ABD,
Şah döneminde (1941-1979) İran’dan bu kadar nefret etmiyordu. 1951-1953 arası
dönemde Muhammed Musaddık isimli bir milliyetçi, iktidara gelip petrol
endüstrisini millileştirince CIA, Şah ve ordunun General Fazlullah Zahidi
liderliğindeki sağ kanadı Musaddık’a karşı harekete geçti. O gün bile asıl
tehdit İran halkı değil komünistler olarak görülüyordu. O dönemde Suudi
kralları ve İran şahı, halk hareketlerine ve komünistlere karşı mücadeleyi
ortak dava hâline getirmişti. Şii-Sünni ayrımı henüz onları rahatsız eden bir
olgu değildi.
ABD’yi,
Suudileri ve Körfez ülkelerini asıl öfkelendiren gelişme ise yetmişlerin
sonunda bölge genelinde yükselen dalgaydı. 1978’de Afganistan’da, 1979’da
İran’da yaşanan devrimler, İslamabad’da ABD elçiliğinin ele geçirilmesi (1979)
ve Suudi Arabistan’da Kâbe’nin işgal edilmesi (1979) bu dalganın önemli
bileşenleriydi. ABD ve Suudiler, şah karşıtı hareketlerden ve komünist
faaliyetlerden epey rahatsız oldular. Bu akımlar yok edilmek zorundaydı.
Batı
ve Körfez, Eylül 1980’de İran’a tam da bu sebeple saldırdı. İran’ı derinden
sarsan İran-Irak Savaşı 1988’e dek sürdü. Savaş boyunca Tahran’da Cuma
namazlarını çoğunlukla Ali Hamaney kıldırdı. 17 Ocak 2020 günü kılınan Cuma’da
Hameney, o savaşı içi burkularak andı. İranlılara Almanya’nın, Fransa’nın,
İngiltere’nin ve ABD’nin Saddam’a para ve silâh temin ettiği o savaşın ardından
Batı’ya nasıl güveneceklerini sordu.
Savaş
esnasında Humeyni, bakanı Muhsin Refikdust’a hardal gazı üretiminin
yasaklanmasını, hatta nükleer silâh lafının ağza bile alınmamasını söyledi.
Humeyni bakanına, “kimyasal silâh üretirsek Saddam’la benim aramda ne fark
kalır?” dedi. Ekim 2003’te Ali Hamaney, Humeyni’nin bu sözünü kitlesel imha
silâhları karşıtı bir fetva olarak tekrar dile getirdi. Hameney, İran’ı nükleer
silâh geliştirmekten alıkoyanın Batı değil İran’ın kendisi olduğunu birkaç kez
söyledi ve bu kararı dinî temelde aldıklarını aktardı.
Temel
mesele, İran’ın nükleer ajandasının olup olmadığı değildi. Asıl üzerinde
durulması gereken mesele, İran’a diz çöktürmek, onun dişlerini sökmek ve ülkeyi
Batı Asya’daki tüm bağlarından mahrum kılmaktı.
Peki
İran kendisini yaşanan hibrit savaştan nasıl korudu?
2001-2003
arası dönemde ABD, İran’ın düşmanları olan Taliban’a ve Saddam’a karşı iki ayrı
savaş yürüttü. Bu güçlerin yenilmesi ile birlikte İran, kanatlarını tüm bölge
üzerine germe imkânı buldu. Bu savaşlarda yüzleşilen stratejik hatayı gören
ABD, sonrasında İran’ı kendi sınırlarına çekmeye dönük hamleler yapmaya
başladı. Bu noktada 2005 tarihli Suriye’nin Hesap Vermesiyle İlgili Kanun (ve
2011’de Suriye’ye açılan savaş) üzerinden İran ile Suriye arasındaki bağı
zayıflatmaya çalışan ABD, 2006’da İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırısı ile
Lübnan’daki politik güç olarak Hizbullah’ı yok etmek istedi. Ama bu plan işe
yaramadı. 2006’de ABD, İran’ın nükleer enerji programı üzerinden kendince bir
krizi tetikledi. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve ABD, bu süreçte İran’a
yönelik yaptırımlara imza attı. Bu da işe yaramadı, bunun üzerine 2015’te ABD,
bugünlerde Trump’ın karşı çıktığı nükleer anlaşmasını İran’la imzalamayı kabul
etti. İran halkının çilesini çektiği zemherinin sonu gelmiş miydi artık? Hayır.
Hibrit savaş, hâlen daha devam etmekteydi.
1980’de
İranlılar Kudüs Gücü’nü kurdular. Bu gücün ana meselesi, kuşatma altındaki İran
için bölgesel bağlar kurmaktı. İlk başta Kudüs Gücü, Batı’nın çıkarlarıyla
çelişen, hatta bölgedeki solu da karşıya atan kimi operasyonlar içine girdi
(örneğin Afganistan’daki Muhammed Necibullah’ın başında bulunduğu komünist
hükümete saldırılar düzenlendi). Ama son on yıl içerisinde Tümgeneral Kasım
Süleymani’nin ve eski İran-Irak Savaşı gazilerinin liderliğinde hareket eden
Kudüs Gücü, daha net bir gündeme sahip oldu.
İran’da
liderler, ABD’nin ve müttefiklerinin saldırısına karşı koyamayacaklarını
biliyorlardı. ABD’nin elindeki güdüm füzeleri ve bombalar, İran için ciddi bir
tehditti. Bu türden bir savaştan kaçınmak zaruri idi.
Kuzey
Kore’den farklı olarak İran, nükleer saldırılara karşı herhangi bir zırha sahip
değil, hatta nükleer silâha sahip olmayı istemiyor. Ancak öte yandan kitlesel
imha zırhını terk eden Libya ve Irak, caydırıcı bir güç olarak nükleer silâha
sahip olmayan ülkelerin başına nelerin gelebileceğine dair çok şey söylüyor.
Oysa Irak da Libya da Batı’yı tehdit etmiyordu, buna karşın iki ülke de imha
edildi.
İşte
Kudüs Gücü, Batı’nın İran’a yönelik saldırılarına karşı caydırıcı bir güç
olarak iş görüyor. Süleymani liderliğinde Kudüs Gücü, Lübnan’dan Afganistan’a
kadar uzanan bölgede İran yanlısı örgütlerle ilişkiler kuruyor ve onları milis
teşkilâtları inşa etme konusunda teşvik edip bu konuda söz konusu örgütlere
destek sunuyor.
Suriye’deki
savaş, bu örgütlerin sınandığı bir saha. Bu örgütler, İran’ın saldırıya
uğraması durumunda ABD hedeflerine saldırı yapma konusunda hazırlık
yürütüyorlar. Süleymani suikastı sonrası İranlılar, saldırıya uğradıkları
takdirde Dubai’yi (Birleşik Arap Emirlikleri) ve Hayfa’yı (İsrail) yok
edeceklerini söylediler. İran’ın elinde bulunan kısa menzilli füzelerin
Dubai’yi vurması mümkün. Öte yandan Hayfa’yı asıl vuracak güçse Hizbullah. Bu
da demek oluyor ki ABD ve müttefikleri İran’a bombalar yağdırıldığı noktada
geniş ölçekli bir bölgesel gerilla savaşı ile yüzleşecekler. Bu milis
teşkilâtları, İran’ın caydırıcı gücü. Trump’ın tereddüt etmesinin sebebi de bu.
Muhtemelen daha uzun süre eli kolu bağlı oturacak.
İran’ın
siyasetini asıl tarif eden unsur, ABD’nin ve bölgedeki İsrail ve Suudi
Arabistan gibi müttefiklerinin ülkeye uyguladığı yoğun basınç. 1979 İran
Devrimi tüm o genişliği ve kapsamı ile İran solunu da içeriyordu ama sol, artık
devrimin parçası değil.
Irak’ta
komünistler çekimser bir tutumla tekrar sahneye çıktılar ve 2011’den beri
IMF’nin dayattığı politikaları uygulayan hükümete karşı süren isyanlarda yer
aldı. Son gösterilerde Iraklılar “vatanımızı istiyoruz” sloganını attılar. Bu
slogan, Lübnan’dan Afganistan’a kadar birçok ülkede insanların dilinde.
İran
Devrimi esnasında solcu bir örgüt, Adalet Bakanlığı’nın duvarlarına şunu
yazmıştı: “Özgürlüğün şafağı söktü ama özgürlüğün yeri boş kaldı” (dar
tulu-e azadi, ja-ye azadi khali). İsyan yaşandı ama devrimin vaadi tümüyle
askıya alındı.
Vijay Praşad
23 Ocak 2020
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder