Giriş
İslam’ın
kutsal kitabı Kur’an’ı tefsir etmek, Kapital ve Komünist Manifesto
gibi komünizmin kutsal metinlerini tefsir etmek gibidir. Fakat Kur’an’ın
tefsirinde başka bir güçlük daha vardır: İslam âlimlerine göre Allah’ın
dolaysız ve eşsiz kelâmı olarak Kur’an tercüme edilemez. Bu âlimler,
Müslümanların dilbilim alanında ulaştığı muazzam başarının Arapçanın başka bir
dile aktarılmasını imkânsız kıldığını söylemektedirler.
Ama
gene de elimizde birçok Kur’an çevirisi var, tıpkı Marksist metinler gibi.
İster tercüme edilmiş olsun isterse olmasın teorik metinler, tarihsel planda
sayısız analize, revizyona, tefsire ve itirazlara maruz kalmış, doğuda ve
batıda entelektüel ortamlarda ve yapılarda hâlen daha karşılık bulan
tartışmaları tetiklemişlerdir. Tıpkı Marx’ın Leninizm, Maoizm, Troçkizm, İkinci
Enternasyonal Marksizmi gibi farklı yorumlara sahip olmasında olduğu gibi
Kur’an da farklı şekillerde tefsir edilmiş, (Şiilik, Sünnilik, Şafilik gibi
farklı yorumlar dâhilinde) ortaya farklı İslam’lar çıkmıştır. Dolayısıyla
ihtilafın çeviriyle alakalı olmadığını söylemek mümkündür. Muhtemelen ihtilaf,
tefsirle ve kişilerin aynı metinleri okuyup yorumladıkları bağlam dâhilinde
sahip oldukları tarihsel ve toplumsal deneyime dair anlayışlarıyla alakalıdır.
Tefsir
sorununun yanı sıra aynı ölçüde önemli olan diğer bir husus da bu kutsal
metinlerin tarihsel planda politik partiler, camiler, teşkilâtlar, dernekler,
meslek birlikleri ve elbette devletlerle imparatorluklar gibi bir dizi aracı
kurum üzerinden somuta taşınmasıdır.
Bu
noktada tefsir meselesinin, kutsal metnin esasen belirli kişiler eliyle
okunması, not tutulması, ardından vaazlar verilip içeriğin yayılması yoluyla o
metni somuta taşıma girişimi olduğunu söylemek mümkündür. Hiç şüphe yok ki
tefsir ve somuta taşıma meselesi, birbirinden ayrılması mümkün olmayan insanî
faaliyetlerdir. Biz burada çıkış noktası olarak, fikri temrinler veya
birbirinden ayrı şahsi uygulamalar değil, somuta taşıma girişimlerinin
kurumsallaşıp örgütlenmiş olan biçimi üzerinde duracağız. Her şeyden önce tıpkı
Marksizm gibi Kur’an da bireylere değil, gruplara veya sınıflara seslenme
eğilimindedir.
Birçok
kitaptan, makaleden ve toplumsal deneyimden Marksizmin Batı’da ve Doğu’da nasıl
somuta taşındığını biliyoruz. Birçok Marksist aydının, sendikacının ve parti
elemanının Marksizmi somuta taşıma tarzı, tümüyle Marx’a atfedilemez, onunla
ilişkilendirilemez. Dile getirdiği son teorik ifadesinde yapısalcı Marksist
Nicos Poulantzas’ın söylediği gibi, “Teori ile pratik, teoriyle gerçek arasında
yapısal bir mesafe söz konusudur.”[1] Buna karşılık hepimizin aşina olduğu şey
komünizmin gerçek hikâyesi, başka bir ifadeyle, “gerçekte varolan
sosyalizm”dir. Biz ayrıca 1989’da komünist siyasetin Avrupa’da nasıl
sonuçlandığını da bilmekteyiz. Dolayısıyla bizim burada üzerinde durduğumuz
mevzu, Kur’an’ın somuta taşınması, daha da özelde emperyalizmin O’nu somuta taşıma
tarzıdır. Peki bundan neyi kastediyoruz?
Belirlediğimiz
amaçlar doğrultusunda ben, “somuta taşıma”yı anlatılan hikâyeyi somuta taşımak,
gerçeği dönüştürmek için hikâye ile gerçek arasına giren çok sayıda kurumsal
aracının teşkil ettiği sistem olarak tarif ediyorum.[2] Bu yaklaşım bizi, basit
bir mesele olan tefsirin çok ötesine taşıyor, zira Kur’an’ın tarihsel planda
ait olduğu dünya Doğu’dan, Batı’nın oryantalizminin hâkim olduğu o coğrafi
kesitten oluşuyor.
Edward
W. Said’in Şarkiyatçılık çalışması, bu anlamda Kur’an’ın somuta
taşınmasındaki gizemi açığa çıkarma, aynı zamanda “medeniyetler çatışması”
yalanını ortadan kaldırma noktasında önemli bir yere sahip. Kur’an, tam da
Batı’nın kültürel ve politik emperyalizmi anlamında oryantalizm bağlamında
somuta taşınıyor.
Önce
ben, bu çalışmada Kur’an’daki sorunsalı, ihtilaflara yol açan üç ana konu ile
ilişkili olarak ele alacağım. Ardından bu konuları Batı’nın Kur’an’ı yanlış
yorumlama noktasında gerçekleştirdiği özel müdahalenin şifrelerini çözmek için
Batı emperyalizminin tarihsel ve güncel politik bağlamına yerleştireceğim.
Sonuç kısmında ise emperyalist Batı ile güç durumdaki Doğu arasında mevcut olan
kültürel ve jeopolitik dengeyi bozabilecek yegâne makul seçenek olarak, Doğu ve
Batı’da ılımlı İslam, Hristiyanlık ve Sol arasında politik bir ittifakın
kurulması ile ilgili politika önerimi aktaracağım.
Her
şeyden önce Ortadoğu’da ve Avrasya’da, tüm dinleri kucaklayacak bir anlayışın,
sömürüyü, temsili ve doğrudan demokrasiyi, politika ve din teorisi,
uygulamasını kapsayacak şekilde inşa etmek, mevcut gidişatı terse çevirmek için
zaruri olduğu görülmelidir.
Kur’an’ı
Okumak: Üç İhtilaflı Meseleden Oluşan Sorunsal
Burada
“sorunsal” terimini, somut, semptomatik olmayan bir okuma sonrası idrak
edilebilecek belirli bir hikâyenin ideolojik ve teorik bağlamını oluşturmak
amacıyla kullanıyorum.[3] Somut okuma, zaman zaman metin içerisinde dağınık
hâlde bulunan, zihinsel açıdan bağlantılı ve karmaşık cümleleri toplumsal ve
tarihsel deneyim ışığında tekrar tekrar okuma, kıyaslama ve birkaç kez teorik
yoruma tabi tutma yöntemi aracılığıyla teorik bir bağlama oturmayı ifade
etmektedir.
Kapital’e olduğu
gibi Kur’an’a da bu şekilde yaklaşmak, onları anlamaya katkı sunacaktır. Bu
yaklaşım, metnin sorunsalına vakıf olabilmek için metni ileriye ve geriye
doğru, kapsamlı bir şekilde okumayı gerekli kılar. Burada örnek olarak Kapital’in
birinci ve üçüncü ciltlerinde karşımıza çıkan, değerin ürünün fiyatına
dönüşmesi sorunuyla alakalı, o ünlü çelişki akla gelebilir.
Tıpkı
Komünist Manifesto gibi Kur’an da insanları belirli toplumsal pratiklere
yöneltme amacını güder. Kitap, tüm insanlar arasında eşitliğin tesis edilmesini
söyler ve toplumdaki zayıf kesimlerin maruz kaldıkları adaletsizlikleri sert
bir dille eleştirir. Tarihsel sürecin ve her tarihsel dönemin gündeme getirdiği
modernleşme ile uyumlulaşma eğiliminin taleplerinin farkında değilmiş gibi,
Kur’an, kendisinin her zaman ve her mekân için uygun olan, değiştirilmiş ve
katışıksız bir yapısalcı metin olduğu iddiasında bulunur. Ama böyle olmadığı
görülmüştür. Daha önce dile getirdiğimiz gibi, aşağıda da netliğe
kavuşturacağımız üzere Kur’an, Muhammed sonrasında kimi isimlerin
uygulamalarına ve tefsirlerine maruz kalmıştır. Sonuçta Kur’an’ın içerisinden
şeriat denilen hukuk çıkartılmıştır.
Allah,
Kur’an’ı 610 yılında Mekke dışındaki Hira Mağarası’nda Muhammed’e indirir.[4]
Ardından Muhammed, peygamber ve vaiz olarak, metnin ilk somuta taşıma
deneyiminin altına imza atar.
Ama
bu Homeros’un dilinin hâkim olduğu bir dönemde gerçekleşmiş bir olaydır.
Homeros, Lycurgus ve Solon gibi Elen dünyasının zihinsel yapısını inşa eden
isimler din, bilim ve hukuk eğitimi almak için Mısır’ı ziyaret etmişlerdir.
Ardından Büyük İskender, zenginliğiyle öne çıkan İskenderiye kentini inşa
etmiş, Yakın Doğu içlerine yönelmiş, ama Arap yarımadasındaki çölleri ve
bataklıkları geçememiştir.
Yine
de temas sağlanmıştır: Kur’an’da hem Hristiyanlığın ve Yahudiliğin uygulamaları
ve teorileri etkindir hem de bu kitap, bu uygulamalara ve teorilere karşıdır.
Zaman içerisinde Kur’an, teorik ve politik düzlemde epey önemli hâle gelmiştir:
putperest ve seküler Batı işgalcidir, işgalcilerse kâfirdir. Sonuçta bu güçler
işgalci olarak görülmeselerdi, “kâfir” olarak nitelendirilmezlerdi.
Sonuçta
Müslüman, kendisini emperyalist Batı’nın seküler putperestliğine karşı bir
varlık olarak tarif etmiştir. Başka bir ifadeyle Batı, ta başından itibaren
Kur’an’da yola çağrılanların gerçek ve hayali dünyasına, sonrasında gelen
vaizlere ve lider isimlere bir biçimde müdahale etmiştir.
Bu
noktada ihtilaflı üç temel meseleye bakmak gerekiyor: ilki savaş ve şiddettir,
ikincisi kapitalizmle İslam’ın uyumlu olup olmadığı meselesidir, üçüncüsü ise
kadınların durumudur.
Kur’an’ın
fikri düzeyde şiddete destek verip vermediği meselesi incelenmelidir. Sonuçta
İslam’da Müslümanlar arasında yaşanan değil, kâfirlere karşı verilen savaş
cihad olarak nitelendirilmiştir.
Samuel
Huntington gibi Batılı akademisyenler, Kur’an’ın ve diğer İslamî kaynakların
şiddeti yasaklayan çok az sayıda ifadeye yer verdiğini, şiddete başvurmama
kavramının İslamî öğretide ve uygulamada kendisine yer bulmadığını
söylemiştir.[5]
Zahmet
edip de Kur’an’dan ayet aktarma gereği duymayan Huntington’ın bu yorumu,
“onları nerede yakalarsanız öldürün” diyen Bakara suresi 191. ayet gibi belirli
ifadelere dayanmaktadır.[6] Oysa bu ayet bağlamından çıkartılmakta, bu sebeple
temel sorunsal idrak edilememektedir. Aynı surenin 189. ayetten 194. ayete
kadar uzanan kısmı şu şekildedir:
“İyi davranış, takva
sahibi (Allah'a karşı gelmekten sakınan) insanın davranışıdır. Evlere
kapılarından girin. Allah'a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.
Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin.
Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez. Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi
çıkardıkları yerden (Mekke'den) siz de onları çıkarın. Zulüm ve baskı, adam
öldürmekten daha ağırdır. Yalnız, Mescid-i Haram yanında, onlar sizinle
savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Sizinle savaşırlarsa (siz de onlarla
savaşın) onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir. Eğer onlar (savaştan ve
küfürden) vazgeçerlerse, (şunu iyi bilin ki) Allah çok bağışlayandır, çok
merhamet edendir. Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın
oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık
düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır. Haram ay, haram aya karşılıktır. Hürmetler
(saygı gösterilmesi gereken şeyler) kısas kuralına tabidir. O hâlde kim size
saldırırsa, size saldırdığı gibi siz de ona saldırın, (fakat ileri gitmeyin).
Allah'a karşı gelmekten sakının ve bilin ki, Allah kendine karşı gelmekten
sakınanlarla beraberdir.”
Görüldüğü
üzere özel olarak savaşla ilgili olan bu ayetler, ne zaman ve neden
savaşılacağı hususunda birçok kısıtlamalar getirmekte, savaşın ne zaman ve
neden durdurulacağı konusunda hükümlere yer vermektedir. Örneğin kâfirler
Mekke’de Müslümanlara saldıracak olurlarsa, Müslümanların savaşmasına veya
öldürmesine izin verilmeyen bu şehirde Kur’an, Müslümanlara saldırıya
uğradıklarında kendilerini savunma konusunda izin vermektedir.
Bunun
dışında, metinden görüldüğü kadarıyla Kur’an, Müslümanların sadece kendilerini
savunmak için savaşmalarına izin vermektedir (İkinci Enternasyonal’in siyaseti
değil de toplam teorik birikim olarak ele aldığımızda Marksizm de tüm
türevleriyle benzer bir konum alır).
Belirli
surelerde Kur’an, ne zaman savaşılacağı meselesiyle birlikte mahrumlara,
mazlumlara ve korumasızlara yardım etmek (4:75) gibi insanî görevlerden de söz
eder. Başka bir surede ise savaşa ortada anlaşma yükümlülükleri bulunmadığı
noktada izin verilir (8:72). Neticede, Abdulhalim’in de dile getirdiği
biçimiyle, Kur’an’ın mesajının en belirgin özelliği, onun barış ve hoşgörü ile
ilgili olmasıdır. Bu mesaj, Batı’da aydınlarca aktarıldığı biçimiyle, asla
savaşa, nefrete ve hoşgörüsüzlüğe dair değildir.[7]
Öte
yandan Kur’an kapitalizmi, ticareti ve finansı da aynı ahlakî tarz dâhilinde
ele alır. Metnin takip ettiği hat boyunca ahengi ve adaleti esas alıyorsa
ticaret hayırlıdır, sonuçta barışa ve refaha yol açar (Muhammed de ticaretle
uğramıştır) ama öte yandan tefecilik yasaklanmıştır:
“Mallarını gece gündüz;
gizli ve açık Allah yolunda harcayanlar var ya, onların Rableri katında
mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.
Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu,
onların, ‘Alışveriş de faiz gibidir’ demelerinden dolayıdır. Oysa Allah,
alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt
gelir de (o öğüte uyarak) faizden vazgeçerse, artık önceden aldığı onun olur.
Durumu da Allah'a kalmıştır. (Allah, onu affeder.) Kim tekrar (faize) dönerse,
işte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalacaklardır. Allah, faiz malını
mahveder, sadakaları(71) ise artırır (bereketlendirir). Allah, hiçbir günahkâr
nankörü sevmez.”(2:274–6).
Nisâ
suresinin 29. ayetinden 32. ayetine kadar uzanan kısmında ise şu
söylenmektedir:
“Ey iman edenler!
Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan
ticaretle olursa başka. Kendinizi helâk etmeyin. Şüphesiz Allah, size karşı çok
merhametlidir. Kim haddi aşarak ve zulmederek bunu yaparsa, onu cehennem ateşine
atacağız. Bu, Allah'a pek kolaydır. Eğer size yasaklanan (günah)ların
büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir
yere koyarız. Allah'ın, kiminizi kiminize üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri
(haset ederek) arzu edip durmayın. Erkeklere kazandıklarından bir pay vardır.
Kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır.”
Şurası
açık ki Marksist analizden farklı olarak Kur’an, çelişkiyi sınıfsal üretim
ilişkileri ve sınıf bağlamında ele alamaz, dolayısıyla “adil” ticari işlemlerle
toplumsal barışa ulaşılabileceğini söyler. Ama buradan Maxime Rodinson’ın İslam
ve Kapitalizm (1966) isimli çalışmasında yaptığı gibi “Muhammed sosyalist
değildi” çıkarımında bulunulamaz.[8]
Mesele,
göründüğünden daha karışıktır. Yukarıda alıntılanan pasajlar dikkatle
okunduğunda Kur’an, ticarete, ekonomik ilişkilere ve işlemlere doğru şekilde
müdahale etme ve onları denetleme noktasında mevzuatla alakalı gerekli
çerçeveyi sunar.
Sonuçta
kendine has İslamî tarzı dâhilinde Kur’an, “Smithçi” değil, “Keynesçi”dir. Bu
da Kur’an’ın sosyal demokrat siyasete yakın durduğu anlamına gelir. Kur’an’ın
her kelimesine sadık kalan Arap tüccarlar önemli oranda zenginleşmişlerdir.
Felipe Fernandez-Armesto’nun tespitiyle:
“İslam, kültür içerisinde
önemli bir bileşen olan Arap tüccarları eliyle, orduların bile erişemedikleri
yerlere yayılmıştır. Ticaret sayesinde İslamî inanç şehirler arasında farklı
biçimlerde somutlanmış, Müslümanları despotik inhisarcıların yanına liman
denetçileri, gümrük memurları ve acenteler olarak iliştirmiştir. Misyonerler,
aynı ticaret yollarını takip etmiş, yolda dini yayma yükümlülüğünü ifa etmek
için âlimler himaye arayışına girmişlerdir. Doğaüstü yetenekleri ve zahitlere
has çalımları karşısında gittikleri ülkenin şamanlarıyla karşılaşacakları
kaygısına kapılan ‘manevi sporcular’, bu yol üzerinde dini uygulama imkânları
bulmaya çalışmışlardır.”
Bankacılık
sistemi ise faizsiz olarak faaliyet yürütmüştür. Bankalar, tefecilik kurumları
olduğundan şeriat yıllar içerisinde finans ve bankacılık işlemlerinde faiz
yönteminin kullanımını yasaklamıştır. Bu anlamda Kur’an ticari kapitalizmle
uyuşmaz. Öğretinin Marksist veya başka türden bir analizin düzeyine ulaşamamış
olması, o dönemde ekonomik ilişkilerin azgelişmiş olması ve sanayi
kapitalizminin yokluğu ile alakalı bir meseledir.
Yukarıda
ifade edildiği biçimiyle Kur’an’daki öğreti ve uygulamalarda Yahudi ve
Hristiyan öğretilerinin ve uygulamaların etkisi vardır.[10] Dolayısıyla
Kur’an’da kadınlara bahşedilen statü, Kitab-ı Mukaddes’te bahşedilen statüyle
aynı olmasa da benzeşir. Ticaret ve tefecilik alanında olduğu gibi Kur’an’ın
kadın algısı da o dönemde geçerli olan azgelişmiş toplumsal ve teknik
işbölümünün bir tezahürüdür (Batı’da olduğu gibi o dönemde Doğu’da da kadınlara
emek piyasasında yer verilmemekte, kadınlar daha az eğitim almaktadır.)
Abdulhalim’in
yerinde bir yaklaşımla dikkat çektiği ayetler bağlamı dışında okunduğunda,
Kur’an’ın kadınlara karşı cinsiyetçi bir tutum içerisinde olduğu
düşünülecektir:
“Bazı âlimler, Bakara
suresinin 282. ayetini bağlam dışında ele almakta ve orada kadınlara karşı
ayrımcılık bulmaktadır. Bir borcun yazılı olarak kayıt altına alınmasını
isteyen Kur’an, o ayette şunu söylemektedir: ‘Şahit olarak iki erkek çağırın.
Eğer iki erkek yok ise o vakit şahit olarak onay verdiğiniz kadınlar içinden
bir erkek iki kadın çağırın, böylelikle iki kadından biri diğerinin unuttuğunu
ötekine hatırlatır.’ Birçokları bu görüşü, tüm başka durumlara ve tüm şahitlik
uygulamalarına teşmil etmektedir. Bu ayet, kendi bağlamı içinde ele
alınmalıdır. Kur’an, burada insanların mülkiyetinin korunmasını istemektedir.
Takip eden sayfalarda zenginlerden sadaka vermeleri talep edilmektedir,
ardından yukarıdaki ayete dönülmekte, böylece paralarının hileyle alınmaması
gerektiği üzerinde durulmaktadır. Zenginlerden Allah adına faizsiz kredi
vermeleri istenmekte, her türden kredi anlaşmasının kayıt altına alınması
üzerinde durulmaktadır. Arapça on iki satır tutan bu ayet, kitaptaki en uzun
ayettir. Bu ayette yazılı anlaşmanın nasıl güvence altına alınacağına dair
talimatlar verilmekte, şahitlerle birlikte borç verenin parasının kaybolmasına
veya taraflar arasında ihtilafa mani olunmak istenmektedir. Kur’an, insanlardan
tüm bunları parayla ilgili meselelere ve hesaplama faaliyetlerine kadınların
erkeklere kıyasla çok az dâhil edildiği, okuma-yazma oranının daha düşük olduğu
bir kültürel ortamda talep etmektedir. Modern müfessirler, bugünkü kültürel
bağlamın farklı olduğu, kadınların erkek kadar, hatta ondan daha fazla eğitimli
olabileceği anlayışını benimsemektedir. Dolayısıyla aynı müfessirler, bu ayeti
kültürel bağlamla sınırlı tutmakta ve kadınların tek başına şahitlik
etmelerine, hâkim olmalarına izin verilebileceği üzerinde durmaktadır.”[11]
Sonuçta
Kur’an’daki sorunsal, Batı’daki barışçı dinlerin, ayrıca belirli Marksist ve
sosyal demokrat yaklaşımların üzerinde durduğu sorunsala benzer. Buna karşın
modern öncesi dönemden farklı olarak kitabın bugün somuta taşınmasına dönük
pratiklere bir dizi içsel ve dışsal fail aracılık etmekte, bu failler kitabın
mesajını tahrip etmekte, İslam, küresel din ve sol siyaset arasında belirli bir
mutabakatın oluşma ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.
Emperyalizmin
Kur’an’ı Mülk Edinmesi ve Somuta Taşıması
Batı
Avrupa, bilhassa Soğuk Savaş esnasında, Hristiyan Demokrat partilerle solcu
partiler arasında kurulan politik işbirliği örneklerini tecrübe etti. İtalya’da
kurulan “tarihsel uzlaşma” hükümeti, bu konuda ele alınabilecek klasik bir
örnek. Söz konusu hükümet, 1978’de Hristiyan Demokrat siyasetçi Aldo Moro’nun
kaçırılıp öldürülmesi ile birlikte çöktü.
İtalya’da,
hatta altmışlarda ve yetmişlerde Fransa’da kültürel açıdan Katoliklik ve
komünizm (ilkinin sosyal demokrasiye, ikincisinin Avrupa komünizmine dümen
kırmasıyla birlikte) toplumsal eşitlik ve kardeşlik gibi başlıklarda
ortaklaşmaya, yolsuzluklardan arındırılmış bir politik sistem kurulması,
toplumun daha iyi bir duruma getirilmesi gibi hedefler etrafında birleşmeye
başladı.
İtalya
Komünist Partisi içerisinde cattocomunisti (Katolik Komünistler) isimli
bir grup oluştu ve böylelikle sol ile Katoliklik arasında kalıcı bir ittifak
kurulması ihtimali açığa çıkartılmış oldu. Bunun dışında İtalya Komünist
Partisi gibi İtalyan Kilisesi de Soğuk Savaş’ın dayandığı “bloklar mantığı”nı
eleştirdi. Buna göre SSCB bir müminin benimseyemeyeceği, diktatöryel bir
yapıydı, ABD ise liberal kapitalizmin kölesiydi ve sömürünün en uç biçimlerini
savunuyordu.[12]
Bavyera’da
Hristiyan sosyalistlerle muhafazakâr parti arasında bir ittifak kuruldu. İslam
da dâhil tüm dinler içindeki müşterek kültürel unsurlar sayesinde bu kesimler
sol teori ve pratiğe yakınlaştılar.
Irak,
Türkiye, Orta Asya gibi yerlerde onlarca yıl solcu partiler içerisinde
komünistler ve Müslümanlar birlikte siyaset yürüttüler.[13] Bu dinleri kesen
birlikteliğin kültürel zeminine asıl mani olan politik güç ise Edward Said’in
“oryantalizm” dediği şeydi. Daha doğrusu, oryantalizmin özel bir biçimiydi: bu
biçimde Kur’an’ın emperyalistlerce mülk edinilmiş, somuta taşınmış hâli
baskındı. Bu yorum ise Doğu ve Batı’daki politik kültürlerin ve din temelli
medeniyetlerin kucaklanmasına engel oluyordu.[14] Peki bu tarihsel planda nasıl
gerçekleşti ve söz konusu olguyu bugün teorik açıdan nasıl ele almalıyız?
Avrupa’nın
Ortaçağ ve Bizans döneminin karanlığı ile cebelleştiği sıralarda Asya ekonomisi
tüm canlılığı ile gelişmekte, birinci yüzyıldan da önce Hint ve Arap
yarımadasına hâkim olan ticaret kapitalizminin gelişimine, Asya’daki ipek
yollarının oluşumuna tanık olunmaktaydı.[15] Arap yarımadasındaki ticarete
Müslümanlar hâkimdi. Esasen Kur’an, tüm Batı Asya’ya tam da ticaret, seyahatler
ve savaşlar aracılığıyla yayıldı.
Kutsal
toprakları Sarazenlerin elinden almak için Avrupa’nın düzenlediği sekiz haçlı
seferi (1096–1271) başarısızlıkla sonuçlandı. Hristiyan Avrupa, bu süreçte
sağlam bir teşkilâttan uzak, dağınık güçler eliyle yürütülen savaşlara imza
attı. Nihayetinde Kudüs 1244’te Türklerin eline geçti ve 20. yüzyıla dek
Müslümanların elinde kaldı. Osmanlı’nın (1453–1923) girişimleriyle hoşgörülü
bir sistem teşkil edildi. Millet anlayışı oluşturuldu ama bu anlayış başarısız
oldu. Nihayetinde Babıali çöktü.
Avrupa’nın
genişleme süreci ve Aydınlanma’nın geliştirdiği milliyetçi öğretilerle birlikte
imparatorluktaki etnik yapılar, imparatorluğu bir arada tutan politik tutkalı
çözmeye başladı. 1400-1800 arası dönemde Batı Avrupa’nın ekonomi ve ticari
faaliyetler açısından Asya ekonomilerini geride bırakması, sanayinin gelişmesi
ve Batı Avrupa’da ulus devletlerin oluşması ile birlikte teknolojik üstünlük ve
emperyalist tahakküm üzerine kurulu yeni bir sefer başlatıldı.
Avrupa
emperyalizmi ilk olarak Osmanlı’yı dağıttı. On yedinci yüzyılda başlayan bu
süreç 1923’te tamamlandı. Söz konusu süreç, Kur’an kaynaklı öğretilerin
kültürel ve coğrafi temelde sahip olduğu birlikteliği de dağıttı. İlgili süreç
şu türden sonuçlara yol açtı:
a.
Balkanlar’da Hristiyan nüfus (Sırplar, Bulgarlar ve Yunanlılar) ve başlarındaki
elitler Osmanlı yönetimine karşı ayaklandılar. Yeni kurulan ama zayıf olan
Balkan devleti olarak Yunanistan’ı kullanmak suretiyle İngilizler, Osmanlı’nın
Anadolu’daki topraklarını ele geçirmeye çalıştı. Bu girişim başarısızlıkla
sonuçlandı. 1923’te Kemal Atatürk’ün kurduğu modern Türkiye Cumhuriyeti sıra
dışı bir devlet hâline geldi. Politik yönelim ve uluslararası ittifaklar
açısından Batı yanlısı ve laik olan bu devlet, toplumsal yönelim ve dinî
konular düzleminde İslam’ı bünyesinde tuttu.
b.
Arap coğrafyasında Fransızlar ve İngilizler, böl ve yönet taktiğini kolayca
uygulamaya koyamadılar. Churchill, Curzon, Clemenceau ve başka isimler, Arap
yarımadasının, Mısır’ın, Ürdün’ün, Suriye’nin, Filistin’in ve Irak’ın
sınırlarını tanımlama konusunda yoğun çaba sarf ettiler. Emperyalizm,
Ortadoğu’daki jeopolitik çıkarlarını savunmak ve Müslüman-Arap nüfusu bölmek
zorundaydı. Emperyalizmin o dönemde ana amacı, mezhepler temelinde Ortadoğu’yu
farklı devlet bürokrasilerine ayrıştırmaktı. Britanya ve Fransa bu yönde
adımlar attı ve Ortadoğu’yu Birinci Dünya Savaşı sonrasında böldü.
Bu
süreçte emperyalizmin müdahalesi ve ayrıştırıcı girişimler üzerinden Kur’an,
kültürel ve politik özerkliğini büyük ölçüde yitirdi. Batı’nın elindeki bilgi,
siyaset, propaganda, kültürel emtia endüstrisi, İslam’ı ve Kur’an’ı nefretin ve
şiddetin kaynağı olarak takdim etmeye başladı. Bu yaklaşım, Doğu konusunda
yayılan Batı kaynaklı her türden bilgiye yön verdi. Edward Said’in ifadesiyle,
“tarihte ilk kez İslam dünyası, kendisini Batı’da imal edilmiş imajlar,
tarihler ve bilgiler üzerinden öğrenmeye başladı.”[16]
Bölgede
Batı’nın beşinci kol faaliyetine dâhil olan, sınırları çizen efendilere her
zaman sadakatini koruyan bürokrasiler teşkil edildi. Ama Batı’ya itaat
etmeyenler şeytanlaştırıldılar veya aforoz edildiler. CIA eliyle bu tür
hükümetler darbelerle devrildi veya Saddam örneğinde görüldüğü üzere ülkeler
işgal edildi. Kukla bürokrasilerin genel amacı, kaynaklara ve kültürel ürünlere
el koymak, böylece kendi amaçları doğrultusunda kullanmak, emperyalizmin
sınıfsal çıkarlarına göre yönlendirmekti.
Oryantalizm,
Batı’nın jeopolitik ve sınıfsal hedeflerinin tayin ettiği kültür
emperyalizmidir. Bu sınıfsal hedefler kâr elde etme ve Arap halklarını sömürme
fikri üzerine kuruludur. Klasik çalışması Şarkiyatçılık kitabının yirmi
beşinci baskısı için kaleme aldığı önsözde Edward Said, Ortadoğu’da
oryantalizmin sonuçlarını şu şekilde ele almaktaydı:
“Ortadoğu’nun Amerika
karşıtlığına geçişi çok kolay oldu, dolayısıyla o, ABD’nin gerçekte bir toplum
olarak ne olduğunu pek anlamadı. Hükümetlerin ABD’nin kendileriyle ilgili
siyasetlerine etki edecek kudreti bulunmadığı için bu hükümetler enerjilerini kendi
halklarını bastırıp kontrol altında tutma yönünde harcadılar. Bu da öfkeye ve
bedduaya yol açtı. Söz konusu yaklaşım, insanlık tarihi ve insanî gelişim ile
ilgili laik fikirlerin yerini yanlışlığın ve hayal kırıklığının aldığı,
İslamcılığın ezberciliği güçlendirdiği, ötekini anlama anlayışına mani olduğu,
laik bilginin rekabet etmesine izin vermediği, muhalif görüşlerin
paylaşılmasının mümkün olmadığı bir toplumun kurulduğu sürece zerre katkıda
bulunmadı. Zaman içerisinde İslamî içtihadın o sıra dışı geleneğinin ortadan
kaybolmasıyla çağımızın en büyük kültürel felâketlerinden biri yaşandı. Sonuçta
da modern dünyanın sorunlarıyla uğraşmayı ve eleştirel düşünceyi öne alan
yaklaşım gözden kayboldu. Kitabîlik ve dogma her şeye hâkim oldu.”[17]
Kukla
rejimlerin kurulmasına dönük girişimlerin ve masa başında imal edilmiş
medeniyetler çatışması tezinin eşlik ettiği emperyalist müdahaleler ve
savaşlar, Müslüman-Arap halkların Kur’an’ı esas alan gelenekleri tahrip
etmesine neden oldu. Müslüman toplum, emperyalist müdahalelere savunmacı bir
tepki geliştirdi ve bu tepki, kültürel ve politik açıdan belirli bir Kur’an
anlayışından değil, Batı’nın kültürel ve politik müdahalesinden neşet ediyordu.
Süreç
içerisinde oryantalizm, Doğu ile ilgili bir söylemin oluşmasını sağladı. Edward
Said’in muazzam örneklerle aktardığı oryantalizmin kökleri, Aeschylus’un oyunu İranlılar’a
kadar uzanmaktaydı.
Oryantalizm
politik düzlemde iktidarı ele geçirdi, askerî üsleriyle ve kukla rejimlerle
daha da kökleşti. Bu sayede Kur’an gibi Doğu’ya ait kültürel ürünler, Batı’nın
mülkü hâline geldi ve sıradan bir Arap’ı kutuplaştıran ve öfkelendiren bir
üslup üzerinden yorumlandı. Sonuçta Kur’an, hem Araplar hem de Batılılar
tarafından yanlış bir tarz dâhilinde somuta taşındı.
Politik
düzlemde bu pratiğin en yalın ifadesi, intihar saldırıları ve bu saldırılar
sonucu öldürülen sivillerdi. Müslümanların emperyalizme karşı ortaya koydukları
bu savunmacı pratikte Müslüman, bir bağnaza dönüştü ve sonuçta Kur’an’ı ya da
Allah’ı kendi eylemini meşrulaştırmak için kullandı.
Oysa
Kur’an şiddeti teşvik etmiyor, özsavunmanın bile çatışmayı tırmandıracak
adımlardan sakınmak adına dikkatli bir üslupla icra edilmesi gerektiğini
söylüyordu.
Bugün
Arap topraklarının Batı’ya karşı savunulması için ortaya konulan pratiğin Haçlı
Savaşları’nda ortaya konulan pratikle bir alakası yok. Kutsal toprakları ve
şehirleri savunan Müslümanlar, esasen oryantalizmin vermesini istediği
mücadeleyi veriyorlar. Çünkü bu mücadele, oryantalizmin genişleme ve maddi
üretim davasına hizmet ediyor ve İslam, tam da Batı’nın emperyalist söylemi
üzerinden somuta taşınıyor.
Kur’an’ın
emperyalist tefsiri, sadece kukla rejimlere itaat etmeyi ve düşünce âleminin
kontrol altında tutulmasını emretmekle kalmıyor, aynı zamanda zalimin mazluma
belirli eylem biçimlerini dayatmasını mümkü kılıyor. Mazlumlar, bu eylemlerle
zalimlerden kurtulabileceklerini düşünüyor, bir yandan da eylemleri için
Kur’an’a yaslanıyor.
İnsanların
öldüğü koşullarda zalimler, medeniyetler çatışması yalanının hükmünü yürütmesi
karşısında duydukları sevinç ve memnuniyetle Batı’nın güvenlikle ve ekonomiyle
ilgili çıkarlarına hizmet ediyorlar.
İslam
ve Günümüzde Avrasya Siyasetinin Merkeze Oturması
Politik
oryantalizm, İslam dünyasının kültürel ve politik yapısına sızdı ve bu yapıyı
dağıttı. Bugün ondan kurtulmanın güç bir iş olduğunu görmek gerek. Burada
Hegel’in bahsini ettiği efendi-köle ilişkisi geçerli. Bu ilişkide efendi,
köleleri terbiye ve disipline etmek zorunda olduğu için asla özgür olamaz.
Sonuçta
İngilizler Irak siyasetinden çekildiler ama geride büyük bir iktidar boşluğu
kaldı. Bu noktada din, siyaset ve etnisite düzleminde mevcut olan tüm çatlaklar
açığa çıktı.
Ayrıca
bu noktada oluşan yarıklar ve ayrışma noktaları, bilhassa Sovyetler’in ve
bağlantısızlar hareketinin ortadan kalkmasıyla açığa çıktı. Bu gelişme,
Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında kafa karışıklıklarına yol açtı.
İlgili
süreçte NATO, Hristiyan Sırplara karşı Bosna ve Arnavut Müslümanlarına destek
vermek için müdahalede bulundu. Bu koşullarda Ortadoğu’da eski stratejisine
bağlı kalan oryantalizm, Müslümanlara saldırmayı sürdürdü.
Suudiler
ve Endonezyalılar, Bosnalı Müslümanlara yardım ettiler ve Anglosaksonların
davasına sadık kaldılar ama bu tavrın Filistin’e, Afganistan’a ve Irak’a bir
hayrı olmadı.
Ortadoğu’nun
bölünmesi, sadece toprak veya bürokrasi temelli bir bölünme değildi. Kültür ve
din temelinde de bölünen bölgede İslam ve Kur’an da rakip gruplar arasında
tasnif edildi. Oryantalizmin böl-yönet stratejisi kafa karışıklıklarına,
düşmanlıklara ve çatışmalara yol açtı. Bu strateji, aynı zamanda Hristiyanlıkla
İslam arasında politik bir mutabakatın oluşmasına da mani oldu. Hristiyan
Batı’nın Ortadoğu’yu istila etmesiyle kültürel yarık iyice büyüdü.
NATO’nun
Bosna Müslümanlarına destek vermesiyle birlikte iki dinî yapı arasındaki
kutuplaşma süreci hızlandı. Oysa ortak meselelere işaret eden, ortak dertleri
bulunan İslam ve Hristiyanlığın toplumsal eşitsizliği ve şiddeti birlikte ele
alması, gerekli çözümleri bulması mümkündü.
Batı’nın
yürürlüğe koyduğu parçalama ve ayrıştırma stratejisine verilecek cevap, Doğu ve
Batı’nın sosyal failleri arasında emperyalizme karşı duran bir mutabakatla
verilebilir. Emekçiler, aydınlar, müminler, sol siyasetçiler, hayır kurumları,
çevreciler, kadın hareketi ve toplumsal eşitlik için mücadele edenler bu
mutabakatın parçası olmalıdırlar.
Oryantalizm,
Kur’an’ı savaşçı ve intihar eylemcisi Müslüman kurgusu üzerinden yorumlar,
dolayısıyla bu mantık Hristiyanlık, İslam ve sol arasında kurulacak ilerici
ittifaklar etkisiz kılınmalıdır. Her ne kadar bu faaliyet, tüm dünya genelinde
yürütülmek zorunda ise de hiç şüphe yok ki bu noktada Avrasya sahip olduğu
önemle daha fazla öne çıkacaktır.
Fransa
sahillerinden Japon adalarına, Stockholm’dan Kudüs’e, Lahor’dan Kalküta’ya
uzanan Avrasya, stratejik açıdan en önemli kıtadır. Bu kıtada stratejik açıdan
önemli bir konuma ve nüfuza sahip olamayan hiçbir büyük güç, dünya siyasetinde
sahip olduğu konumu ve nüfuzu koruyamaz. Bir bütün olarak Avrasya,
i.
dünyadaki en büyük brüt hâsılayı üretmektedir;
ii.
dünyadaki en büyük nüfusa sahip olan bölge olarak en fazla tüketicinin
bulunduğu yerdir;
iii.
Rusya dâhil dünyanın en büyük üç devleti buradadır;
iv.
Güneydoğu Asya’nın bir ucunda, Batı Avrupa’nın diğer ucunda durduğu bölge
bünyesinde en gelişmiş ekonomileri barındırmaktadır.
Dahası
Rusya, Ortadoğu ve Orta Asya petrol, doğal gaz gibi hammaddeler ve diğer
hidrokarbon kaynaklarına sahiptir. Bu hammaddeler ve kaynaklar olmaksızın Batı
Avrupa, Japonya, Çin ve ABD, en azından mevcut teknoloji temelinde, ekonomik
açıdan anlamlı bir kalkınma ve modernizasyon programını yürütemez. Bu sebeple
Avrasya, Batı ve güvenlik düzleminde ittifak kuran ABD, Avrupa, Japonya için
çok önemlidir. Batı’nın Avrasyalıları teslim almak için oryantalizmi devreye
sokmasının gerekçelerini burada aramak gerekir.
Analizimizin
de ortaya koyduğu biçimiyle Batı’nın Kur’an’ı emperyalist çıkarlara göre
yorumlama girişimi, oryantalizm stratejisinin bir parçasıdır. Bu stratejiyi
boşa düşürmek için bizim, oryantalizmin uyguladığı şiddete cevaben, emperyalizm
dışı öğretilere ve kitaplara geri dönmeli, bu şiddete karşı şiddet üretme
yoluna başvurmamalıyız.
Bu
noktada şu söylenmeli: Hristiyanlık, İslam ve sol arasında kurulacak politik
ittifakın inşa süreci uzun bir geçmişe sahip ama onun daha yürüyecek çok
yolunun olduğunu söylemek lazım.
Çıkarımlar
Bu
makalede, Kur’an’la ilişkilendirilen, tartışmalara yol açan üç meseleyi ele
aldım: Kur’an, şiddete fikri düzeyde destek sunmakta mıdır? İslam ve kapitalizm
uyumlu mudur? Kadının İslam’daki yeri nedir?
Çıkarımıma
göre belirli bir bağlama oturtulmuş, emperyalizmin güdümünden çıkartılmış bir
İslam okuması, esasen Marksizm, Hristiyanlık ve solu ilgilendiren bir mevzudur.
Geçmişte bazı mezhepler laik ve ilerici kesimlerle ittifaklar kurmuştur
(İtalya’daki tarihsel uzlaşma ayrıca Irak Komünist Partisi buna örnektir).
Esas
olarak Avrasya’da Hristiyanlık, İslam ve sol arasında ittifak kurulmalıdır. Bu
ittifak bugün için imkânsızdır, çünkü oryantalizm buna mani olmaktadır. Ayrıca
Doğu’nun ve Batı’nın aklında ve eylemlerinde emperyalizmin ve yeni
emperyalizmin Kur’an yorumları hâkimdir.[18] Bu durum, Batı’nın güvenlikle
ilgili çıkarlarına ve sınıfsal çıkarlarına uygundur, ama halkların çıkarlarının
aleyhinedir. Bu halkları yöneten hükümetlerse Batı’nın emperyalist kontrolüne
teslim olmuş zalimlerin hâkimiyetindedir.
Samuel
Huntington gibi Batılı aydınların elinde Kur’an, lime lime edilip O’na el
konulmaktadır.[19] Medeniyetler çatışmaları denilen yalan dâhilinde İslamî
öğretinin anlamı tahrip edilmektedir. Öte yandan bir başka emperyalist tefsir
daha vardır. Müslümanların düşünsel ve politik faaliyetlerine sinen bu tefsir,
esasen teknolojik emperyalizme ve Batı’nın şiddetine cevap olarak üretilmiştir.
Söz konusu şiddet, öfkeye ve nefrete yol açmıştır. Sonuçta da Müslümanlar,
intihar eylemi gibi bir şiddet eylemini meşrulaştırmak için bu tefsire
başvurmaya başlamıştır.
Bu
tepki, esasen Batı’da bilgi ve güç konusunda uzman olan isimlerin bir
tepkisidir.[20] Kanaatime göre bu tür bir tepki, emperyalizmin işine gelmekte,
onun böl-yönet politikasına katkı sunmakta, öte yandan tüm Avrasya genelinde
din ve ilerici siyaset arasında kurulacak politik mutabakatın zeminini ortadan
kaldırmaktadır.
Bu
kısa makalede tartışılan meselelerin ilerleyen süreçte derinleştirilmesi ve
kapsamlı bir biçimde analize tabi tutulması gerektiği açıktır. Bu meselelerin
Batı literatürüne ait konu başlıklarıyla ve sorunlarıyla ilişkili oldukları
görülmeli, Avrupa modernitesini Doğu’nun azgelişmişliğini ve cehaletini karşıya
atmak suretiyle yorumlamak için kullanıldıkları üzerinde durulmalıdır.
Doğu’nun
tarihsel planda geri ve azgelişmiş olduğu tespiti, tümüyle yanlıştır. Bu
tespitin yanlışlığına ilişkin kanıtları Marx ve Weber gibi teorisyenlerin
çalışmalarında bulmak mümkündür.
Sonuçta
Kur’an’ın beşerin ilerlemesine sunduğu katkıyı anlamak için bu sorunları ele
almalı, onları darkafalı ve akılsızca bir tutumla elimizin tersiyle
itmemeliyiz.
Vassilis K. Fouskas
[Kaynak:
“The Imperial Reification of the Qur’an”, Journal of Communist Studies and
Transition Politics, 2009, Sayı: 25:1, s. 32-47.]
Dipnotlar:
[1] Nicos Poulantzas, L’Etat, le Pouvoir, le Socialisme (Paris: PUF,
1978), s. 24.
[2]
Bu tanımın kaynağı, Georgy Lukacs’ın ilk çalışmalarından olan, ilkin 1922’de
yayınlanan Tarih ve Sınıf Bilinci’dir. Burada Roney Livingstone’un
yaptığı İngilizce çevirisine atıfta bulunulmaktadır: (Londra: Merlin Press,
1971), s. 83–222. Ancak okur, Kapital’in ilk cildine de bakmalıdır.
Burada Marx ilgili meseleyi, genç Lukacs’ta görülen Hegelcilik yerine
posthegelci bir tarzda ele alır.
[3]
Gaston Bachelard’ın çalışmalarından yararlanan Althusser, bu terimi daha çok
şeklen kullanır ve onu semptomatik okuma yoluyla idrak edilebilen, hem var hem
de yok olan, sorunlarla yüklü bağlam olarak tarif eder. Bkz. Louis Althusser, For
Marx (Harmondsworth: Penguin, 1969), s. 252–3.
[4]
Kur’an’da 114 sure vardır ve bu sureler bir dizi ayetten oluşur. Burada Mekke
ve Medine ayetleri arasında yapılan ayrım üzerinde durmayacağım. Ama kısaca şu
söylenebilir: Medine ayetlerinde verilen mesajlar Medine’ye yapılan göç
sonrasına aittirler. Bu dönemde artık Müslümanlar zulüm gören bir azınlık
değil, Peygamber’in liderlik ettiği, belirli bir yapıya kavuşmuş dinî bir
cemaattir. Burada daha çok Muhammed Esed’in 1980 tarihli çevirisi esas
alınmıştır. Esed, sonradan Müslüman olmuş bir Avusturyalıdır. Kullanılan diğer
bir meal de M.A.S. Abdulhalim’in mealidir: The Qur‘an (Oxford: Oxford
University Press, 2004).
[5]
Samuel P. Huntington, The Clash of Civilizations and the Remaking of World
Order (Londra: Simon & Schuster, 1996), s. 263.
[6]
Alıntılar şu şekilde verilecektir: 2:191.
[7]
Abdel Haleem, Understanding the Qur‘an: Themes and Style (Londra: I.B.
Tauris, 2001).
[8]
Bugün hâlâ Rodinson’ın çalışmasını doğru kabul eden akademisyenler de aynı
hatayı yapmaktadır. Bir örnek için bkz. Mustafa Akyol, ‘Is Capitalism
Compatible with Islam?’, Turkish Daily News, 19 Şubat 2007.
[9]
Felipe Fernandez-Armesto, Civilizations (Londra: Pan Macmillan, 2000),
s. 394.
[10]
A.g.e., ayrıca bkz.: Edward W. Said, Orientalism, 25. Baskı
(Londra: Vintage, 2003); Fernard Braudel, A History of Civilizations (Harmondsworth:
Penguin, 1993), s. 48–9 ve başka yerlerde.
[11]
Abdel Haleem, ‘Introduction’, The Qur’an, s. xxv–xxvi. Kadınla ilgili
diğer bir ayet de Bakara suresi 228. ayettir. Orada “kocaların karıları
üzerinde hakları vardır” denilmektedir. Oysa buradaki bağlam boşanma ile
ilgilidir. Dolayısıyla burada sadece kadına veya sadece erkeğe değil, tüm eşlere
atıfta bulunulmaktadır. Doğrudur, Kur’an kadınların toplumda ve hukukta eşit
haklara sahip olduğunu söylemez ama Batı’da eşitlik meselesinin ancak İkinci
Dünya Savaş’ından hemen önce gündeme geldiğini de hatırlamakta fayda vardır.
[12]
Özellikle bkz. Giovanni XXIII, Mater et magistra (Vatikan, 15 Mayıs
1961); Giovanni Paolo II, Centessimo anno; La dottrina sociale della chiesa
oggi (Vatikan, 1 Mayıs 1991). İtalya Komünist Partisi’nin Katoliklerle
ilgili siyaseti konusunda bkz. Documentazione (İKP Okulu Belgesi), Comunisti
e cattolici, stato e chiesa, 1920–1974 (Rome: PCI, 1974). İtalyan
siyasetinin ve solun analizi konusunda bkz. Donad Sassoon, Togliatti e la
via italiana al socialismo (Torino: Einaudi, 1980); Vassilis K. Fouskas, Italy,
Europe, the Left: The Transformation of Italian Communism and the European
Imperative (Aldershot: Ashgate, 1998).
[13]
Irak konusunda Hanna Batatu’nun eşsiz çalışmasına bakılabilir: The Old
Social Classes and the Revolutionary Movements of Iraq (Princeton, NJ:
Princeton University Press, 1978).
[14]
Öte yandan bu konuda Marx ve Weber’in de sorumluluğu vardır. Avrupa’daki
sanayileşmeden önce yaşanan modernleşme ve ekonomik kalkınma süreçlerini
görmeyen iki isim, İslam’ı ve diğer Doğu dinlerini moderniteye ve kapitalist
gelişmeye karşı yapılar olarak tanımlamıştır. Bu yanlış anlayış, son dönemde
kaleme alınan çalışmalarda sıklıkla karşımıza çıkmaktadır: örneğin çığır açıcı
çalışmasıyla Andre Gunder Frank, ReOrient: Global Economy in the Asian Age
(Berkeley, CA: University of California Press, 1998).
[15]
Gunder Frank’in ve başka isimlerin çalışmaları yanında şu çalışmaya da
bakılabilir: Lionel Casson, The Periplus Maris Erythraei. Giriş, çeviri
ve şerh: Lionel Casson (Princeton, NJ: Princeton University Press, 1989).
Dikkatimi bu kaynağa çektiği için New York Şehir Üniversitesi’nden Maritsa
Poros’a teşekkür ederim.
[16]
Edward W. Said, Uncovering Islam: How the Media and the Experts Determine
How We See the Rest of the World (Londra: Vintage, 1981), s. 56.
[17]
Said, Orientalism, s. xxvii–xxviii. İçtihat, hukuki kaynaklara dair
bağımsız yorumlama girişimi ile hukuki kararlarda bulunmayla ilgili Şii
pratiğine verilen addır. Bu sayede hukuki muhakeme gelişmiş, ama onuncu
yüzyılda içtihat kapısı kapatılmıştır.
[18]
Fransa ile Britanya’da somutlaşan emperyalizmle İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD
eliyle inşa edilmiş olan yeni emperyalizm arasındaki ayrım ve farklılıklar
konusunda bkz. Vassilis K. Fouskas ve Bülent Gökay, The New American
Imperialism: Bush’s War on Terror and Blood for Oil (Westport, CT: Praeger,
2005).
[19]
Bu noktada bilhassa Huntington’ın Medeniyetler Çatışması çalışmasından
bahsedilmelidir.
[20]
Jean Baudrillard’ın tespitiyle simüle edilmiş gerçekler, örneğin emperyalizmin
somuta taşıma pratiği ile ürettiği gerçekler, herhangi bir göndergeye, zemine
veya kaynağa sahip değildirler. Bunlar, temsil mantığının dışında işlerler.
Kitlelerin bu gerçekleri bastırmak için bulduğu tek yöntemse apatidir. Burada
Baudrillard’ın “kitlesel apati” tespitine atıfta bulunmuyorum, ama insanların
emperyalist merkezlerde üretilmiş ve somuta taşınmış mesajları (göstergeleri)
zihinde konumlandırma noktasında yaşadıkları zorlukla ilgili bu argümanın epey
güçlü olduğunu düşünüyorum. Bu durum, kitle iletişim araçlarından yayılan
mesajların deşifrasyonunu daha da zorlaştırmaktadır: bkz. Jean Baudrillard,
‘What are You Doing After the Orgy?’, Artforum (Ekim 1983), s. 42–6.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder