Pages

04 Kasım 2019

IŞİD’in İdeolojisi Devrim’in Fransa’sına Çok Şey Borçlu


Son dönemde IŞİD’in ve ideolojisinin geçmişe ait olduğuna dair çok fazla söz işittik. Örneğin geçen hafta başbakan yardımcısı Nick Clegg, IŞİD’in “Ortaçağ’a ait” olduğunu söyledi. Oysa bu terörist örgütün düşünce yapısı ile modern batı düşünce geleneği arasında ortak çok fazla yön var.

Clegg’in bu sözü hiç de şaşırtıcı değil. IŞİD ve kafa kesme görüntüleri dikkate alındığında, bu türden bir şiddet anlayışını “başkasına aitmiş” gibi görmemiz gayet doğal ve anlaşılır.

Ama bu yaklaşım, asıl meseleyi anlamamıza zerre katkı sunmuyor. Her şeyin ötesinde bu yaklaşımı benimseyenler, özünde mevcut cihad hareketlerinin kendi tarihlerini İslam’ın doğuşuna dek uzandıklarına dair iddialarına bir biçimde onay vermiş oluyorlar. Örneğin Twitter’da takip ettiğim bir IŞİD destekçisi şunu söylüyor: “Dünya değişir ama İslam değişmez.”

Kuşak Farkı

Burada esasen akademik bir tartışmanın ateşine odun taşınmıyor. Bir meselenin gerçekteki tesirine bakılıyor. Cihad hareketlerindeki ideolojinin birçok genci etkilemesinin bir sebebi de bu ideolojinin kendi kuşaklarına ait gücü tüm topluma taşıma imkânı sunması. İslamcılar, kendilerini dine sadık kişiler olarak görürlerken anne babalarının geleneğin veya “kültür”ün bataklığına saplanmış kişiler olduklarını düşünüyorlar.

Açık konuşmak lazım: bugünün cihad hareketleri, esasen geçmişe dönüş fikri üzerine kurulu değildirler. Bu hareketler, Batı’nın politik tarihine ve kültürüne çok şey borçlu olan, gelenek karşıtı, modern bir ideolojiye yaslanıyorlar.

Temmuz ayında Musul’daki Ulu Camii’de yaptığı konuşmada İslam Devleti’nin kurulduğunu söyleyip kendisini halife ilân eden Ebubekir Bağdadi, Pakistanlı düşünür Ebu Âlâ Mevdudi’den uzun alıntılar yaptı. Mevdudi, “İslam Devleti” tabirini ilk kullanan kişiydi, aynı zamanda 1941’de Cemaat-i İslami Partisi’ni kurmuştu.

Mevdudi’de İslam devleti, büyük ölçüde Batılı fikir ve kavramlarla oluşturulmuş bir kavram. Mevdudi, İslam’ın ve diğer dinlerin paylaştığı bir inanç üzerinde duruyor. Kişileri en nihayetinde yargılayacak olanın Allah olduğunu düşünen Mevdudi, buradan yargılama yetkisini egemenlik bağlamında da Allah’a isnat ediyor. Ayrıca Mevdudi, doğaya hükmeden yasaların Allah’ın kudretine ait ifadeler olduğunu da söylüyor ki bu, aslında on yedinci yüzyılda gerçekleşen bilimsel devrimin merkezinde duran bir fikir.

Mevdudi, bir yandan da Allah’ın egemenliği anlayışı ile doğanın yasalarıyla ilgili fikri birleştirdikten sonra bu egemenliği politik bir ifadeye kavuşturup “Tek egemen Allah’tır” diyor (İslamî Yaşam Biçimi isimli kitabı). Böylelikle Allah ve devlet kaynaşıyor; Allah politikleşiyor, politika da kutsallaşıyor.

Batılı Gelenek

Yukarıda bahsi edilen egemenliğe Ortaçağ kültüründe asla rastlanmıyor. Parçalı dünyasıyla Ortaçağ kültürü, birçok farklı güç kaynağı ile tanımlı bir yapı. Ortaçağ sonrası gelişen ve yukarıda aktarılan egemenlik anlayışı, Westphaliacı devletler sistemine ve modern bilimsel devrime dayanıyor.[1]

Gelgelelim Mevdudi, egemenlik anlayışını geliştirirken Avrupa’nın politik tarihinden çok daha fazla besleniyor. Mevdudi’nin düşünce sisteminin merkezinde Fransız Devrimi duruyor, hatta Mevdudi, Fransız Devrimi’nin millet veya halk üzerine inşa edilmiş devlet yerine belirli ilkeler üzerine inşa edilmiş devlet vaadine sarıldığını, halk ve millet temelli bir devlet vaadinin ancak İslam devleti ile gerçekleşebileceğini düşünüyor.

Devrim Fransa’sında yurttaşları yaratan devletin ta kendisidir.[2] Yurttaş ile devlet arasında başka herhangi bir şeyin bulunmasına asla izin verilmez. Bugün Fransız devletine ait kurumların etnisite ile ilgili veri toplamasının kanunen yasak olmasının sebebi budur. Bu tür bir müdahalenin devletle yurttaş arasında ara bir yapıya ihtiyaç duyacağına inanılır.

Cemaatten, milletten veya tarihten ayrıştırılmış yurttaşlık anlayışı, Mevdudi’nin “İslam’da yurttaşlık anlayışının temelini oluşturur (İslamî Yaşam Biçimi). Tıpkı Fransız Devrimi sonrası devletin kendi yurttaşlarını yaratmasında olduğu gibi İslam devleti de kendi yurttaşlarını yaratır ve bu yurttaşın devletin dışında varolması mümkün değildir. Mevdudi’nin “İslam devletinde ancak ve sadece bir Müslüman yaşayabilir” önermesini anlamak için devlet-yurttaş ilişkisini anlamak gerekmektedir.

Modern Şiddet

Modern şiddeti anlamak için Kur’an’a değil Fransız Devrimi’ne ve nihayetinde Avrupa Hristiyanlığında kök bulan şu fikrin sekülerleşme sürecine bakılmalıdır: Extra ecclesia nulla salus (“Kilise dışında selamet de kurtuluş da yoktur”). Bu cümle, modern Avrupa devletlerinin kurulması ile birlikte şu hâli almıştır: Extra stato nulla persona (“Devlet dışında hukukî bir bireylik yoktur”). Bu fikir hâlâ etkilidir ve mültecilik buradan tarif edilmektedir.

IŞİD’in kurduğu İslam devleti gibi uyguladığı şiddet de gayet modern bir olgudur. IŞİD savaşçıları kurbanlarını basit bir şekilde öldürmezler. Geçen hafta Suriyeli askerleri önce donlarına kadar soyup sonra öldürmelerinde olduğu gibi, onları aşağılamaya çalışırlar. Hatta öldürdükten sonra bile cesetleri yerlerde sürüklerler.

Bu türden hareketlerde amaç, tekil ve özgül bir varlık olarak bedeni yok etmektir. Beden, yok edilmesi gereken bir kolektivitenin tezahürüdür. Dolayısıyla bir zamanlar insan olanın “mekruh, adi bir yabancı” statüsüne düşürülmesi gerekir. Latin Amerika’da görülen Kolombiya Kravatı denilen, boğazın bıçak gibi keskin bir âletle kesilmesi ve Irak Savaşı’nda porno sitelerinde kesilen uzuvların teşhir edilmesi bu türden uygulamalardandır.

IŞİD programının merkezinde İslamî mirasa sahip çıkmak durur (Bağdadi’nin kıyafeti bile bunun bir sonucudur). IŞİD’in idrak edilmesi için onun ideolojisinin ve uyguladığı şiddetin günümüze ait kaynaklarını görmek gerekmektedir. IŞİD, İslam’ın kökenlerine geri dönerek anlaşılamaz. IŞİD destekçilerinin sık sık başvurdukları bu iddiaya itibar edilmemelidir. Ne Nazizm ne de IŞİD Ortaçağ karanlığından geldi.

Kevin McDonald
8 Eylül 2014
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Sasha Safonova, “Relevance of Westphalian System to the Modern World”, 15 Ocak 2012, Article Myriad. “Westphalia egemen devletle sistemi 1648’de imzalanan Westphalia Barışı’nın bir parçası olarak teşkil edildi. Anlaşma üç temel husus üzerine inşa edilmişti: 1. Devletin egemenliği ilkesi; 2. Devletlerin (hukukî) eşitliği ilkesi; 3. Bir devletin bir başka devletin uluslararası planda kurduğu ilişkilere müdahale etmemesi ilkesi.”

[2] William Rogers Brubaker, “The French Revolution and the Invention of Citizenship”, French Politics and Society, Cilt. 7, Sayı. 3, (Yaz 1989), s. 30-49.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder