Bugün
sağ milliyetçi partiler, kimi önemli feministler/femokratlar ve muhtelif
neoliberal siyasetçiler, İslam ve göçmen karşıtlığı denilen kavşakta bir araya
geliyorlar. Bu kavşakta aktörler ve hareketler, özerkliklerini yitirmeden
belirli bir mekânda buluşuyorlar, ama asla homojen bir yapı veya bir kimlik
meydana getirmiyorlar.
Bugün
birçok feminizm ve eşcinsel karşıtı sağcı parti, sağ siyasetçi ve neoliberal
çevre, feminizme ve eşcinselliğe destek sunuyor. Bu desteğe, bazı feminist ve
lubunya çevrelerinin İslam düşmanı ajandalara yönelik desteği eşlik ediyor.
Akademide
bazı isimler, milliyetçilikle feminist/lubunya hareketleri ve neoliberalizm
arasında yaşanan bu tür bir yaklaşmayı iki açıdan ele alıyorlar. İlk yaklaşım,
bu yakınlaşmada araçsallaştırma ve istismar buluyor.
Örneğin
sosyolog Eric Fassin ve ırk üzerine çalışan Liz Fekete, bu bağlamda, “cinsel
milliyetçilik”ten ve “aydınlanmacı köktencilik”ten bahsediyor. Yazarlar, bu
anlayış üzerinden, Avrupa bağlamında kadın ve LGBT haklarının İslam ve göçmen
karşıtı kampanyalarda kullanılıyor oluşuna dair belirli bir izahat
sunuyorlar.[1]
İkinci
yaklaşım, “gizli anlaşma”ya veya ittifak”a odaklanıyor. Eşcinsel hareketler ve
lubunya çalışan Jasbir Puar, “homonasyonalizm” ile ilgili çalışmasında bu
yaklaşıma başvuruyor.[2] Yazar, eşcinsel hareketlerin yeni oluşan homonormatif
çerçeveler dâhilinde, ırksallaştırılmış Ötekilere ve Müslümanlara karşı nasıl
kullanıldıklarını açıklarken bu kavramı kullanıyor.
Femonasyonalizm,
esasen yaşanan yakınlaşmanın bir sonucu. Bu bağlamda, birbirinden farklı
hareketlerin, partilerin ve aktörlerin İslam ve göçmen karşıtı siyaset
dâhilinde nasıl bir araya geldiklerini, bu birlikteliğin ideolojik saiklerini
incelemek gerekiyor. Bu dinamikler, politik gündemlerine ait belirli yönleri
riske atma pahasına böyle bir yola giriyorlar, dolayısıyla burada rol oynayan
sebeplere bakmak şart.
Sağcı
partilerin bahsi geçen kavşakta karşı çıktıkları dinamiklerle yan yana
gelmeleri, esasen son dönemde yaşanan değişimle alakalı bir gelişme. İtalya ve
Fransa’da sağcı hareket, etnik milliyetçilik alanından kültürel milliyetçilik
alanına geçti; Hollanda’da ise beyazların üstünlüğü alanı terk edilip etnik
milliyetçilik öne çıkartılmaya başlandı.[3]
Genel
mânâda bu üç ülkedeki sağ siyaseti, artık “popülist” olarak nitelemek mümkün.
Ama gene de “popülizm” kavramının bu partilerin kadın-erkek eşitliği meselesini
yabancı düşmanlığı kampanyalarında neden kullandıklarını yeterince izah
etmediğini söylemem lazım.
Popülizm,
“biz ve onlar” ikiliğine dayanıyor. Sağcı güçler, Müslümanları ve Batılı
olmayan Ötekileri Batı toplumlarının düşmanı olarak görüyorlar. Ama popülizm
kavramı, bu sağcı partilerin bir yandan da Müslüman ve göçmen kadınları düşman
olarak görmeyip onları neden kurtarmaya çalıştıklarını pek açıklamıyor.
Dolayısıyla,
mevcut çelişkiyi açıklamak istiyorsak bizim, bilhassa postkolonyal feminizm ve
eleştirel ırk çalışmalarının geliştirdiği milliyetçilik teorilerinden
yararlanmamız gerekiyor. Bu noktada, aralarında Müslüman isimlerin de bulunduğu
önemli bir dizi feminist entelektüel ve siyasetçinin, kadın örgütlerinin ve
femokratın İslam karşıtı kampanyalar dâhilinde öne sürdükleri argümanlar
incelenmeli.
Politik,
teorik ve biyografik açıdan birbirinden çok farklı olan bazı feministler, İslam
karşıtı bir duruş sergiliyorlar ve bu duruş temelde, Batı’daki cinslerarası
ilişkilerin daha ileri olduğuna, ataerkil kültürlerinin insafına kalmış olan,
fail olmayı beceremeyen nesneler olarak Müslüman kadınların eğitilmeleri
gerektiğine dair kanaate yaslanıyor. Farklı politik çizgilere mensup
feministler ve femokratlar, tam da bu sebeple toplumsal cinsiyet eşitliği ve
İslamî uygulamaları karşı karşıya koyuyorlar.
Milliyetçileri
neoliberal çevrelerle bir araya getirense sivil bütünleşme politikalarının
hamurunda olan Batı’nın üstün olduğu fikri. Feministler, neoliberaller ve
milliyetçiler, İslam karşıtlığı düzleminde tam da bu üstünlük fikri üzerinden
yan yana geliyorlar. Bu programlarda esas unsursa neoliberal istihdam mantığı
ve bireyin sorumluluğu anlayışı. Bu anlayış, Batılı ulusun homojenliği ve
üstünlüğünü esas alan sağcı ideolojiyle ve “Batı merkezci” feministlerde
görülen “çalışmak özgürleştirir” anlayışıyla harmanlanıyor.
“Sağcı
milliyetçiler, feministler ve neoliberaller, kendi politik ajandalarını riske
atma pahasına neden bir araya geliyor?” sorusunu Derrick Bell’in “çıkar
yakınlaşması teorisi”nden yararlanarak cevaplamak mümkün.[4] Bu teoriye göre
hâkim ırka mensup grup, kendisinden aşağıda gördüğü ırka mensup grubun eşit
haklar mücadelesini ancak süreçte belirli kazanımlar elde edeceğini
düşündüğünde destekliyor. Demek ki bu yakınlaşma dâhilinde milliyetçiler,
feministler ve neoliberaller de bir kâr-zarar hesabı yapıyorlar ve belirli
stratejik hesaplamalar içine giriyorlar.
Beyazlardan,
Avrupalılardan, Batılılardan, Hristiyanlardan, medenilerden ve kadına dost
kesimlerden oluşan bir “Biz”in karşısına beyaz, Avrupalı, Batılı olmayan,
Müslüman, medenileşmemiş, kadın düşmanı ötekilerden meydana gelen bir
"Onlar" çıkartılıyor. Bu, aşırı sağcı milliyetçi partilerin ekmeğine
yağ sürüyor. Cinsiyet eşitliği ve insan hakları yeni ırkçı ve emperyalist dile
örgütleniyor. Sağcı partiler bu yönelimleri milliyetçi projelerini pekiştirmek
için istismar ediyorlar. Bu partiler mülteciler, bilhassa Müslümanlar arasında
cinsiyet eşitliğinin bulunmaması meselesine sırf Batı Avrupalılar arasında yaygın
olarak ırkçılığı beslemek için odaklanıyorlar.[5]
Kadın
hakları mücadelesi adına ırkçılıkla İslam karşıtlığına yakın durmak, esasen
feministlere ve femokratlara çok şey kaybettiriyor. Yani cinsiyet eşitliğinin
Batılı olmayan kadınlar arasında yaygın olduğunu söylemek suretiyle İslam
karşıtı feministler ve femokratlar, bugün Batı Avrupalı kadınları hâlen daha
etkilemekte olan birçok eşitsizlik biçimine kimsenin eğilmemesine neden
oluyorlar.
Neoliberal
hükümetlerse bu fırsattan istifade ederek, cinslerarası adaletsizliği genel
mânâda gidermeyi amaçlayan programlara aktarılacak paraları azaltmak için,
kadın haklarını sadece göçmen/Müslüman kadınları ilgilendiren bir meseleye
indirgiyorlar.[6] Kadın haklarının daha fazla görünür hâle gelmesine katkı
sunmak yerine, bu alanı bir tür medeniyetler savaşı alanı olarak takdim etmek,
kadın haklarını genel toplumsal sorunlardan kopartıyor ve onu salt “Batılı
olmayan kadınlar” meselesine hapsediyor veya Beyaz ve Batılı olmayan Müslüman
erkeklerden zulüm gören Batı Avrupalı kadınlara ait bir mesele olarak görüyor.
Derrick
Bell, meseleyi benden farklı ele alıyor. Onun üzerinde durduğu çıkar
yakınlaşması teorisi, bizim hiç de özgürlükçü olmayan kimi politik hareketlerin
özgürlükçü projelere taktiksel düzeyde destek sunmalarını analiz etmemize katkı
sunsa da Bell’in teorisi, özgürlükçü hareketlerle veya ezilen faillerle
muhafazakâr partiler arasındaki yakınlaşmayı asla izah etmiyor.
Esasında
Bell, özgürlükçü hareketlerin muhafazakârların önceden karşı çıktıkları veya
inkâr ettikleri haklara bugün neden destek sundukları sorusuna cevap veremiyor.
Başka bir ifadeyle, onun geliştirdiği çıkar yakınlaşması teorisi, kadın hakları
adına bazı feministlerin ve kadınların eşitliğini savunan isimlerin İslam
karşıtı argümanlara neden başvurduklarına bir açıklama getirmiyor. Bu
argümanlara destek sunan kimi feministler ve femokratlar, cinsiyet eşitliğinin
kamuoyunun gündemine taşınmasına katkı sunduğunu iddia ediyorlar. Oysa bana
kalırsa, bunun tam tersi bir süreç işliyor.
Femonasyonalizme
yol açan yakınlaşmayı İslamofobi ve ırkçılığı temel alan özgürlük düşmanı
güçlerle patriarka ile cinsiyetçiliğe karşı yürütülen özgürlükçü mücadele
arasındaki temel gerilimin ve çelişkinin bir sonucu olarak görmek mümkün.
Bu
gerilim sayesinde femonasyonalizm güçleniyor ve yaygınlaşıyor, ama aynı zamanda
kırılganlaşıyor. Ondaki gücün kaynağı, esasen Müslüman erkekleri zalim,
Müslüman kadınları mağdur olarak ön plana çıkartan yaklaşım. Bu sürece eskiden
Müslüman olan isimler, kadın siyasetçiler kadar önde gelen feministler ve
femokratlar da katkı sunuyorlar.
İlgili
süreçte İslam karşıtı söylem, milliyetçilerin ve ana akım medyanın karalama
kampanyalarını besliyor. Cinsiyet eşitsizliğini ilk elden tecrübe eden
feministler ve femokratlar, bu sayede söz konusu sürece dâhil oluyorlar.
Ayrıca
bahsi geçen gerilim, femonasyonalizmin kırılgan bir yakınlaşma olarak vücut
bulmasına sebep oluyor. Birbiriyle çelişki içerisinde olan bileşenleri karşı
karşıya geldiklerinde bu birliktelik büyük ihtimalle zayıflayacak.
Benim
yakınlaşmayla alakalı görüşüm, femonasyonalizm kampında varolan yarıklar,
farklılıklar, kazanımlar ve kayıplar üzerinde duruyor. Burada daha çok
femonasyonalizm denilen ideolojik alanı meydana getiren farklı toplumsal ve
politik aktörler ile gündemler arasındaki ilişkilerin çoklu, çok anlamlı
niteliğine, bu ilişkilerin faillerin niyetlerinden bağımsız oluşuna vurgu
yapılıyor. Bu çelişkiler, derinlemesine idrak edildikleri vakit, cinsiyet
eşitliği konusunda yaşanan bu yakınlaşmanın olumsuz etkileri konusunda sağlam
bir eleştiri yapmak mümkün olacaktır.
Sara R. Farris
[Kaynak:
In the Name of Women’s Rights: The Rise of Femonationalism, Duke
University Press, 2017, s. 6-10.]
İlk
Bölüm: Kadın Hakları Adına
Dipnotlar:
[1] Eric Fassin, Fransa ve ABD’de cinsellik, cinsiyet, toplumsal cinsiyet
eşitliği ve eşcinsel hakları gibi konu başlıklarının özel alandan
kamusal/politik alana nasıl taşındığını inceliyor. Cinsel özgürlüklerin açık,
kamusal tartışma konusu olarak gündeme gelmesi ve demokratikleşme, göçmenlerin,
bilhassa Müslümanların bu süreçlere yabancı kişiler olarak tanımlanması
pahasına gerçekleşiyor. Cinsel demokrasi veya demokrasinin cinselleştirilmesi,
cinsel milliyetçiliğe hizmet edecek şekilde araçsallaştırılıyor. Bu noktada,
göçmenlerin ve Müslümanların entegrasyonu öne çıkartılıyor ve geldikleri
ülkelere sadakatleri o ülkelerin cinsel değerlerine bağlılıkları üzerinden
sınanıyor (E. Fassin, “Sexual Democracy and the New Racialization of Europe”).
Göçmenleri ötekileştirmek için sağcıların Batı kültürünü dogmatik ve dışlayıcı
bir şekilde tarif ettikleri ortamda “kültürel köktencilik” anlayışından
istifade eden 2006 tarihli makalesinde Liz Fekete, “aydınlanmacı köktencilik”
terimine başvuruyor. Bu terim, Avrupa genelinde yabancı düşmanı kampanyalarda
sağcı partilerin kadın haklarını ve eşcinsel haklarını kullanmasına, genelde
Müslümanları ve göçmenleri hedef almak kaydıyla Batı Avrupa kültürünün temeli
olarak görülen Aydınlanma geleneğine dönük başvurusuna atıfta bulunuyor.
Fekete’ye göre aydınlanmacı köktencilik, 11 Eylül sonrasında epey güçlendi. Bu
süreçte kendisini feminist olarak niteleyen birçok isim, sağcı sürüye katıldı
(Fekete, “Enlightened Fundamentalism?,” s. 12). Bu noktada Fekete söz konusu
feministleri paternalizmle suçluyor ve kadınların seçme hürriyeti adına
başörtüsünü yasaklayan baskıcı politikalara destek verirken yüzleştikleri
çelişkilere işaret ediyor. Fekete’ye göre sağcılar kadar feministler de
kültürel açıdan köktenci kampanyalarda cinsiyet eşitliği temasını “istismar”
ediyorlar. Öte yandan, Fassin’e benzer şekilde Hollandalı sosyologlar Paul
Mepschen ve Jan Willem Duyvendak da “cinsel milliyetçilik” terimine başvuruyor
ve bu terimi Hollanda’da Müslümanları cinsel özgürlüklere yönelik bir tehdit olarak
gören yaklaşımları tartışırken kullanıyor. Yazarlar, milliyetçiliğin
cinselleştirilmesi meselesini yurttaşların “kültürelleştirilmesi ve
cinselleştirilmesi” bağlamında ele alıyorlar. Bu noktada Hollanda’da yurttaşlık
giderek kültürel ve ahlakî kimlikler ve tanımlamalar üzerinden anlaşılıyor. Bu
bağlamda yazarlar, Müslümanların ve diğer Batılı olmayan göçmenlerin
Avrupa’daki belirli kültürel kimliklere ve cinsel özgürlüklere sadık
olmadıkları için eleştirildiğinden bahsediyorlar. Sonuçta bu kültürel kimlikler
ve cinsel özgürlükler, bugünlerde Batı tarihinin temeli olarak tanımlanıyorlar.
Mepschen ve Duyvendak, bir yandan da Müslüman karşıtı ajanda dâhilinde cinsel
özgürlüklerin popülist sağın elinde birer oyuncağa dönüştüğünden bahsediyor. Bu
süreci ise temelde neoliberalizm hızlandırıyor. Neoliberalizmi yazarlar,
“devletin otoritesinin ulusal yurttaşlığın ve politik öznelliğin üretimi ile
emek piyasalarının düzenlenmesi ve kent hayatının kıyıya köşeye atılması süreci
üzerinden restore edilmesi veya perçinlenmesi projesi” olarak anlıyorlar
(Mepschen, Duyvendack ve Tonkens, “Sexual Politics, Orientalism and
Multicultural Citizenship in the Netherlands”). Ayrıca bkz.: Mepschen ve
Duyvendack, “European Sexual Nationalisms.”
[2]
Daha çok 11 Eylül sonrası eşcinsel siyaseti ile ABD’li milliyetçiler arasındaki
kesişmeye odaklanan Jasbir Puar, ayrımcı devleti, Batı medeniyetine olduğu
kadar kadına ve yabancılara da düşman olan unsurlar olarak erkek ötekilere
odaklanan bir ana gösterge şeklinde tanımlıyor. Puar, daha da özelde ABD’deki
milliyetçilikle lubunyaların cinsel politikası arasındaki yakınlaşmayı
homonasyonalizm temelinde ele alıyor. Homonasyonalizm, hem Amerika’daki
milliyetçi çerçeve dâhilinde Müslümanlara ve diğer ırklara karşı eşcinsel
hakların kullanılmasını, hem de ABD’nin terörle mücadele ajandası dâhilinde
“homonormativite”nin yani evilleştirilmiş eşcinsel siyasetinin entegrasyonunu
ifade ediyor. Puar’ın da ifade ettiği biçimiyle homonasyonalizm, ABD’li
eşcinselleri ve lubunyaları diğer ırklardan ve cinsel ötekilerden kopartıyor,
homoseksüalite ile Amerikan milliyetçiliği arasındaki çakışmayı öne çıkartıyor.
“Bu yakınlaşma, hem yurtseverliği esas alan milliyetçiliğin hem de
eşcinsel-lubunya öznelerin ürettiği bir olgu” (Puar, Terrorist Assemblages,
39). Puar, bu noktada, ABD devletinin istisnacılığına ve belirli kesimleri
dışlama siyasetine işaret ediyor ve bu siyasetin eşcinsel hareketin belirli
kesimlerini kendisine örgütlendiğini söylüyor. Milliyetçilik, bu aşamada
eşcinsel harekete ait bazı temaları taktiksel açıdan istismar etmek veya
araçsallaştırmak yerine, lubunya hareketlerinin bu yeni ırkçı yapıya destek
vermeleri üzerinde duruyor. Puar’ın kitabı, akademisyenler arasında süren
tartışmalarda epey etkili oldu. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin ve LGBT
eşitliğinin Quebec ve Hollanda’da süren Müslüman ataerkisi ile ilgili
tartışmalarda devreye sokulması meselesini ele alan Sirma Bilge ve Sarah Bracke
de Puar’ın homonasyonalizm kavramını cinsel milliyetçiliğin geliştirdiği yeni
bir hegemonik biçim olarak kullanıyor. Bilge, Quebec’te “devlet feminizmi”nin
Müslümanları eşcinsel haklarına ve kadın haklarına yönelik bir tehdit olarak
sunan yaklaşımında bu homonasyonalizm siyasetinin devreye sokulduğundan
bahsederken Bracke, Hollandalı feministlerle sağcı yabancı düşmanı
siyasetçilerin kurduğu ittifaka işaret ediyor ve bu kesimlerin Müslüman
kadınları maruz kaldıklarını düşündükleri zulümden kurtarmaya çalıştıklarını,
bir yandan da benzer bir kurtarıcılık dilini lubunya hareketlerine tatbik
ettiklerini söylüyor. Bilge, feministler, LGBT ve İslam karşıtı söylem
arasındaki yakınlaşma konusunda materyalist bir yaklaşım öneriyor ve bu noktada
neoliberalizmi Quebec’te hüküm süren cinsel milliyetçiliğin ana zeminini teşkil
ettiği, neoliberalizmin feminist hareketlerin ve LGBT hareketlerinin
piyasalaşmasını sağladığı üzerinde duruyor. Bkz.: Bilge, “Mapping Quebecois
Sexual Nationalism in Times of ‘Crisis of Reasonable Accommodations’ ”; ve
Bracke, “Subjects of Debate.”
[3]
Milliyetçi partiler olarak İtalya’da Kuzey Ligi, Fransa’da Ulusal Cephe
2000’lerin başından itibaren “Batı’nın üstünlüğü” ile ilgili kelimeleri ve
ifadeleri kullanmaya başladı. Bu da onların kamuoyunda süren tartışma sürecine
girip, orada sözlerinin daha fazla işitilmesini sağladı. Hollanda’daki Özgürlük
Partisi ise başlarda Batı’nın “üstün” olan liberal değerleri karşısında
özgürlük ve kadın düşmanı İslam’a yönelik kampanyalar yürüttü, ama zamanla
şovenist ve milliyetçi bir alana doğru kaydı. Batı’nın üstünlüğü anlayışı ile
ilgili bir tartışma için bkz. Bessis, Western Supremacy; ve Bonnett,
“From the Crisis of Whiteness to Western Supremacism.”
[4]
1980 tarihli ünlü makalesinde Derrick Bell, ABD Yüksek Mahkemesi’nin “kamu
okullarının ırklara göre ayrıştırılmasının anayasaya aykırı” olduğuna ilişkin
1954 tarihli kararını “çıkar yakınlaşması”na örnek olarak görüyor. Bell’e göre,
Yüksek Mahkeme’nin Afrikalı-Amerikalıların okullarda temel hakları için verdiği
mücadeleye destek verme kararına esasen beyazların en azından hukuk alanında
okulların ayrılması siyasetine son vermeyi politik ve ekonomik açıdan kazançlı
gören yaklaşımı sebep oluyor. Bell, ilk olarak bu kararın “Amerika’nın üçüncü
dünya halklarının kalplerini kazanma noktasında komünist ülkelere karşı
mücadelede belirli bir itibar kazanmasını sağladığını söylüyor. İkinci olarak
bu karar, İkinci Dünya Savaşı esnasında savunulan eşitlik ve özgürlük ilkelerinin
henüz ülke içerisinde yürürlüğe girmemesi noktasında Amerikalı siyahlara bu
ilkelerin uygulanacağı konusunda gerekli güvenceyi veriyor. Son olarak da
temelde ayrımcılık, güneydeki eyaletlerde sanayileşme sürecinin önünde bir
engel olarak görülüyor (Bell, “Brown versus Board of Education and the
Interest-Convergence Dilemma,” s. 524–525).
[5]
Hester Eisenstein, Feminism Seduced: How Global Elites Use Women’s Labor and
Ideas to Exploit the World. New York: Paradigm, 2010; Nicola Perugini ve
Neve Gordon, The Human Right to Dominate. Oxford: Oxford University
Press, 2015.
[6]
Joyce Outshoorn ve Jantine Oldersma, “Dutch Decay: The Dismantling of the
Women’s Policy Network in the Netherlands”, Changing State Feminism içinde,
Yayına Hz.: Joyce Outshoorn ve Johanna Kantola, Basingstoke, UK: Palgrave
Macmillan, 2007.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder