını
kaynaştırarak daha büyük bir birliğe erişmek, dolayısıyla da direksiyonu
tamamen Leninizme kırmak olmalıdır. Dünya devriminin gelişimi kaçınılmaz olarak
böyle bir kazanıma yol açmakta. Maoizm, tek taraflı olarak Troçkizmi asimile
etme yolunda ilerlerken (Sovyet bürokrasisi ile kopuş, kültür devrimi),
Troçkizmin ilerleyişi de Maoist katkıları (devrimci savaş teorisi) kendine katma
yönündedir. Hepsinden de öte Küba önderliği böyle daha yüksek bir birliğe
erişmiştir.
KASTRİZM
Son
zamanlarda, üzerine güçlü bir demagoji veya oportünizm kokusu sinmiş olan
partimizde “Kastrizm ile stratejik uzlaşmamız” iddiası oldukça popüler hâle
geldi. Ancak “Kastrizm stratejisinin” ne olduğunu henüz açıklığa kavuşturmadık,
daha ziyade taktik yönler esas unsurlar gibi gösterilerek (foko teorisine
“eleştirilerimiz” gibi) ve -en ufak bir ciddi analiz olmadan ve küçük burjuva
entelektüellerine özgü bir bilgiçlikle- “Kastrizm”in anlayışlarımızda “beliren”
bir “empirik hareket” olduğu gibi iddialarla ortaya güzel bir karışıklık
çıkartıldı.
Esasen
Kastrizm, henüz partimiz tarafından tam olarak anlaşılamamış ve özümsenememiş
olsa da, geçmişin büyük devrimci Marksistlerinin aksine “metot”un teorik
açıklığına ve saflığına başvurmadan -yine de bizim teorisyenlerimizden daha
açık saf- devrimci mücadele için açık bir dünya ve kıta stratejisi
geliştirmektedir. Kısa tezler hâlinde Kastrizmin stratejik ve taktik
unsurlarını özetlemeye çalışacağız.
1.
Kastrizm’e göre (Kastrizm ve Guevarizm arasında bir ayrım yapmıyoruz, böyle bir
ayrım yanlıştır.) devrim, emperyalizme karşı mücadelede nihai aşamasına
girmiştir. Kastrizmin başlangıç noktası, devrimci dünya stratejisine denk düşen
dünya çapında bir analizdir: “Emperyalizmin bir dünya sistemi olduğunu,
kapitalizmin son aşaması olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız ve o dünya çapında
yenilgiye uğratılmak zorundadır. Bu mücadelenin stratejik sonu, emperyalizmin
yıkılması olacaktır.” (Che Guevara: Tricontinental’e Mesaj)
Dolayısıyla
Kastrizm, savaş-sonrası dönemdeki şu gerçekten yola çıkıyor: emperyalistler
arası ilişki tali hâle gelmiştir. Bugün biz devrimciler, dün Çin, Rus ve Doğu
Avrupa devrimlerine giden yolu açmış olsa da, emperyalistler arası çelişkilere
bel bağlayamayız. Bundan ötürü devrimin tek bir ülkede zafere erişmesi çok güç
bir durum olmuştur. Bugün emperyalizm: “dünya çapında yenilgiye uğratılmak
zorundadır.”
2.
Bu küresel stratejiye denk düşen taktik, “iki, üç, daha fazla Vietnam”dır. Su
kadar berrak olan bu slogan, hâlen daha yeteri kadar anlaşılamamıştır.
Che
neden iki, üç daha fazla Küba yerine iki, üç, daha fazla Vietnam diyor? Çünkü o
da Küba devriminin başka bir durum altında tekrar etmeyecek istisnai durumunu
biliyor. Bir bütün olarak dünya devriminin stratejik analizinden yola çıkarak,
devrimin zafere erişmesinden önce emperyalizmin kaçınılmaz müdahalesini ve
bunun Yankee ordusu tarafından işgal altında tutulan bir ya da birkaç ülkede
uzatmalı anti-emperyalist bir savaşa dönüşebileceğini öngörüyor:
“[…] Ama savaş odakları
[foko] yeterli politik ve askeri beceriyle geliştirildiklerinde, pratikte
yenilmez olacaklar ve Yankee’ler yeni birlikler göndermek zorunda
kalacaklardır. […] Küçük silahlı kolları ezmek için yeterli olan eski
silahlar yavaş yavaş çağdaş donanımla yer değiştirecek ve ABD askeri yardımı,
bir an gelecek, gerillaların saldırıları karşısında çözülen ulusal kukla orduya
sahip hükümetleri istikrara kavuşturmak için artan oranda düzenli birlikler
göndermeye dönüşecektir. Bu, Vietnam’ın yoludur; bu yol, Amerika’nın, Yankee
emperyalizminin baskı güçlerini zor duruma düşürecek olan silahlı grupların
Eşgüdüm Konseyleri oluşturmalarının üstünlüğüyle izleyeceği yoldur ve o zaman
devrimin zaferi görünür olacaktır.” “Amerika […] büyük bir göreve
sahip olacaktır: ikinci, üçüncü Vietnam’ı yaratmak ya da dünyanın ikinci,
üçüncü Vietnam’ı olmak.” (Che Guevara: Tricontinental’e Mesaj)
“Zafer umutlarımızı
şöyle özetleyelim: emperyalizmi, en sağlam siperi olan ABD tarafından yürütülen
baskıyı bertaraf ederek, topyekün yoketmek. Taktik yöntem olarak, düşmanın
kendi varoluş temellerinden, yani kendine bağlı bölgelerden sökerek kendi
bölgelerinin dışında bir zorlu savaşa sokularak, tek tek ya da gruplar halinde
halkların adım adım kurtuluşunu sağlamak.” (Che Guevara: Tricontinental’e
Mesaj)
“Bu uzun süreli bir
savaş demektir. Ve bir kez daha yineleyelim, acımasız bir savaştır. Savaş gelip
çattığında, kimse onu yumuşatırım diye kendini aldatmasın ve kimse, halkı
uğruna katlanabileceği savaşın sonuçlarının verdiği korkuyla, savaşı
kızıştırmakta duraksamasın. Bu hemen hemen tek zafer umududur.” (Che
Guevara: Tricontinental’e Mesaj)
Devrimci
mücadelenin bu dünya stratejisinde temel şey, bağımlı ülkelerdeki sosyalist ve
anti-emperyalist devrimdir. Emperyalist metropollerdeki kitlelerin tâli bir
rolü olsa da, onlar metropolün rehaveti ve görece iç istikrarı içinde ortaya
hâlen daha kayda değer bir devrimci hareket koyabilmiş değiller.
Fakat
Kastrizm, hiçbir şekilde emperyalist metropollerdeki halkların, özellikle de
Avrupa’dakilerin gelecek yıllarda oynayacağı rolü göz ardı etmez.
“Bu dünya panoraması
çok karmaşıktır. Kurtuluş mücadelesi, kapitalizmin çelişkilerinin yeterince
geliştiği, ama emperyalizmi izlemeyen ya da emperyalist yola başlayamayacak
kadar görece zayıf olan eski Avrupa’nın bazı ülkelerinde henüz başlamamıştır.
Onların çelişkileri yakın bir gelecekte patlama noktasına ulaşacaktır -ama
onların sorunları ve bunun sonucu olarak onların çözümleri, bağımlı ve ekonomik
olarak azgelişmiş ülkelerin sorunlarından ve çözümlerinden farklıdır.” (Che
Guevara: Tricontinental’e Mesaj)
Kastrizm
aynı zamanda ABD’deki siyah hareketine de dikkatini vermekte, fakat bunu
yaparken olanakları abartmamakta. Çünkü böyle abartmalar, bağımlı ülkelerde
hâlen daha sosyalist ve anti-emperyalist karakteri olan ve uzun bir süre daha
öyle olmaya devam edecek dünya devriminin şu aşamasında, kapitalist ekonomide
bugün gözle görülemeyen büyük bir felaket açığa çıkmadıkça ya da sömürgelerdeki
devrimin aniden hızlanışı ve gelişimi gerçekleşmedikçe ancak kafa karışıklığına
yol açacaktır. Kastrizmin ABD’deki barış yanlısı hareketlere karşı konumu ise
bundan daha da temkinli. Kastrizm, bunu sürekli olarak teşvik etse de, devrimci
olasılıklarını abartmaz, çünkü böyle bir abartı bunun stratejik kavranışı
noktasında kafa karışıklığı doğurur.
3.
Bu dünya stratejisi ile alakalı olarak Kastrizm, bütün dünya devrimi için
devrimci mücadelenin taktik bir yöne sahip olduğu üç kıtayı bir kenara ayırır.
Bu kıtalar Asya, Afrika ve Latin Amerika’dır. Kastrizm her birisindeki devrimci
mücadeleler için kıtasal bir strateji vermekte, fakat yine de özellikle Latin
Amerika’nın üstüne düşmektedir.
“Emperyalist sömürünün
temel alanı azgelişmiş üç kıtadır: Amerika, Asya ve Afrika. Her ülke kendi
ayırıcı özelliklerine sahiptir, ama bir bütün olarak her kıta belirli bir
bütünlük gösterir.
Bizim
Amerika, az ya da çok homojen bir ülkeler topluluğu oluşturur ve ABD tekelci
sermayesi hemen hemen bütün bölgede mutlak bir egemenliğe sahiptir.” (Che
Guevara: Tricontinental’e Mesaj)
En
başta Kastrizm, Latin Amerika devriminin karakterini saptar: sosyalist ve anti
emperyalist.
İkinci
olarak, sınıf karakterini saptar: işçi, köylü, halk.
“Diğer taraftan yerli
burjuvaziler, emperyalizme karşı çıkma yeteneğini -eğer buna sahiptiyseler-
yitirmişler ve emperyalizmin oynayacağı son kart olmuşlardır.” (Che
Guevara: Tricontinental’e Mesaj)
Üçüncü
olarak, mücadelenin kıtasal karakterine işaret eder. Bu kıtasal strateji
içinde, taktik olsalar da bu stratejiye uygun olarak, mücadelenin ulusal ve
bölgesel düzlemden başlatılması gerektiğine vurgu yapar. Dolayısıyla bir
bütünün taktiksel parçaları olsalar da -ki bu kıtasal stratejidir- kıtanın her
ülkesi ve her bölgesi, özelde buraların devrimcilerine bağlı olarak ve tabii ki
de kıtasal devrimci bir örgütün çerçevesi içinde, özel bir ulusal ve bölgesel
stratejiye ihtiyaç duyar.
Kastrizm
için kıtasal bir strateji sahibi olmak, mücadelenin henüz kıtasal boyuta
eriştiği anlamına gelmemektedir; kıtasal boyuta çeşitli ülkelerdeki ve
bölgelerdeki devrimci mücadele yeteri kadar geliştiğinde varılacaktır:
“Bizim Amerika’daki
mücadelenin benzer özellikleri yüzünden, uygun şartların olgunlaştıklarında
kıtasal boyutlara varacağını uzun süreden beri savunmaktayız. Bizim Amerika,
insanlığın kurtuluşu için verilen birçok büyük savaşının sahnesi olacaktır.
Kıtasal
ölçekteki bu mücadelenin çerçevesi içinde bugün verilen savaş küçük bir olaydır.” (Che
Guevara: Tricontinental’e Mesaj)
Che,
bugün kafası epey karışık olanların Latin Amerika’nın “mahşerî” bir “kıtasal iç
savaş” yaşadığı ile ilgili ateşli yorumlarına işte böyle cevap veriyor.
Gerçekte olan şey, kıtasal devrimci liderlik tarafından varoluşu mümkün kılınan
ve kıtasal devrimci stratejinin bir parçası olan ulusal devrimci süreçlerin
varlığıdır.
4.
Kastrizm’in kıtasal strateji için taktiği, dünya stratejisiyle aynıdır: ikinci,
üçüncü Vietnam yaratmak ya da dünyanın ikinci, üçüncü Vietnam’ı olmak.
Tekrar
edecek olursak, bu her ülkedeki ve bölgedeki devrimcilerin esas görevidir.
“Kıtadaki birçok ülke için silahlı mücadeleyi örgütlemek, başlatmak,
geliştirmek ve sonuçlandırmak, bugün devrimci hareketin en acil ve esas
görevidir.” (OLAS programı 7. madde) “Her ülkenin halkı ve onların devrimci
öncüleri, devrimi ilerletme noktasındaki tarihsel sorumluluğu alacaktır. (9.
madde) Ve nihayet, her bir devrimci hareketin ötekine karşı gösterebileceği en
etkili dayanışma, her ülkedeki mücadeleyi kendi içinde geliştirip doruğuna
ulaştıracaktır.” (12. madde)
Bu
kıtasal devrimci taktiğin hem politik hem de siyasi olarak alacağı somut şekil,
her ülkenin ve bölgenin öznel koşullarına uygun olarak yaratılan gerilla
ordularının ana sütun olacağı uzatmalı bir savaştır. (“Mücadelenin gelişmesi ve
örgütlenmesi, verili aşamaya ve ona uygun olarak mücadelenin yürütüleceği en
uygun örgütsel araçların seçimine bağlıdır.” OLAS Bildirgesi)
Bu
anlayış, devrimci sınıfların “kendiliğinden yeniden canlanması” ve kısa sürede
ayaklanmanın zafer elde edeceği yönündeki kendiliğindenci eğilimlere karşı
çıkıyor.
Che
bunu şöyle açıklıyor:
“Ve bu savaş, ne göz
yaşartıcı bombalara karşı taşlarla verilen bir sokak çatışması, ya da pasifist
genel grev olacaktır; ne de egemen oligarşilerin baskı mekanizmasını iki-üç
günde yıkan öfkeli bir halkın çatışması olacaktır; bu mücadele, uzun, sert bir
mücadele olacaktır ve onun cephesi, şehirlerdeki gerillaların barınakları,
savaşçıların evleri -baskı güçleri onların aileleri arasında kendine kurbanlar
arayacaktır-, katliamlara uğratılmış kırsal nüfus, düşman bombardımanı ile
yıkılmış şehirler ve kasabalar olacaktır.”
Öte
yandan Castro liderliği de, “Edgar Ibarra” isimli birim tarafından Guatemala
Komünist Partisi merkez komitesine ve Yon Sosa’nın M-13’üne [13 Kasım Devrimci
Hareketi] gönderilen ve ani ayaklanma kavramının kendiliğindenci bakıştan ele
alınışının eleştirildiği mektuptaki şu satırları onaylıyor:
“Bu konum
[Kendiliğindencilik] usta bir manevrayla gerillaları devrimci içerikten yoksun
bırakıyor; gerillaların büyüyüp halk ordusu olmasını reddediyor; bizim
ülkelerimizdeki devrimci savaşta köylülüğün rolünü reddediyor; iktidarı
alabilmek için emperyalizmi ve onun yerli köpeklerini askeri olarak defetme
gerekliliğini reddediyor; uzatmalı savaşın karakterini reddediyor ve kısa
süreli ani bir ayaklanma yanılgısına kapılıyor.”
O
hâlde Kastrizm’e göre mücadelenin temel taktiği, temel yöntemi, gerilla
savaşından başlayarak devrimci ordunun yaratılmasıdır. “Kurtuluş ordularının
embriyosu olarak gerilla, pek çok ülkede devrimci mücadelenin başlamasına
önayak olma ve mücadeleyi geliştirme noktasında en etkili yöntemdir.” Fakat
silahlı mücadelenin diğer yöntemleri de, özel olarak belirtilmemiş olsa bile
-belki de şu an onların belirtilebilmesi için uygun somut gerçeklik yoktur-,
görmezden gelinmez. Köylü gerillalardan bahsedildiğinde onlardan da silahlı
mücadelenin diğer yöntemleri olarak bahsedilmiş olur. Yine de gerilla, baş
yöntemdir.
Son
beyanlarda ve önergelerde Kastrizm, gerillaları önceden olmayan daha genel bir
anlamda ele almaktadır. (Foko teorisi)
Dolayısıyla
da Kastrizm kendisini sadece foko teorisi ile sınırlamayarak diğer gerilla
savaşı yöntemlerine de açık kapı bırakıyor. Foko teorisi gittikçe daha tâli bir
duruma dönüşüyor ve silahlı mücadeleye ve gerilla savaşına başlamak için uygun
yollar, o ülkenin ve bölgenin devrimcilerine bırakılıyor. Başlamaya hazır
oldukları kaydıyla tabii.
5.
Kastrizmin devrimci anlayışında işaret edilmesi gereken önemli bir nokta,
devrimci önderliğin politik-askeri birliğidir.
Bu,
Kastrizmin taktikleri veya stratejisi meselesi olarak ele alınamasa da çok
önemli bir ilke meselesidir ve bazı “teorisyenler” tarafından oldukça
karıştırılmaktadır.
Yine
bu nokta, Leninizm-Troçkizmin ve daha sonra da Maoizmin gündeme koyduğu parti
ve ordu arasındaki ilişkiye özel olarak atıfta bulunmamaktır. Parti-ordu
ilişkisi üzerine böyle tartışmalar da zaten mevcut Latin Amerika ahvalinde
tavuk mu yumurtadan çıkar yumurta mı tavuktan ötesinde bir yere varamaz.
Kastrizm, kendisini devrimci bir önderlik olarak karşı karşıya kaldığı nesnel
gerçeklikten kurar: Latin Amerika’da güçlü devrimci partiler yok; dünya
jandarmalığı yapan emperyalizmin çağında böyle partileri kurmak, devrimci
eylemin en başında politik ve askeri strateji birliğinin tesis edilmesini
gerekli kılıyor.
Gerçek
devrimciler için parti ve silahlı güç inşası, ayrılmaz bir şekilde
bağlanmıştır. Devrimci partiler yoksa o hâlde bu devrimci partiler en başta
askeri güç olarak yaratılmalıdır. Zayıf olarak mevcut oldukları yerlerde ise
bunları geliştirmek gereklidir. Fakat bunlar hemen askeri güçlere dönüşmelidir
ki bu çağda politik-askeri bir iktidar stratejisinin ihtiyaçlarına cevap
verebilsinler.
İşte
bu ihtiyaca cevap verebilmek için Kastrizm, devrimci önderliğin politik-askeri
birliğini öneriyor. Çünkü çağımızda politika ve silah birbirinden ayrı
yürümüyor. Devrimci bir örgütte kimin eline silah alıp savaşacağı, kimin diğer
işleri yapacağı ise başka bir meseledir. Kitaba en fazla bağlı çevrelerde bile
bir yarının savaştığı, diğer yarının ise başka işler gördüğü örgütler var. Bu
sorun, devrimcilerin kendi ülkelerinin şartlarındaki strateji ve taktiklere
göre çözülmelidir.
Fakat
önderliğin politik-askeri birliği her duruma uygulanabilecek genel bir ilkedir
ve (her ikisinin de ayrı ayrı mevcut olduğunu varsayarsak) ordunun ve partinin
birliğinden, her ikisinin de bir ve aynı olmasının gerekliliğinden başka bir
şey dayatmaz. Bu anlayışa karşı gelenler, devrimci bir partinin inşasında
reformist fikirlere sahip oldukları için karşı geliyorlar. Örneğin [Nahuel]
Moreno’nun Strateji No 1 isimli “tezlerinde” candan desteklediği Venezuela
Komünist Partisi. Bu politik-askeri birlik anlayışının doğurduğu sonuçlar gözle
görülebilirdir ve tüm Latin Amerikan devrimci öncülerine aittir.
6.
Bir şeye daha dikkat çekmemiz gerekir. Kastrizm, kırsalda devrimci bir ordunun
oluşturulmasını ve gerilla savaşını esas alsa da, kentlerdeki mücadeleye
Maoizmden de daha fazla önem verir. Kastrizm, Küba’da ve devrimci savaşın
yönünü tayin ettiği diğer ülkelerde (örneğin Guatemala ve Venezuela), kentlerde
de en az kırdaki gerillalar kadar savaşan güçlü silahlı aygıtlar yarattı.
Dahası Kastrizm, Küba’da proletaryayı iki kez genel ayaklanma grevine çağırdı.
İlki Nisan 1958’de ki Fidel buna henüz olgun durumda olmadığı için karşı
çıkmıştır (ve grev de zaten başarısız oldu), ikincisi ise Batista’nın ordusu
dağılmaya yüz tutmuş ve isyancı ordu Havana yolundayken Aralık 1958’de yapıldı
(bu durumda ise grev, rejimin düşmesine katkı sağladı).
İşte
bu, genel anlamda Kastrizmin küresel, kıtasal ve bölgesel strateji ve
taktikleridir. Kastrizmin elementleri içinde en az önemli, en taktiksel olanı,
fokodan ordu yaratmaktır. Bu teori, Kastrizmin empirik tecrübesinden devrimci
ordu yaratmada en hızlı ve en pratik yöntem olarak türetildi. Parti, Kastrizmin
genel stratejik ve taktik anlayışında oldukça ikincil olan bu teorinin
boşluklarına ve eksiklerine karşı polemik yaratarak yıllarını kaybetti.
Bu
küçük polemikle sarmalanmış, devrimci Marksizmin süper dehası olan bizler,
Guevara’nın ‘’sekter’’, “mekanik”, “küçük-burjuva devrimciliği” önünde (tüm bu
sıfatlar Bay Moreno tarafından Guevarizm eleştirisinde kullanılmıştır) kendi
teorik zaferlerimizi yücelttik fakat bu teorinin nasıl işleyeceğini, silahlı
mücadeleye ve devrimci ordunun oluşturulmasına başlamak için yeterli yolların
ne olduğunu, Marksizmin gerçek pratisyenleri ve teorisyenleri (Lenin, Troçki,
Fidel, Mao ve Che) olarak Marksizmi devrimcileştirmek için yaratmayı, savaşmayı
ve zafere ulaşmayı bilen önderlerin aksine bizler, bunları pratik olarak ortaya
koymadık.
Daha da vahimi, Kastrizmin gerçek stratejik ve taktik anlayışı karşısında kendi konumumuzu açık, kesin, kategorik olarak tanımlamadan, Kastrizm ile “stratejik uzlaşma” konusunda mırın kırın ettik. Tüm bu zavallı demagoji sona ermelidir. Ancak gerçekten Kastrizmin yukarıdaki altı maddeyle özetlenmiş dünya ve kıta sahasındaki strateji ve taktiklerine sahip olanlar Kastrizm ile “stratejik uzlaşma”da olduklarını söyleme ve bunu pratik ile gösterme hakkına sahiptirler.
İkinci Bölüm:
Bizim Partimiz Bir İktidar Stratejisine Sahip miydi?
En
çok okunan yazılarının birinde Vietnam devriminin askerî önderi General Giap
söze şöyle başlıyor: “Bizim partimiz, Vietnam devrimci hareketinin en güçlü
zamanında doğdu. Parti, en başından itibaren köylülere önderlik etti, onları
ayaklanmaya ve sovyet iktidarı kurmaya sevk etti. Sonuç olarak da devrimci
iktidar ve silahlı mücadele sorunlarının farkına çabucak vardı.”
Öte
yandan bizim partimiz ise, Marksist anlamda pratik olarak devrimci bir
hareketin olmadığı bir zamanda doğdu. Dolayısıyla da son 25 yılda devrimci
iktidar ve silahlı mücadele sorunlarıyla yüzleşemedi.
Bugün
işçi sınıfının ve küçük burjuvazinin bazı kesimlerinin bilinçlerindeki
ideolojik devrimin derinliği meselesi, partimiz içinde belirginleşen “devrimci
iktidar ve silahlı mücadele sorunları”yla ilgili tartışmada karşılık buluyor.
Hareketimiz,
şu iki tarihsel sürecin çerçevesinde şekillendi:
1)
İşçi sınıfımız içindeki burjuva ve reformist ifadenin karşılığı olan,
burjuvazinin ve emperyalizmin en gerici güçleriyle karşılaşıldığında işçi
sınıfının yenilgisiyle ve ricatıyla sonuçlanan Peronizm.
2)
En azından 1961’den günümüze değin kıtamızdaki sosyalist devrimin tartışmasız
önderliği olarak Kastrizm. Partimizi oluşturan bu iki büyük toplumsal harekete
bir üçüncü üstyapı unsurunu eklemeliyiz: Troçkizm.
Partimizin
ilk tarihsel kaynağı: Partinin Peronizm döneminde ortaya çıkması ve buna
müteakip işçi sınıfımızın ricatı ve bu ricatın iktidar stratejisi ve silahlı
mücadele konuları üzerine dikkatli ve ayrıntılı bir değerlendirmenin önüne set
çekmesi. Kadrolarımız, son yıllarda reformist, ekonomist ve oportünist
baskılara göğüs gerdi. Bu baskılar, yanlış politik fikirlere yol açtı ve bugün,
bu tarihi dönemde gerçek bir devrimci önderlik yaratacaksak silmemiz gereken
bir gelenek hâlini aldı.
Partimizin
ikinci tarihsel kaynağı: Bizim de kendimizi bir parçası saydığımız ve muhalif
eksen için tehlike arz eden kıtasal devrimci hareket, yani Kastrizm. Küba
tecrübesinin zayıf bir şekilde özümsenmesi başımıza zaten bir dert açmıştı
(1961-62). Gerçek şu ki Küba önderliği, iktidar mücadelesi ve silahlı mücadele
konularında karşılaştığı sorunları şaşırtıcı bir zekâ ile çözüme kavuşturdu
-son zamanlarda doğru bir dünya ve kıta stratejisi formüle edip öne çıkarak-
fakat devrimci Marksizmin en zengin deneyimlerini ve analiz yöntemini hesaba
katmadı.
Kastrizmin
her ulus için gerekli olan devrimci eylemlerin somut bir analizini formüle
etmeden kendi tecrübesini tüm kıtaya yaymak istemesi –Marksist partilerin var
olan eksiği kapatmadaki yetersizlikleriyle de birleştiğinde- bizim partimizin
ve önderlerimizin de azade olmadığı bir sürü felâkete yol açtı.
Troçkist
bir gruptan gelen partimizin sahip olduğu anlayış –genel olarak Troçkizmde
bulunan- ülkedeki iktidarın, kent merkezlerindeki işçi sınıfı kitlelerinin
devrimci yükselişiyle alınacak olmasıydı. Partimiz, Leninizmin şu iki temel
şartını görmezden gelen anlayışı da çürüttü:
Devrim,
uzun soluklu bir iç savaştır.
Proletaryanın
ve onun partisinin silahlandırılması, askerî anlamda hazırlanması, ön hazırlığı
ve devrimci ordunun yaratılması zaruridir.
Bu
anlayışın Parti’nin devrimci bir örgüt olarak kuruluşunda olumsuz bir etkisi
olmadı, ona bir engel teşkil etmedi. Hatta aksine söz konusu anlayış, ilgili
aşamada, gelişen bir kitle hareketine evrilme görevi türünden birtakım
görevleri gündeme getirdi. Bu yüzden, doğru bir iktidar stratejisinin
eksikliğinde bile Partimiz, bizi devrimci bir örgüt yapan ve hâlen daha
dayanmakta olduğumuz ve ileride de dayanmamız gereken sütunları inşa edebildi;
Kitle
hareketiyle öncüsü arasında bağ kurmak;
Troçkizmin
kısmi savunusu ve uygulanışı (başarıları, hataları ve kısıtlamalarıyla
birlikte);
Çalışma
ve parti örgütlülüğünde -her ne kadar deforme edilmiş olsa da- Bolşevik
yöntemleri geliştirmek.
Bir
İktidar Stratejisine Giriş
Küba
devriminin, Peru kırsalında Hugo Blanco’nun başarılarının, Tucuman şeker
işçilerinin seferberliklerinin, Abraham Guillen’in etkisinde gelişen Uturunco
gerillalarının da tesiriyle Palabra Obrera [İşçi Sözü], 1961-62’de
önemli bir viraja girdi. Teorik olarak Moreno’nun Latin Amerika Devrimi
broşürüne dayanan bu dönüş, pratikte partiden darbeci bir sapma olarak ayrıldı
ve Bengochea grubunun ayrılmasıyla ani ayaklanma anlayışına aceleyle dönüldü.
Bu
broşür [Latin Amerikan Devrimi], genel bir bakış açısından Maoizm’in ve
Kastrizm’in getirdiği teorik sorunlara eğiliyor, fakat bunlara açık ve kesin
cevaplar vermiyor. Daha da önemlisi, bunları somut gerçekliğin analizine, en
başta da bizim ülkemizin analizine uygulamıyor.
Böyleyken,
broşürde ortaya çıkan sorunlar onu, yeni bir perspektif geliştirdiği müddetçe
olumlu kılıyor, fakat bu sorunlar kategorik ve temel olarak cevaplanmadıkça,
ülkemizin somut durumuyla ilişkisi kurulmadıkça broşür yetersiz kalıyor ve her
türlü sapmacı mikrobun yuvası hâline geliyor.
Öte
yandan böyle bir analiz yöntemi, görkemli teorik şemalara bağlı olan, ancak
fikirlerini pratikle birleştiremeyen entelektüellere hastır.
Örgütümüzün
en iyi militanları, Latin Amerika Devrimi broşüründeki Çin ve Küba
devrimlerinin gerilla savaşlarının ve stratejilerinin genel ve soyut
değerlendirmeleriyle yönlendirilerek bunu pratiğe dökmeye çalıştı.
Pereyra,
Martorell, Creus ve diğer yoldaşlar Peru devrimine aktif olarak katıldılar,
Hugo Blanco’nun yanında gerçek devrimci kitle önderleri hâline geldiler. Fakat
parti desteği olmadan, Arjantinli yoldaşları tarafından izole ve terk edilmiş
haldeyken, silahlı mücadelenin getirdiği sorunlara karşı açık bir görüşe sahip
değilken ve kendi teorik önerilerini iş pratiğe dökmeye gelince terk eden
Moreno ile sert bir politik çatışma içindeyken, baskının altında hemen ezilip
gittiler.[1]
Angel Bengochea, Santilli ve partiden diğer yoldaşlar da Latin Amerika Devrimi broşürünün teorisyeninden acilen kopmak zorunda kaldılar. Bengochea grubu partiden ihraç edildi ve izolasyon hâlinde, 20 Temmuz 1964’de Posadas Caddesi’nde trajik bir sona doğru ilerledi.
Partimizin
tarihi üzerine konuştuğumuz bu aşama, temelde Mao Zedung ve genel olarak
Asyalılar tarafından geliştirilen, çağdaş devrimci Marksizme yapılan büyük
katkılara bir açılış olarak tanımlanmalıdır. Fakat bu teorik açılış yalnızca
birkaç ay sürdü, çünkü bunun girişimcileri teorik tasarılara yöneldi ve her
devrimci süreçte olduğu gibi, mücadelelerde canlarını ortaya koyanlar diğerleri
oldu.
Bu
aşamanın bilançosu genel olarak olumlu görüldü; partinin iktidar stratejisi
formüle etmesinde niteliksel bir adım olabilirdi, fakat bu süreç, bir anlığına
kesintiye uğradı. Dördüncü Kongre bu somut adımı atmalıdır.
“Darbeci”
Başarısızlıktan Sonra Kendiliğindenciliğe Dönüş
Latin
Amerikan Devrimi broşüründe Moreno tarafından geliştirilen
kavramları silmenin tek yolu, yeni bir teori geliştirmektir: bu teorinin
temelinde sınıfların, sınıfın sektörlerinin ve öncünün bölgesinin sürekli
değiştiği; verili ana göre öncünün şeker işçileri, liman işçileri ya da 1958’de
olduğu gibi banka çalışanları olabileceği olmalıdır. Bu teoriyi hatırlıyoruz
çünkü bu teori, yoğun tartışmaların ve nihayetinde isteksiz de olsa gerçeklerin
kabulünün sebebiydi. Bugün bu ideolojik devrim sürecinde bizler, sınıfsal ve
bölgesel varyasyonu tanımaktan çekinmiyoruz. Moreno ise Latin Amerika
Devrimi’nde açtığı perspektifle diğer bağlantıları keserek teorik
güzergâhta kestirme yola girdi ve iktidarın hemen alınmasını öngören yola
saptı.
1963
seçimlerinde İllia’nın zaferi ve ardından iktidara gelmesiyle legalite
üzerindeki baskının kaldırılmasıyla birlikte ekonomik mücadelelerin yolunun
açılması (fabrika işgalleriyle birlikte grevler) ve silahlı perspektiflerden
uzaklaşma, Peru’daki köylü hareketinin yenilgisi, “fokocuların” yaşadıkları
başarısızlıklar, bir kilometre taşı olan Arjantin: Krizdeki Ülke isimli
kitapta işaretlenmiş olan kendiliğindenci anlayışların politik-sosyal
çerçevesini oluşturuyordu.
Bu
kitap, partimizin de son üç yıl boyunca bağlı kaldığı ve 4. Kongre’mizin
toprağa gömmesi gereken kendiliğindenci anlayışı içeriyor.
Arjantin:
Krizdeki Ülke isimli kitabın iktidar perspektifi nedir? Bu
soruna ve silahlı mücadele üzerine eğilen birkaç paragrafı buraya almak, bize
yardımcı olacaktır. Moreno diyor ki:
“Resmi tamamlamak için tek
bir unsur eksik: işçilerin ve insanların hareketlerinin geleceğinin
öngörülmesi. Ekonomik kriz ve patronların saldırısı durmayacağı için (bu, süper
sömürü ve sürekli artan yaşam maliyeti anlamına gelir), işçi sınıfının savunma önlemleri,
mevcut savunma aşamasını önemli birkaç zafer elde ederek şimdiye kadar
görmediğimiz bir hücuma çevirene kadar artacaktır. Bu mücadelelerle alakalı
olarak, kentin çeşitli semtlerinde sektörel dayanışma grevleri ve işçi
konseyleri açığa çıkacaktır. Örgütlenme şekline biz ya da başka aktivistler
karar veremezler, işçi sınıfının kendisi karar verecektir. İşçi konseylerinin
meydana geleceğini kim tahmin edebilirdi ki? Biz etmiş olsak bile, hiç kimse
edemezdi. Fabrika içi birliğin artması ve işçi konseylerinin yeniden ortaya
çıkması muhtemeldir. Bu süreç, önemli bir dizi zaferle birlikte yaşanacaktır.
Eğer patronlar bu konjonktürel krizin üstesinden gelebilirlerse, o zaman daha
ileriye bakmamız gerekir. O noktada büyük olasılıkla patronlar bir miktar tavizde
bulunmak zorunda kalacaklardır. Bu da hareketin daha önce görmediği daha ileri
örgütlenme şekillerine imkân sağlayacaktır. İşçi hareketi o zaman, yeni
örgütlenme şekilleri ve tecrübesiyle birlikte, önüne iktidar sorununu koyar.”
(sayfa 52-53)
“Burada kitle
mücadelelerinin yerel ifadesi ya da parçası olarak kır gerilla savaşının büyük
olasılıklarından bahsetmeyeceğim. Bu, yerel bir sorundur ve yerelliğine göre
incelenmelidir. Bahsedeceğim kır gerilla savaşı, metafizik üç aşama teorisini
ele alan ve bunu bütün kitle mücadelesi hareketlerini yönlendirecek olan
örgütün omurgası olarak sunan gerilla savaşıdır. Biz hiçbir metafiziğe
inanmıyoruz. Aksine diğer tüm ülkelerde olduğu gibi bizim ülkemizdeki devrimci
mücadelenin de işçi sınıfı kitlelerinin çoktan iktidarı aldığı diğer
ülkelerdeki devrimci mücadelelerden farklı olarak, kendi özel karakteristikleri
olduğunu vurguluyoruz.”
“Bu karakteristikler şu üç
faktörün bileşimiyle kararlaştırılır: ülkenin sosyo-ekonomik yapısı; işçi
sınıfı kitle hareketlerinin ve bunun öncüsünün gelenekleri; içine orta sınıfı
da alacak şekilde, sömürücülerin tecrübeleri ve gücü ve dünya devriminin gelişiminin
ülkedeki yansıması. Böyle bir kombinasyon, hiçbir ülkede aynı sonuçları vermez.
Misal bizim ülkemizde devrim, %80 köylü nüfusa ve Rusya ile büyük bir sınıra
sahip olan Çin’deki gibi gerçekleşmez. Bizim nüfusumuzun %80’i kentlerdedir ve
bizler Rusya’dan binlerce kilometre uzaktayız. Bizim ülkemizdeki devrim, ABD de
dâhil olmak üzere komşu ülkelerden ve Che’nin de belirttiği üzere Farmasonlar,
Cizvitler ve orta sınıf ile toprak sahiplerinin kabulüyle gerçekleşen Küba
devriminden de farklı olacaktır.”
“Arjantin devriminin özel
yolu üzerine yapılan bu araştırma ve inceleme çağrısı, metafizik tek yol
kavramına karşı (şu üç aşamalı teori) bir uyarıdır. Kendi işçi halkımızın
diline, yöntemlerine ve geleneklerine saygı konusunda ısrar ediyoruz. En yiğit,
en azametli devrimciler bile, onlara anlaşılamaz bir lehçede ‘Oye chico, no
se comemierda’ [‘hey evlat, ya bize yetiş ya da çeneni kapat’] diyerek
onları yönlendiremez. Tüm bunlar, ne Küba devriminin muazzam katkılarıyla ve
onun önderleriyle, ne de Arjantin de dâhil tüm Latin Amerika’daki kitle
mücadelelerinin ayrılmaz bileşeni olan silahlı mücadeleyle araya mesafe koyma
olarak görülmelidir. Hayır! Bu çağrı, bu ısrarlı uyarı, silahlı mücadelenin ve
özel olarak da onun birçok çeşidinden biri olan kır gerilla savaşının daha iyi
uygulanmasına yöneliktir.”
“Sanıyoruz ki ülkenin
kuzeybatısındaki %2’lik kesim hariç, ülkedeki kır nüfusu, devrimci süreçte
kentlerdeki işçi sınıfı kadar önemli bir rol oynamayacaktır. Kentlerdeki işçi
sınıfı, sayısız kez mücadele kapasitesini ve hızla toparlanabilmesini göstermiştir.
Bu yeni dönemdeki görev, kentlerdeki işçi sınıfının ve orta sınıfın
mücadelesine silahlı mücadeleyle eşlik ve liderlik etmek, daha ileriye taşımak
ve garanti altına almaktır. Niye ulusal geleneğimizin parçası olan böyle bir
şeye sırtımızı dönelim ki? Venezuela’daki terörizm için duygu seline kapılıp
kendi halkımızın dilini unutan bu harikulade devrimciler, 1956’daki Peronist
terörizmin bundan daha üstün olduğunu görmezden mi geliyorlar? Büyük anarşist,
komünist ve Peronist grevlerin silahlı mücadeleyle elele yürüdüğünü unutuyorlar
mı? Bizler neden bunları tekrarlamayalım, geliştirmeyelim? Büyük bir devrimci
geleneği metafizik ve başka bir devrimin kopyası adına yok saymak, acınası
değil de nedir?”
“Ülkemizde başlamakta olan
büyük işçi sınıfı mücadeleleri döneminde, bu mücadelelere silahlı eşliğin temel
ve belirleyici olduğuna inanıyoruz çünkü bu dönemdeki görevlerimizi temin
edebilmemizin tek yolu budur.”
“Başka bir savaşı daha
kaybedemeyiz. Silahlı mücadelenin geliştirilmesi ve iktidarın ele geçirilmesi
için daha etkili yollar geliştirmeliyiz.” (sayfa 70-71)
Marksizmin,
Leninizmin ve Maoizmin bütün geleneğini hor görerek, hatta Latin Amerika
Devrimi’ndeki kendi konumunu dahi unutarak Moreno, arsızca o eski
kendiliğindenci fikirlere dönüyor. İşçi hareketinin, iktidar sorunuyla kendi
tecrübesi ve yeni örgüt şekillerine bağlı olarak karşılaşacağını söylüyor.
Tabii
ki kendi reformist mezesine bir de “bileşen” olarak “silahlı eşlik”i ekliyor,
hepimizin bildiği üzere kâğıt üzerinde kalan bir “bileşen” bu.
“Arjantin
devriminin kendine has yolu” arayışındayken Moreno, silahlı mücadeleyle
iktidarı almanın örneği olan iki büyük devrimin, Latin Amerika Devrimi’nde
“çağdaş Marksizme büyük katkı” dediği Çin ve Küba devrimi örneklerinin ülkemize
uygulanabilirliğini ıskartaya çıkartıyor. Çin ve Küba devrimlerinin spesifik
karakteristikleri diye kullandığı argümanlarsa tam bir rezillik. Moreno, sadece
bu spesifik karakterlere dikkat çekerek, esasında bizim ülkemizde de
anlaşılması lazım olan, Marksizme yapılmış birtakım teorik ve programatik
katkıları görmezden geliyor. Bunlar şunlardır:
İktidarı
ele geçirmede silahlı mücadeleden başka yol yoktur.
Silahlı
mücadele, bir halk ayaklanmasının sonucu olarak başlatılmaz. Sınıf
mücadelesinin bariz krizinde, kitlelerin ve onun öncüsünün savunması olarak
başlayabilir.
Bugün
yokluğunda iktidarı ele geçirmenin olanaksız olduğu devrimci ordu, kırsalda
sosyal ve coğrafi koşulların uygun olduğu yerlerde, küçükten büyüğe, zayıftan
güçlüye doğru ilerleyecektir. Tekrar Latin Amerika Devrimi’nden alıntı yapacak
olursak: “[Bu], azgelişmiş ülkelerde kitlelerin ilerlemesinin özel şekilleri
olan gerilla savaşının teorik ve pratik katkılarını, sürekli devrim teorisine
ve programına katmaya karşı direnen bir yaklaşımdır.”
Nihayetinde
Moreno, “bizim en iyi ulusal geleneğimiz”in en önde gelen savunucusu hâline
geldi ve kitle hareketinde politik-askerî birlik stratejisi konusunda kaçamak
konuştu. Öyle ki Moreno, sanki somut durumun analizinden yola çıkan bir
hareketin kentlerdeki işçiler arasındaki çalışmayı bırakıp dolayısıyla da kent
proletaryasının yükselişlerine ve alçalışlarına bağlı olmayan bir iktidar
stratejisine sahip olduğunu göstermeye çalışıyordu.
Diğer
yanda Moreno, başarılı bir kent ayaklanmasındaki Rus modelinin, kendisini
istisnai kılan temel bir unsuru olduğunu bilmiyordu: Çar ordusu cephede haksız
bir savaş uğruna çarpıştığı için dağılma hâlindeydi.
Bu
konuyu parti içinde daha açık hâle getirmek için üzerinde durmak gerekir. Kent
ayaklanmasının iki temel örneği, Paris Komünü ve 1917 Şubat-Ekim Rus
Devrimi’nin ortak bir noktası vardı: burjuva ordusunun aşırı zayıflığı. Paris
Komünü’ndeki bu zayıflık, Fransa-Prusya savaşından dolayıydı. Komün’ün tarihi
önemini ve tehlikesini fark eden Almanlar, Fransız birliklerine Komünarlara
karşı savaşması için izin vermekle kalmadılar, işçi devrimine karşı kendi
birliklerini de yolladılar. Bu şartlar altında Komün yaşayamazdı, o kanlı bir
yenilgiyle sona erdi.
Rus
Ekim Devrimi’nde ise Rus birlikleri, Alman cephesinde haksız bir savaştaydılar
ve tamamen dağılmaya yüz tutmuşlardı. Bu, ayaklanmanın zaferini olanaklı
kılıyordu. Diğer tarafta ise onlarca kent ayaklanması, burjuva ordusu
karşısındaki görece zayıflığından ya da emperyalist müdahaleden dolayı kanlı
şekilde bastırılmıştı (en son örneği Santo Domingo). Bu gerçeklerden şu sonucu
çıkartabiliriz: burjuva ordusu krizde değilse ya da ABD emperyalizmi müdahale
ediyorsa, kent ayaklanmasının zaferi imkânsızdır.
Kendiliğindenciliğe
Dönüşün Meşrulaştırılması
Son
yazısında Moreno, “programımızdaki iktidara dönük tutumu acilen
değiştirmeliyiz” diyor.
Fakat
Moreno’nun partinin iktidar programını böyle özetlemesi oldukça ilginç, çünkü
esasen iktidara dönük tutum hiç değiştirilmedi.
Moreno
diyor ki:
“Önceden bizim
partimizdeki iktidar programı, işçi sınıfının ulus çapındaki sendikacılık
tecrübesine -tabii bu arada reformist ekonomist karakter de göz önüne alınmalı-
öncülüne dayandırılmıştı. Dolayısıyla iktidar üzerine tasavvurlarımız, ulusal
işçi sınıfının bilincinin yükseltilmesine, onların desteklediği örgütlerin
liderliğini ve hükümetleri güven içinde desteklemeye dayanıyordu. Bu sebepten
dolayı da iktidar taktiklerimiz, ulusal tecrübe içindeki CGT ve sendika
hareketiyle aynı merkezî eksen üzerindeydi. İktidarın ele geçirilmesi için
sunduğumuz yol, genel ayaklanma niteliğinde bir genel grevdi. Momente göre, bu
stratejik çizgi içindeki farklı taktiklere ağırlık verdik. Sendika liderlikleri
hiçbir zaman iktidar sorusunu sormadı, hatta bunu geçtim, burjuvaziden ve
Peronizmden politik bağımsızlık sorusunu bile sormadılar.”
Partimizin
iktidar stratejisinin bu şahane özetinin analizine geçmeden önce, Moreno’nun,
1961 civarında kendisine ve partiye bulaşan “Kastrist virüs”ü unuttuğunu
belirtelim.
Şimdi
paragraf paragraf, Moreno’nun dönüşünü ve bunu meşrulaştırma çabasını görelim.
“Önceden bizim
partimizdeki iktidar programı, işçi sınıfının ulus çapındaki sendikacılık
tecrübesine -tabii bu arada reformist ekonomist karakter de göz önüne alınmalı-
öncülüne dayandırılmıştı.”
Doğru!
Göz önüne alınması gereken unsurlardan birisi de ulus içindeki işçi sınıfının
tecrübesidir. Fakat buradan yola çıkıp bir iktidar stratejisi inşa etmek,
bütünüyle devrimci Marksizme aykırıdır ve işçi sınıfının kendiliğinden
hareketini takip eden küçük burjuva aydınlarının oportünizminin bir parçasıdır.
Bir
iktidar stratejisi, ekonomik, sosyal ve politik imkânların ve dünyada, bölgede
ve ülkede devrim güçleriyle karşı-devrim güçlerinin arasındaki ilişkinin
analizine göre inşa edilir. Böyle bir analiz de zaten iktidar stratejisinin
başlangıcıdır ve analiz edilen unsurlar nesnel ve somut olduğu için bir
soyutluk barındırmazlar. Bu, ilk adımdır. Analizimizi tamamlamak için devrimin
farklı aşamalarını, zaferin somut olasılıklarını, her aşamaya uygun düşen
taktikleri, temelde stratejik olan sınıfları ve devrimci sınıfa birkaç aşama
boyunca önderlik ederek onu iktidara ulaştıracak olan partinin politik
çizgisini belirlemeliyiz. Bu aşamalar boyunca devrimci sınıfın tecrübesini
akılda tutmak yetmeyecektir, aynı zamanda bu sınıfı partinin politik çizgisiyle
birlikte daha yüksek bir bilince eriştirmek gerekir.
Moreno’nun
birçok analizindeki kafa karışıklığının sebebi, yazarın, burnunun dibindeki
somut olan şeyi görememesindendir. Öyle ki ağaca bakıyor fakat ormanı
göremiyor. Bu karışıklık, somut olanla görünüşün karışıklığı, ampiryokritisizme
has bir karakteristiktir ve diyalektik materyalizmin, her şeyden önce bütünün,
birliğin bilimi olduğunu göz önüne almaz. Ampriyokritisizm, bir durumu ve
-parmakla dokunulmasa da- somutu belirleyen güç ilişkilerindeki her bir ayrı
parçayı anlamaya çalışır.
Moreno’nun
mantığı, özel olandan yola çıkar. Buradan, özel olanın kısıtlılığına rağmen
genele ilerlemek ister.
Daha
önce de belirttiğimiz üzere, Moreno gibi oportünistler, “Gerçek olan her şey
ussal, ussal olan her şey gerçek” diyen Hegelci yasadan ancak ilk parçayı
alırlar, bu da onları her zaman gerçeğin gerisinde bırakır.
Bizim
metodumuz, çelişkinin iki kutbunu da göz önünde tutar ve sosyal güçlerin
bütünlüğünü, birincil olanı ikincilden ayırarak içeren devrimci düşüncenin
gerçekliğini kabul eder. Böylece farklı aşamaları zafere eriştirebilir, öncü
sınıfı bu aşamalardan geçirerek iktidara vardırabiliriz.
“Dolayısıyla iktidar
üzerine tasavvurlarımız, ulusal işçi sınıfının bilincinin yükseltilmesine,
onların desteklediği örgütlerin liderliğini ve hükümetleri güven içinde
desteklemeye dayanıyordu.”
Formel
mantığın harika bir kıyası!
Devrimdi
Marksizmin yüz yılı, böylelikle balıklara yem olsun diye denize atıldı.
Önceki
bölümün özetinde gördüğümüz üzere devrimci Marksizm devrimin zaferinin şartları
için birtakım şartlar belirledi, devrimci ve karşı-devrimci güçlerin mücadele
oyununda devrimci olanın ulusal ve uluslararası koşullarda kendisini
karşı-devrimci olana kabul ettirene kadar devrimin geçmesi gereken birtakım
aşamalarına işaret etti. Aynı zamanda bu aşamaların çağdan çağa, ülkeden ülkeye
değiştiğini de belirtti. Moreno bu “uzun ve zorlu” devrim sürecinin karışık
analizini es geçebilmek için işçi sınıfının sendikal bilincinin kucağına
atlıyor, bürokratların ve sendikaların hükümetini destekliyor.
Moreno,
emperyalist çağda sendikalar üzerine çalışmaları olan ve sendikaların, devrimci
bir parti tarafından liderlik edilmedikçe Bonapartist hükümetlerden
bağımsızlıklarını dahi sakınamayacaklarını söyleyen Troçki’yi de unutuyor. Daha
sonra da Moreno, bu yaklaşımın safi propaganda karakteristiğini de “son
analizde işçi sınıfı ve onun öncüsü, en acil sorunlarını çözebilmek için
iktidar sorununu ne göz önüne aldı ne de göz önüne almayı düşündü” diyerek
açıklıyor.
Burada
Moreno’nun dediğini devrimci Marksizm’in diline çevirirsek o diyor ki
ülkemizdeki ayaklanma öncesinin ve ayaklanmanın koşulları belirtilmemişti, bu
yüzden de iktidar tasavvuru propaganda tarzında yapılmıştı.
Tabii
ki bu da işçi sınıfının bilincinin yükseltmenin harika bir yolu! İktidarı ele
geçirmeye giden yolda işçi sınıfının geçeceği aşamaları belirtmek yerine
(devrimci partinin ve ordunun yaratılması, burjuvaziye ve emperyalizme karşı
uzun süreli silahlı mücadele, kendi politikası için ara tabakaları kazanma
vs.), işçi sınıfı, bürokratların ve sendikaların ki Troçki bile bunun bağımsız
bir politika üretebileceğini söylemiyor, iktidarı alma ihtimaliyle uyutuldu.
Bu, sürekli devrimi, “kanguru adımlı” devrimle karıştırmaktır.
‘’Bu sebepten dolayı da
iktidar taktiklerimiz, ulusal tecrübe içindeki CGT ve sendika hareketiyle aynı
merkezî eksen üzerindeydi.”
Önceki
ifadeye yapılan eleştirilerin aynısı buna da yapılabilir, fakat burada önemli
bir unsur eklenmiş: “ulusal tecrübe”.
Bu
noktada Moreno, kendi ulusal miyopluğunu itiraf ediyor. Moreno, bir iktidar
stratejisi yaratabilmek için göz önüne almak zorunda olduğumuz, kıtamızda
Kastrizmin sebep olduğu iç savaşı ancak 1968’de keşfetti, dolayısıyla burada
başvurduğu abartılı ifadelere pek kulak asılmamalıdır. Fakat Moreno’nun “ulusal
tecrübe içinde” ifadesi, ulusal iktidar stratejisinin uluslararası ve kıtasal
faktörlerle bağını kuramamasının bir itirafıdır. Ve bu da doğru bir iktidar
stratejisiyle bir devrimci önderliğin birkaç yıldır var olduğu bir kıtada
oluyor!
“İktidarın
ele geçirilmesi için sunduğumuz yol, genel ayaklanma niteliğinde bir genel
grevdi.”
Tüm
bu “iktidar stratejisi”, Marks ve Engels’in 1895 öncesinde sahip olduğu iktidar
stratejisinden geriye doğru atılmış bir adımdır. Geriye doğru atılmış bir
adımdır çünkü Marks ve Engels, en azından proletaryanın devrimci geleneğinin
olduğu ülkelerde yaşıyordu, reformist ulusal sendikacılığın var olduğu
ülkelerde değil. Marks ve Engels’in yaşadığı bu ülkelerde proletarya,
burjuvazinin birçok kesiminin desteğini alabiliyordu ve karşısında duran zayıf
devletin yardım alabileceği emperyalist bir dünya polisi yoktu.
Fakat
bu genel ayaklanma grevi “vaazı”, Marksizm tarihindeki en çığırtkan
kendiliğindencilik teranesidir.
Moreno,
Lenin’in sürekli olarak ayaklanma üzerine gevezelik edenlere yönelik
tavsiyelerini unutmuş. Devrimci Marksistlerin her ülkede ve her çağda gerekli
olarak sunduğu somut şartların ne olduğunu unutmuş.
Moreno’nun
önerdiği şey, devrimci bilinci, devrimci partisi ve devrimci ordusu olmayan,
ülkede ayaklanma için nesnel koşulları bulunmayan reformist-sendikalist, ulusal
bir işçi sınıfıdır. Moreno, silahlı mücadeleyi reddedişine meşruiyet kazandırma
çabalarından sıkılarak, genel ayaklanma “vaaz”ı veriyor. Lenin böylelerine
maceracı, şarlatan, Konfüçyüsçü diyordu.
“Momente göre, bu
stratejik çizgi içindeki farklı taktiklere ağırlık verdik. Sendika liderleri,
hiçbir zaman iktidar sorusunu sormadı, hatta bunu geçtim, burjuvaziden ve
Peronizm’den politik bağımsızlık sorusunu bile sormadılar.”
Eureka!
Büyük Marksistlerin, özellikle de Troçki’nin yazdıklarına baksa ve bunları
biraz uygulasa farkına varacağı şeyler için Moreno, yıllarca sürecek oportünist
pratiğe ihtiyaç duydu.
Fakat
somut ve en acil gerçeğin şampiyonu olan Moreno, Troçki’nin 30 yıl önce yaptığı
genellemenin seviyesine çıkabilmekten bile aciz: “Emperyalizm çağında ve
Bonapartist hükümetlerin yönetiminde sendikalar, devrimci bir partinin
liderliği olmadan sınıfsal bağımsızlıklarını sağlayamazlar.”
Hatta
bundan daha da uzak olarak bu vülger oportünist, sendikaların hiçbir zaman
(sanki sihir diye bir şey varmış gibi) iktidara meydan okumamasından yakınıyor.
Fakat
analizinin bir başka bölümünde bu şahane teorisyenimiz, bunaklığa iyice
yaklaşıyor: “Bizim politik çizgimiz, sendikaların ve CGT’nin iktidarı genel bir
ayaklanma greviyle ele geçirmesiydi. Esasında her genel grev, bir ayaklanmadır.
Bürokrasi ise bunun gerçekleşmesini engelledi.”
Bizim
bu yaşlı ve yorgun teorisyenimiz, ya devrimci Marksizm’in ABC’sini unuttu ya da
partinin kafasını karıştırma arzusu umutsuzluğa bulaştı. Bu paragraf gösteriyor
ki Moreno, sadece Marksizm’den uzaklaşmakla kalmamış, onun pratik bilgeliğinden
de uzaklaşmış. Bir şeyler yazma hevesiyle Moreno, “uzun soluklu iç savaş”
süreci olan devrimin dinamiklerini unutuyor, sadece ayaklanmanın zaferi için
değil, silahlı mücadelenin başlaması için de üzerinde durduğu somut şartları
(parti, ikili iktidar vs.) unutuyor. Bürokrasiyi iktidar stratejisinden
mahrumiyetle suçlamak için yazdığı her şeyi unutuyor. “Her genel grev, esasen
bir ayaklanmadır.” Partimize “belge” diye sunulan böyle çocukça bir şeyi okuyan
kişi pişman olmaktan başka ne yapsın ki.
Bazı
yoldaşlar, belki de “klasikler” üzerine yetersiz bilgilerinden dolayı,
partimizin iktidarın ele geçirilmesi konusunda “klasik anlayış”a sahip olduğunu
söylüyorlar. Böyle yaparak Moreno’ya gereksiz övgü düzmüş olurken bir yandan da
partiyi bir kenara atıyorlar.
Gördüğümüz
üzere bizim iktidar sorununda bugüne değin bağlı olduğumuz anlayış,
“klasiklerinkiyle” hiçbir benzerlik göstermemekte.
Esas
olarak iktidar sorununda sunduğumuz formülasyonlar, bir iktidar stratejisi
tanımına uymuyor. Politik-askerî strateji olduğunu da pek söyleyemeyiz. Çünkü
silahlı mücadele perspektifi, hâlen daha sürecin aşamalarına açık bir şekilde
yedirilmedi ve bizi Stalinistlerden ve bayram günlerinde çene çalan
reformistlerden ayıran genel bir talep olarak ortada duruyor.
Bu
kendiliğindenci görüş, partinin politikasından sökülüp atılmalıdır. Çünkü bu
görüş, yalnızca iktidar stratejisi ve silahlı mücadele üzerine yanlış
perspektifler vermekle kalmıyor, ayrıca üzerimize atılmış ölü toprağı gibi,
bizi doğru bir perspektife ilerlemeden de alıkoyuyor. Aynı zamanda günlük
pratik içinde de sayısız taktik hataya yol açıyor.
Bir
bütün olarak strateji ve aşamalar üzerine yeterli vizyonu olmayanlar, kısmi
mücadelelerde yanılgıya düşüyorlar, çünkü ya olanakları abartıyorlar ya da
küçümsüyorlar.
İktidar
sorununda ortaya çıkan bu yanlış yol, sendikacı görüşün ayaklanmacılıkla ve
kendiliğindencilikle “süslenmesinden” başka bir şey değildir. O hâlde bazı
kadrolarımızın sendikacılığın her şey olduğuna, siyasetin küçük-burjuva
propagandası olduğuna, sendikal mücadelelerin olmadığı bir çağda bir iktidar ve
silahlı mücadele stratejisi oluşturmanın “darbecilik” olduğuna inanması garip
değildir.
O
zaman “tek bir fabrika komitesinin zaferinin tüm sınıfın canlanışını sağlayıp”
bu canlanışın da ayaklanmacı genel bir greve yol açmasına ve hükümeti dört
günde düşürmesine inanmak da garip değildir. Marksizm’in böyle bir sendikacı
karikatürüne tutunmuş olsaydık, kadrolarımızın işçilerin önünde sanki Mars’tan
gelmiş gibi durması ve her fabrikayı, her çatışmayı küçük bir Vietnam’a
dönüştürmek istemesi, bunu yaparken de işçi sınıfı için “yenilginin
mareşalleri”ne dönüşmeleri sürpriz olmazdı herhalde. “Darbecilik” karşıtı
destansı bir mücadele yürütürken, partimizin son yıllarda çatışmalara öncülük
ettiği yerlerdeki aktivistlerin kendilerini kovdurmasına yol açan vülger
sendikacı darbeciliğe düştük.
Bu
bölümün de sonuna geldik ve şu temel sonuçlara ulaştık:
1.
Bizim partimiz, uzun bir süre doğru bir iktidar stratejisinden mahrum kaldı.
Bugüne kadar sahip olduğumuz yanlış anlayış, iktidarın kendiliğinden gelen bir
kent ayaklanmasıyla ele geçirileceği, bu süreçte bizim kitle hareketine
liderlik edeceğimiz ve proletaryanın kendi kendini silahlandırarak kısa zaferde
iktidara geleceğiydi. Partimiz, gerçek bir Bolşevik örgüte uyacak şekilde bu
kendiliğindenci bakış hakkında kendi özeleştirisini halka açık şekilde
vermelidir.
2.
Ama gene de bu yanlış iktidar stratejisi, partimizi aşağıdakilerle hususların
ana niteliğini tayin ettiği devrimci bir akım olmaktan alıkoymadı:
a.
Partinin kitle hareketiyle öncüyü birleştirmesi.
b.
Troçkizmin (başarıları, hataları ve kısıtlamalarıyla birlikte) kısmi olarak
uygulanışı ve savunulması.
c.
İş ve parti örgütlenişinde -bazı deformasyonlara uğrasa da- Bolşevik yöntemin
geliştirilmesi.
3.
Bugün eğer parti, bu temel kısıtlamaların üstesinden gelmezse, kesin bir ölüm
riskiyle karşı karşıyadır. Latin Amerika’nın ve dünyanın durumu, ülkedeki kriz,
askerî diktatörlüğün varlığı ve partimizin ulusal karakteri, Dördüncü
Kongre’mizin atmak zorunda olduğu niteliksel adımın atılmasında, PRT’yi doğru
bir politik-askerî iktidar stratejisi ile silahlandırmakta yardımcı olacaktır.
4.
Böyle bir stratejinin formülasyonu için ülkemizin somut durumundan
başlanılmalı, dünya devriminin ve ayrıca belirtmek gerekirse devrimci
Marksizmin teorisinin ve pratiğinin bilgisini, genel yasalarını Arjantin
devriminin özelliğine uygulayabilmek için etraflı bir şekilde irdelemeliyiz.
Üçüncü Bölüm
Dünya, Kıta ve Bölge Devrimlerinin Karşılıklı İlişkisi
Doğumundan
itibaren Marksizm, kapitalist ekonominin küresel karakterini ve ona bağlı
olarak devrimin küresel karakterini göz önünde bulundurmuştur.
Lenin
ve Troçki, devrimin uluslararası karakterini sadece 3. ve 4. Enternasyonallerin
dünya stratejisini belirlemek için hesaba katmadı, Rus Ekim devriminin, Avrupa
proletaryasının devrimci ayaklanması olmaması, devrimin ayaklanmalara
etkisi vb. konular üzerindeki tüm tahlilleri ve ihtimalleri için de göz önünde
tuttu.
Marx
ve Engels, kapitalist emperyalizmin henüz var olmadığı serbest rekabet
kapitalizm döneminde yaşıyorlardı. O çağdaki devrimler öz olarak beynelmilel
olsa da, şekilde ulusaldılar ve en başta kendi ulusal düşmanlarıyla boy
ölçüşmek zorundaydılar.
Lenin
ve Troçki ise emperyalistler arası çelişkilerin oldukça keskin olduğu
emperyalist çağda yaşadı. Öyle ki bu çelişki, iki dünya savaşına yol açtı ve
Rus, Çin, Doğu Avrupa devrimlerine can verdi.
Emperyalistler
arasındaki keskin çelişki, Bolşeviklerin emperyalist müdahale olmadan iktidarı
ele geçirmesine olanak verdi. Aynı şekilde Çin’de Yankee emperyalizminin
müdahalesi daha çok dolaylıydı ve Doğu Avrupa’da fiilen varlık göstermiyordu.
Dünya
sathında birleşmiş tek bir düşmana karşı savaşmıyor olsalar da Marks, Engels,
Lenin ve Troçki, dünya devrimine onu ilerletmek için doğru bir çizgi sağlayacak
olan uluslararası bir örgütün zaruretine inanıyorlardı.
Bugün
durum kökten değişmiştir. Görünen o ki yalnızca Kastrist önderlik bunu idrak
edebilmiş ve mantıklı çıkarımlar yapmıştır. Nükleer teknolojinin gelişimi ve
işçi devletlerinin büyümesi, emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişkiyi tali
bir konuma itmiştir. Emperyalistler arası bir savaş ihtimali artık yoktur ve
Yankee emperyalizmi, adım adım dünya karşı-devriminin jandarması hâline
gelmektedir.
Savaş
öncesi dönemin aksine bugün, tali olan çelişki baş çelişki hâlini almıştır. Bu
çelişki, diğer tekelci sektörlerin ve ulusal oligarşilerin başındaki ABD
emperyalizmi ile objektif olarak öncülüğünü Vietnam Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin
yaptığı dünya sosyalist devrimi arasındadır.
Dünyanın
her tarafında devrimciler, ilk başta silah, “danışman”, nihayetinde ise savaşçı
birliklerini gönderen emperyalizmin müdahalesi ile karşı karşıyadır. Bu,
günümüzdeki tüm devrimlerde kendisini göstermiştir. En öğretici örneklerinden
biri ise Santo Domingo olmuştur.
Savaş
sonrası dönemdeki bir diğer önemli değişiklik ise, tüm ülkelerde, hatta bazı
emperyalist metropollerde bile, burjuvazinin ekonomik ve politik krizlerini
kontrol altına alma ihtiyacından, devrim tehdidinden ve emperyalizmle birleşik
cephesini katmerleştirme ihtiyacından dolayı Bonapartist şekle girmekte olan
burjuva devletidir.
Kısacası,
savaş sonrası dönemde karşı-devrimci güçler ABD emperyalizminin yanında
kutuplaşıyor ve bu olgu şu iki şekilde gösterilebilir: (a) Emperyalistler arası
çelişki tali hâle geliyor, daha şiddetli ve birincil çelişki hâline gelmekte
olan ise, karşı-devrim cephesi ile dünya devrimi cephesi arasındadır. (b)
Birçok kapitalist ülkelerdeki eğilim, burjuva demokrasisini tamamen bastırmak
ya da budamak, onun yerine, birçok durumda yarı-faşizme kayan Bonapartist
hükümet şekillerini koymaktır.
Bu
kutuplaşma, Lenin ve Troçki’nin Rusya’daki ve Avrupa’daki ulusal devrimleri
tahlil ederken acil bir şekilde formüle ettikleri bir yasaya tabiidir: eğer
devrim varsa, karşı-devrim de vardır; devrim ilerlerse, karşı-devrim de
ilerler.
Serbest
rekabet kapitalizmi ve emperyalistler arası savaş dönemindeki bu yasa, esasen
kendisini ulusal devrimlerin sahasında gösteriyordu. “Emperyalizmin son
aşaması” olan günümüzde ise bu yasa, dünya devrimi sahasında tezahür
etmektedir.
Devrimci
sürece gerçekten tesir edebilecek bir uluslararası örgütün ve kıtaları ve
ülkeleri taktiksel unsurlar olarak içeren bir dünya devrimci stratejisinin bu
kadar gerekli olmasına sosyalist devrim tarihinde daha önce hiçbir zaman
rastlanmamıştır.
Böyle
bir Enternasyonal ve strateji ihtimali, 4. Enternasyonal, Kastrizm ve
Tricontinental’in bazı kesimleri (Vietnam ve diğerleri) gibi var olan devrimci
enternasyonalist önderliklerde somutlaştırılmalıdır.
4.
Enternasyonal çerçevesindeki bizlerin yapacağı birçok katkı vardır. Fakat
öncelikle dünya devriminin şu an geçtiği aşamada kendi stratejimizi
belirlemeliyiz.
Partimizin,
Kastrizm tarafından formüle edilen dünya devrimi stratejisi lehine konuşması
gerektiğine inanıyoruz.
Burada
bazı açıklamalar gerekli:
Öncelikle,
Kastrizmin dünya ve kıta devrimleri için belirlediği stratejisini ve
taktiklerini şu sebeplerden dolayı kabul ettiğimizi açıklamaktan yanayız: a)
Biz, bunların esasen doğru olduğunu kabul ediyoruz; b) Son yazılarında Moreno,
bu stratejinin bazı noktalarına temas ediyor fakat bunları yabancı elementlerle
karıştırarak kendi katkılarıymış gibi sunuyor. Dahası Moreno, Kastrizme şeytani
bir kafa karışıklığı bulaştırıyor ve “kıtasal iç savaş” gibi müphem
tanımlamalar öne sürüyor. Moreno, devrimin farklı aşamalarını ve dinamiklerini
ayırt etmeyi beceremiyor. Moreno, ne her aşamanın baş ve tâli yönünü ayırt
ediyor, ne de her aşamanın evrimi için gerekli olan zamanı belirtiyor.
(Örneğin, Moreno’nun bir ifadesini alalım: “Devrimci dinamik, Marksizmin uğraştığı
‘norm’a daha da yaklaşacaktır” vs.)
İkinci
olarak, Kastrist strateji, mevcut devrim aşamasını açık bir şekilde tanımlıyor.
Bu aşamanın temeli, “bağımlı ülkelerdeki” anti-emperyalist sosyalist devrimin
geliştirilmesidir. Emperyalist ülkelerdeki kitleler bu aşamada ancak tâli bir
rol oynayabilir. Fakat bu kitleler “gelecek yıllarda” daha önemli bir rol
oynayacaktır çünkü sömürgelerdeki devrimin gelişmesi, emperyalist merkezlerdeki
çelişkiyi keskinleştirecek, ekonomik ve toplumsal çelişkiler doğuracaktır.
Castro
önderliğinin hakkından teorik olarak gelebilme gayreti içinde olan Moreno,
dünya devriminin “Lenin ve Troçki’nin belirlediği norma yakınlaştığını, sürece
işçi sınıfının ve köylü kitlelerinin müdahil olduğunu, bilinçli hareket eden
devrimci partinin iktidar meselesini gündeme getirdiğini söylüyor.
Zamandan
ve mekândan yalıtılan bu ‘’norm’’, bizim gerçekliği anlayabilmemizi mümkün
kılmamasıyla tehlikeli bir nitelik arz ediyor.
Eğer
bu ifade, bugün emperyalist ABD ve Avrupa’nın merkezlerindeki devrimin böyle
bir “norm”a yaklaştığını söylüyorsa, yanlıştır. Böyle bir görüş, devrimin
emperyalist ülkelerdeki mevcut gelişim seviyesini ve ihtimallerini abartmakla
kalmaz, bizi, en önemli çalışmanın gerçekleştirileceği yerde yapılacak olan
insan kaynakları dağıtımında rehberlik eden bir dünya devrimci stratejisinden
de mahrum bırakır.
Eğer
Moreno, şu anda bizim Latin Amerika’da bu “norm”a yaklaştığımızı söylüyorsa, bu
önceki durumdaki kadar tehlikelidir. Çünkü böyle bir durum, Kastrist
stratejinin ve taktiklerin kendini kanıtladığı kıtamızda, bizi stratejik ve
taktiksel olarak silahsızlandırma anlamına gelir.
Eğer
Moreno şimdiyi ve bazı ülkeler olarak Bolivya ve Arjantin’i kastediyorsa, ufak
da olsa mazur görülebilir. Fakat, askeri bir güç yaratma ihtiyacı ve zaman ve
mekân içinde kırla kent arasında bir diyalektik ilişki kurma anlamına gelen
bütün durumu göz önüne almış olmaz. Bunu sonraki bölümlerde inceleyeceğiz.
Stratejiye
ve aşamalara dönük tüm tasarılarda tarihsel perspektifle mevcut aşamanın temel
ve canlı yönlerini ayırt etmek önemlidir. Bundan başka, tarihsel perspektifimiz
için bir kazanım olarak gördüğümüz bir aşamayı olabildiğince doğru tahlil etmek
de önemlidir.
İşte
bu yöntem, bizim çalışmalarımızda birincil ve ikincil çalışma alanlarını
belirler. Partiyi politik ve moral olarak silahlandırmanın tek yolu budur.
Çünkü parti, geçtiği aşamada ve devrimin gelecek perspektiflerinde net bir
kavrayışa sahip olmalıdır.
Dünya,
hâlen daha Avrupa devriminin yenilgisiyle açılmış bir aşamada ilerliyor. Bu
yenilgi ile birlikte Avrupa ve Amerika metropollerindeki kapitalist ekonominin
gelişimi, devrimci mücadelenin eksenini sömürgelere ve yarı-sömürgelere
kaydırıyor. Bir uluslararası hareket olarak Troçkizm, bu olguyu tam olarak
anlamadığı için devrimci hayattan izole kaldı. “Norma dönüş” gibi teorik
spekülasyonlar bu çözülüşü sürdürmekten başka bir anlama gelmeyecektir. Çünkü
sömürgelerdeki sosyalist ve anti-emperyalist devrimler hâlen daha “iki, üç,
daha fazla Vietnam” diyerek uzun bir yolda ilerleyecekler, devrimin “norm”a
dönüşünden önce meydana çıkacaklardır.
Metropollerdeki
kapitalist ekonominin mevcut krizi de abartılmamalıdır. Ekonomik krizde önemli
elementler olsa da, bu krizin üretici güçleri durgunlaştıracak kadar ciddi bir
hâle geleceğini söyleyen tek bir ekonomist yoktur. Bütün bir stratejik
perspektifi böyle zayıf elementlerden kurmak, bizi o bilgiçlerin uluslararası
bir şubesi olmaktan başka bir yola çıkarmaz. Buraya kadar kesin olarak
söyleyebileceğimiz tek şey, sömürgelerdeki devrimin, emperyalizmin kendi iç
istikrarını korumak için çaresizce sömürgelerdeki ve yarı-sömürgelerdeki
sömürüsünü artıracağı ve bunun da “bağımlı ülkelerde” daha büyük çelişkilere
yol açacağıdır.
Dünya
devriminin mevcut aşamasına ilişkin anlayışımızda, misal Bolivya ve Arjantin
gibi yarı-sömürge ülkelerde işçi sınıfının oynaması gereken role dair en ufak
bir küçümseme yoktur. Fakat dünya stratejisi ile ulusal strateji, birbirlerine
çok yakın olsalar da karıştırılmamalıdır.
Moreno’nun
bu kof şarlatanlığının arkasında yatan şey nedir? Kendisi sanıyor ki “bütün
Yankee ekonomisi” bir krize girecek, metropol ülkelerindeki işçi sınıfı
kitleleri “norm”a dönüş için seferber olacak. Önceden “Latin Amerikan Devrimi”
isimli eserinde yabancılaşma olarak belirttiğinin aksine, şimdi bu işçi sınıfı
kitlelerinin devrimci rolünün “üretim sürecindeki yerleri” olduğunu söylüyor.
Tüm bu şarlatanlığın altında yatan şey, Arjantin burjuvazisinin “kudreti ve
istikrarı” karşısında dehşete düşen, fakat hâlâ “gelişmiş ülkelerde işçi
sınıfının ve diğer kitlelerin”, Yankee burjuvazisinin “kritik bir durumu
altında” seferberliğe gitmesini hayal eden -neyse ki buna daha binlerce
kilometre var- küçük burjuva entelektüellerinin
oportünizmidir.
Bu
analizinde profesörümüz, kendisinin nevi şahsına münhasır politik yöntemlerinde
derman arıyor. Küçük burjuvayı, gözüne far tutulmuş tavşan gibi bırakma
niyetiyle yarattığı miti sürdürebilmek için diğer Marksist tahlilleri
kopyalıyor ve bunları kendisinin “şahane keşifleri” olarak piyasaya sürüyor.
Dahası, şuursuzca kopyaladığı o Marksist tahlillerin zıttı bir sonuca varıyor.
Yapılan
bu çıkarımlarla Moreno, sonraki aşamada sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde
serpilecek olan devrimci mücadeleyi anlaması gereken partiyi silahsız
bırakıyor. Emperyalizmin krizi, kısa ya da orta vadeli olarak ele
alınmamalıdır. Devrimci güçler, “metropollerdeki kitlelerin” “ateşin içindeki
kestaneleri” çekip çıkarması için geleceği illüzyonuna kapılmamalılar,
kendilerini uzun süreli bir mücadele için çelikleştirmeliler, moral olarak
silahlandırmalılar.
Yankee
ekonomisine dair “Moreno’nun analizleri”, World Outlook 6. Cilt 2. Sayı 19 Ocak
1968’de önde gelen Troçkist ekonomist Ernest Mandel’in yaptığı tahlillerin
ahlaksız bir taklididir.
Bu
taklit şu iki sebepten dolayı ahlaksızdır:
a. Kaynak belirtilmemiş;
b. Bütün çıkarımlar ve tahliller
çarpıtılmış.
Mandel
açık açık eksik olanın ticaretteki dengenin değil ücretlerdeki dengenin
olduğunu, bu analizini destekler olarak eklediği istatistiklerle sunuyor.
Bunlar ise, Moreno’nun “analizlerindeki” yıllarla, sayılarla örtüşüyor.
Şimdi
bu şarlatanı bir kenara bırakıp Mandel’in dediklerine bakalım:
“Son tahlilde bir ülkenin
ekonomik gücü, üretim kapasitesinin ve emek üretkenliğinin fonksiyonudur. Bu,
belirli bir miktar ürünü mümkün olan en az emek harcamasıyla üretmektir.
Kapitalist rejimde bu potansiyel, üretimin kişi başına değerine ve metaların diğer
ülkelerdeki fiyatlarına göre ölçülür’’ (Bu da sanayinin ve tarımın rekabetçi
kapasitesidir).”
“Bu açıdan Birleşik
Devletler, dünyadaki en güçlü ve en müreffeh kapitalist ülkedir.”
Burada
Mandel, Marksist yöntemi kullanarak, tahlile üretici güçlerin durumundan
başlıyor, en önemli faktör olarak buna işaret ediyor. Moreno ise tipik burjuva
iktisatçıları gibi, yalnızca monetarist bir tahlil yapıyor.
Mandel,
“Moreno’nun katkısını” da alarak, şuna dikkat çekiyor: “ABD’nin ticari dengesi
kayda değer bir fazlalık gösteriyor. ABD, ithal ettiğinden daha fazla ihraç
ediyor.” Açık ise ücretlerde bulunuyor. “O hâlde bu açığın kaynağı özellikle
(a) yabancı ülkelere finansal yardımda, yani emperyalist ittifakları
sürdürmenin maliyetinde; (b) yurtdışındaki silahlı güçlerin giderlerini
karşılamada, yani askeri üsleri canlı tutabilmede ve yurtdışında askeri
operasyonlar yürütebilmede yatıyor.”
Daha
sonra Mandel diyor ki:
“Doların devalüasyonu, ABD
için ekonomik bir felaket olmaz. ABD ekonomisi, böyle bir devalüasyondan pek
etkilenmez. Dolar devalüe edilmese bile, ABD ekonomisi bir iflasa da
sürüklenmez. ABD’nin Avrupa ile parasal ilişkisi kısa vadede Avrupalı
kapitalistlere yarasa da, uzun vadede Yankeelere fayda sağlıyor. Doların esas
olarak zayıflığı, ABD’nin ücretlerdeki açığında yatmıyor. Hatta paradoksal
olarak bu açığın, zayıflıktan ziyade, ABD ekonomisinin bir gücü olduğu
söylenebilir. Doların zayıflığı, ABD’nin muazzam özel ve kamusal borçlarında
yatar. Bu borçlar olmadan o heybetli Amerikan üretim makinesi, sel gibi biriken
mallarını satamaz.”
Mandel’in
tahlilini bölük pörçük alıp onun aksinde çıkarımlar yapan bizim içimizdeki
azınlığın aksine Mandel, ABD’nin dünyadaki en güçlü ve en müreffeh kapitalist
ülke olduğunu, monetarist açığın, ABD ekonomisinin zayıflığından çok onun gücü
olduğunu söylüyor. Buradan da kısa vadede ABD ekonomisinde bir ekonomik kriz
olasılığı olmadığı sonucuna varıyor. Fakat böyle bir krizin ancak uzun vadede,
ücretlerdeki açığa sebep olan faktörün daha da derinleşmesiyle, yani sömürge ve
yarı-sömürge ülkelerdeki devrimlerle mümkün olabileceğini de ekliyor.
Mandel’in
tüm çalışması, bizim devrimci stratejimizin ekonomik seviyesini, yıllar sürecek
bu aşamada proletaryanın ve metropollerdeki kitlelerin rolüne dair öngörümüzü,
ABD ekonomisindeki “krize” dair anlayışımızı destekliyor.
Bizim
azınlığımız “norma dönüş” spekülasyonlarında debelenip dursunlar, ciddi
Marksist analizleri tahrif edip Marksizmi pazara çıkarsınlar. Partimiz, mevcut
dünya durumu ve devrimci aşama üzerinde açık, net bir duruşa sahip olmalıdır.
Kıtamız
İçin Bir Strateji
Vermiş
olduğu bütün hükümlere uyduğumuz Kastrizm tarafından emperyalizme karşı
mücadelede formüle edilmiş dünya stratejisinde bizim kıtamız, Asya ve Afrika
ile birlikte özel bir yere sahiptir.
Kastrizmin
aynı zamanda kıtamızdaki bölgeleri ve ülkeleri taktiksel çehreler olarak ele
aldığı stratejik bir anlayışı da vardır. Kastrizmin kıtasal stratejisini zaten
değerlendirdiğimiz için, şimdi akılda tutulması gereken bu taktiksel çehrelere
değineceğiz.
Kastrizmin
kıtasal stratejisi, Fidel’in iktidarı aldığı 1 Ocak 1959’daki “And Dağları’nı
Amerika’nın Sierra Maestra’sı yapacağız.” haykırışıyla doğmuştur. Bu ciddiyet,
fedakârlık, Kastrizmin devrimci kararlılığı, bu savaş ilanını pratiğe
taşımadaki kararlılık, içinde Partimiz de olmak üzere birçok Latin Amerikalı
Marksist tarafından geç ve güç anlaşılmıştır.
Kastrizmin
bu stratejiyi pratiğe dökme çabaları, birkaçı daha önce kısaca partimiz
tarafından analiz edilmiş birkaç aşamadan geçmiştir (Alejandro Martell, “Latin
Amerikan Tezleri”, Estrategia, Sayı. 1). Bizim yeteri kadar
anlayamadığımız şey, Kastrizmin kıtasal çaptaki iktidar stratejisinde ve
taktiklerinde, yaşadığı her başarıda ve başarısızlıkta değişiklikler, eklemeler
yapmış olması, bu stratejiyi ve taktikleri ona göre genelleştirmiş olmasıdır.
İşte
1967’ye Latin Amerika’da böyle “ikinci, üçüncü Vietnam yaratmak ya da ikinci,
üçüncü Vietnam olmak” formülasyonuyla geldik. Tabii buna devrimin
anti-emperyalist ve sosyalist karakteri, burjuvaziyle ve emperyalizmle uzatmalı
bir savaşa girişmek için devrimci orduların yaratılması gerekliliği gibi
elementler de eklendi.
Bu
strateji ve taktik, kıtamızın bir bölgesinde, Orta Amerika’da meyve vermeye
başladı.
Son
yıllarda Kastrizm, kıtanın güneyindeki Peru, Arjantin, Bolivya, Brezilya ve
Paraguay gibi ülkelere daha ikincil bir önem atfetti. Bolivya’da gerillanın
inşasından önce verilen destek, coğrafi nedenlerden dolayı, küçük gerilla
gruplarının elde ettiği ufak bir askeri yardımla sınırlıydı.
Kastrizmin
bu çabalarından ve bu çabalara cevap veren küçük gruplardan başka, güney
bölgesinde Kastrizmin stratejisini ve taktiklerini geliştirmeye yönelik daha
başka bir şey olmadı (Hugo Blanco tecrübesi başka bir anlayış tarafından
yönlendiriliyordu).
Kolombiya,
Guatemala, Venezuela gibi çeşitli Orta Amerika ülkelerinde gerilla üsleri
kurulmuşken, Kübalılar güneyde silahlı mücadeleyi başlatmak için, biz güneyli
devrimcilerin atmaktan aciz olduğumuz adımları attılar. Bolivya’ya üst düzey
savaşçılarını gönderdiler.
Bolivya’daki
kardeşlerimiz gerillanın örgütlendirilmesini 1963’te düşünmeye başladılar.
Partimiz ise kendisini, POR’un (Devrimci İşçi Partisi [Bolivya]) azınlık
teorisyenlerine has bir kronik durum olan ukalalıkla geliştirmiş olduğu tahlile
karşı bir tahlilde konumlandırdı.
Her
türlü politik yalanı kullanması bilen Moreno ise, sürekli olarak böyle bir
konumun varlığını reddetti. Yazık ki kendisi, kısmen de olsa bunları yazıya
dökmek ve yayınlamak gibi bir hata yaptı. POR’a göndermiş olduğu mektup hiç
yayınlanmamış olsa da bu konuda daha nettir. Politik namussuzluğun
şampiyonlarıyla olan bu polemiği sonlandırmak adına, o zamanlar POR’un konumu
neymiş, bizimki neymiş, Estrategia dergisinin ikinci sayısında yayımlanan
belgelerle inceleyelim.
PRT’nin
Konumu
“Paz Estenssoro’nun
başarısızlığıyla Goulart’ı karşılaştıran devrimciler var. Bundan daha yanlış
bir şey yok. 1964 Bolivya devrimi, 1952’dekini tekrar ediyor. Bugün, kendimizi
benzer bir durumun içinde buluyoruz. Güney Amerikalı kitlelerin sayısız yenilgisinden
sonra Bolivyalı işçiler meydana çıkıp süreci tersine çeviriyor.”
“Ordu tarafından işçi
sınıfı devrimini önlemek için yapılan darbede, Bolivya kitle hareketine verilen
muazzam bir tavizi görüyoruz.”
POR’un
Konumu
“Bu, Kuzey Amerikan
emperyalizmi tarafından proletaryanın en önemli devrimci ve demokratik
hareketini zaptetmek ve yönlendirmek için yapılmış önleyici bir darbedir. Bu
darbe, Paz Estenssoro’nun kendisine değil, işçi sınıfına ve halk hareketine
karşı yapılmıştır. Paz, her şeyi olduğu gibi bıraktı. Varisleri seçildi,
karşı-devrimci akışı yeni şekillerde sürdürüyorlar.”
Askeri
Cuntanın Doğası Üzerine
PRT’nin
Konumu
“Silahlı güçler, ister
istemez, Bolivya’daki kitle hareketlerinin daha önce hiç görmediği, en coşkulu
bir demokratik özgürlük aşamasını başlattı.”
“En yüzeysel yönler bile
bu tahlili onaylıyor. Bolivya’daki dikta rejimi, Brezilya’daki gibi doğmadı,
kitle hareketine geniş tavizler sağlayan demokratik bir yoldan geçti.”
POR’un
Konumu
“[Dolayısıyla] askeri
cunta, Bolivya’da kitle hareketleri tarafından açılmış kanalları tıkamaya
yönelik gerici bir harekettir. Askeri bakanların açıklamaları buna şüphe
bırakmıyor. ‘Operación Desarme’ gibi, pratikte gördüğümüz önlemler de bunu
sergiliyor.”
“Buradan da görüyoruz ki
askeri cunta, önceki rejimin daha da sağa çeken bir devamıdır.”
Cunta
Üzerine İşçi Sınıfının Konumu ve Muhtemel Seçim Sonucu
PRT’nin
Konumu
“Bu şekilde, Pentagon
danışmanlarıyla birlikte Bolivya ordusunun, kitle ve işçi sınıfı hareketlerini
parlamenter bir yola saptırması mümkündür. İşçi sınıfı hareketinin
küçük-burjuva ve oportünist liderlikleri, seçim talebinde bulunarak, ordunun ve
emperyalizmin bu manevrasında başrolü oynuyorlar.”
POR’un
Konumu
“Bazı çevrelerde yeni
hükümete dair bir umut yeşerse de bu, çok geçmeden yerini güvensizliğe ve
eleştiriye bırakarak solup gitti. Daha sonra, silahsızlandırıldıktan sonra ise
bu konum daha netameli hâle geldi: açık muhalefet. ‘Kahrolsun asker postalı’’ şiarı
ilk olarak maden proletaryası tarafından dillendirildi.”
“Bu perspektifler (burjuva
seçim açılımı) zaten sınandı ve başarısızlıkları görüldü, bunun için de
kitleler tarafından terkedildi.”
Muhtemel
Seçim Manevrası ve İktidar Sloganları Üzerine
PRT’nin
Konumu
“Hükümetten asıl talep
edilmesi gereken şey, askeri değil fakat merkezinde işçilerin ve halkın olduğu
bir hükümetin kurulması ve bağımsız ve hür bir Kurucu Meclis olmalıdır.”
POR’un
Konumu
“Bize Paz Estenssoro’nun
diktasıyla burjuva demokrasisi arasında tercih yapmamız gerektiğini söyleyen
sahte alternatif sağcı liderlerin aksine POR diyor ki, tek yol sosyalizm için
savaşmaktır.”
“Küçük burjuvazinin tüm
ütopyalarına ve yanıltmalarına karşın tek etkili, gerçek ve somut olan şey,
işçi ve köylü hükümetidir.”
Sınıf
Savaşı İçin Gelecek Perspektifler
PRT’nin
Konumu
“Sınıf mücadelesine her
yüksek aşamanın mücadeleyi derinleştirip daha da yayması, işçi hareketinin illa
ki muzaffer olacağı anlamına gelmez. Ordu, mevcut demokratik özgürlükleri halkı
bölmek, özellikle de işçi hareketinin parçası olan köylülüğü ve küçük burjuvaziyi
dağıtmak için kullanıyor.”
POR’un
Konumu
“En başta kafası karışık
olan köylülüğün durumu, adım adım cuntaya muhalefet konumuna doğru ilerliyor.”
“Kent küçük burjuvazisi,
şu anda geniş hürriyetin ve demokrasinin tadını çıkarıyor, bir dereceye kadar
cuntadaki yanılsamalara kanıyor. Ama kendi için hâlihazırda çatışmaları var.”
“Dolayısıyla işçi sınıfı
da, köylülük gibi kendi zorunluluğundan doğan sebeplerle, kurmuş olduğu
ittifakı kristalize etmeye yöneliyor.”
“Rejimin krizinden ve
dağılmasından kaçınılmaz olarak doğacak olan güç kutuplaşması, yarım yamalak
önlemlere fırsat bırakmayacaktır.”
“İşçi, köylü ve orta sınıf
hareketleri hızla askeri cuntaya karşı cepheleşmeye ilerliyor.”
Neredeyse
birbirine 180 derece zıt olan bu ifadeler, şüphesiz Bolivyalı devrimcilerin
farklı görevlerini ima ediyor.
PRT;
sendikaların yeniden örgütlendirilmesi için legalitenin istismarını, işçilerin
ve halkın katıldığı bir hükümetin (!?) çağrısıyla kurucu meclis
oluşturulmasını, mücadelenin yayılması için gerekli olan periyotta isyancı bir
genel grev için hazırlıklar yapılmasını sırasıyla öne sürdü.
Kendiliğindencilerin aynı teraneleri.
Diğer
taraftan POR’un önerdiği şey ise, silahları sendikalarda merkezileştirerek
“proletarya ordusunu” örgütlemek, köylülerin el koyduğu toprakları silahla
savunmak, gerillayı hazırlamaktı.
Bolivya
gerillasının tahlilinden önce, partimizin Bolivya durumu üzerine geçmişteki
konumuna dair ciddi bir özeleştiri vermesi gerekir. Bu anlamda teorik vahşetin
yaşandığı meydanı temizlemeliyiz. Che’nin gerillalarının başarısızlığında
Bolivya’daki partinin gerilla savaşı hazırlığına karşı çıkışımızdan ve bu
girişime yeterli insan ve materyal kaynağı ayıramamamızdan dolayı sahip
olduğumuz ağır sorumluluğu kabul etmeliyiz. Ancak bu noktada özeleştiri
getirebilenlerin “Che’nin muazzam stratejik dehası” konusunda konuşmaları
ciddiye alınabilir.
Gerçek
şu ki Kübalılar, sahip oldukları doğru stratejiyle, güney bölgesinde gerilla
mücadelesine dair en ufak bir ihtimal vermeyenlerin suratına bir tokat
patlattı. Hatta Kastrizmin ortaya çıkışından beri kıtadaki devrimci savaşın
varlığını ve güneydeki devrimcilerin acil sorununun silahlı mücadeleyi
başlatmak olduğu Moreno’ya bile keşfettirerek bir mucizeye imza attılar. Bu
büyük bir başarı!
Ama
Kübalılar Raúl Castro ile birlikte 20 tane komutanı Arjantin’e gönderseler,
Moreno’yu Arjantinli devrimcilerin en acil sorununun silahlı mücadeleye
başlamak olduğu noktasında ikna etmek için yine de epey bir dil dökmek gerekir.
Kim bilir? Neyse, ne diyor Troçki: “Oportünistler mevcut durumdan ne kadar
uzaklarsa, o kadar radikallerdir.”
Şimdi
kıtasal devrimci savaşla ve Kastrizmin kıtasal strateji ve taktikleriyle
alakalı olarak, kıtamızın güney bölgesindeki duruma bakalım.
Latin
Amerika’da iki, üç daha fazla Vietnam yaratma taktiğinin bir parçası olarak
Kastristler, Bolivya’da silahlı mücadeleyi başlattılar. Bu girişim başarısız
oldu çünkü hiçbir devrimci parti örgütsel, politik ve teknik açıdan Che’nin
gerilla savaşını desteklemeye hazır değildi.
Güney
bölgesi, Kastrizm tarafından, uzatmalı sosyalist ve anti-emperyalist devrimci
savaş stratejisi çerçevesinde, kıtadaki ikinci anti-emperyalist taktik savaş
bölgesi olarak değerlendiriliyor (ilki Orta Amerika). Biz de böyle
değerlendirmeliyiz. Fakat önce rol alacak olan tüm faktörleri değerlendirecek,
temel olan bölgelere ve aşamalara işaret edecek ve ikincil bir konumdaki
bölgelerle taktiksel ilişki kurabilecek, tüm bölge için de bir stratejiye
ihtiyacımız var.
(Buradaki
güney bölgesi için strateji tahlili güvenlik nedenlerinden dolayı
çıkartılmıştır.)
Devrimci
mücadelenin yüzlerce kilometrelik yalıtılmış alanlarda gelişmeye başlaması,
başlangıçta devrimci sürecin ulusal biçimini vurgulayacak ve kardeş ülkelerdeki
devrimciler arasındaki çabaların koordinasyonu üç aşamadan geçecektir:
a.
Hazırlık aşamasında, ortak stratejiyi açıklığa kavuşturmayı amaçlayan yoğun bir
kaynak ve tablo değişimi, siyasi tartışma olacaktır,
b.
Silahlı mücadele başladıktan sonra, baskıcı orduların kontrolündeki bölgeler ve
büyük coğrafi mesafeler, gerillaların uzun bir süre boyunca birbirlerinden ayrı
olarak mücadele vermesine neden olacaktır. Bunun anlamı, karşılıklı yardım,
devrimci güçler arasında insan ve kaynak değişimi gibi taktiksel eylemler
olacak olsa da savaşın bölgesel olmasından ziyade ulusal çerçevede kalması
demektir. Moreno’nun telaşla hayalini kurduğu, gerilla ordularının Bolivya’dan
aşağıya inip Arjantin’i özgürleştirmesi gibi bir durum da dolayısıyla birkaç
yıl için ertelenecektir.
c.
Üçüncü aşamada, yıllar süren mücadeleden sonra, yenilmezsek ve silahlı mücadele
alanlarında sağlam devrimci temeller kurmayı başarırsak, çeşitli ülkelerin
devrimci güçleri arasında daha büyük çapta koordineli askeri eylem mümkün
olacaktır; silahlı gruplar daha sonra yerleşik üslerin desteği ile ara
alanlarda faaliyet gösterebileceklerdir.
Kıtanın
güney bölgesi için bu genel strateji, ülkelerindeki silahlı mücadeleyi
“başlatmak, geliştirmek ve sonuçlandırmak” için en ağır devrimci fedakârlıkları
yapmak isteyen her bir ülke ve taraf için doğru bir iktidar stratejisi talep
eder, bunu yok saymaz.
Carlos
Ramírez (Mario Roberto Santucho), Sergio Domecg,
Oscar Demetrio Prada, Juan Candela (Félix Helio Prieto)
Arjantin, Şubat 1968
Kaynak
Dipnot:
[1] Partimiz yakında, Latin Amerika devriminin bir kilometre taşı olarak
gördüğü Peru tecrübesi üzerine bir değerlendirme yayınlayacaktır. Stalinizmin
yöntemlerine sadık kalan Morenocu ekibin sakladığı tüm belgeler ve tanıklıklar
da gün yüzüne çıkartılacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder