Pages

31 Ağustos 2019

Ormanlarımızın ve Savanlarımızın Kundakçısı Emperyalizmdir



Bu demeç, ilk olarak Paris'te gerçekleştirilen Ağaçların ve Ormanların Korunması için Uluslararası Silva Konferansı'nda verilmiştir. O zamandan beri de devrimcilerin bir toplumsal devrimin gerekliliğini ve çevre odağını vurgulamanın bir yolu olarak, birçok yolla yayıldı. Şimdi, her zamankinden daha fazla, bu konuşmayı kapitalizmde çevresel krizlerle ilgili derin ve önceden görülmemiş bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığımız için içselleştirmek için gereklidir. Yoldaş Thomas Sankara, bu görevin hizmetindeyken öldü ve bu durumda eğer elimizden hiçbir şey gelmeyecekse en azından yapabileceğimiz bir şey var; onun ne için öldüğünü bilmek ve bu yönde çalışmak, Burkina Faso devriminin derslerini içselleştirmektir. Her zamanki gibi, bu içerik de üzerine çalışılması ve mücadeleyi tahkim etmesi için sunulmuştur.

* * *

 

Anavatanım Burkina Faso, kendisini hiç kuşkusuz bir şekilde bu gezegendeki, yirminci yüzyılın sonunda insanlığın hâlen daha muzdarip olduğu tüm doğal felâketlerin bir sızma noktası olarak adlandırmakta haklı olan nadir birkaç ülkeden biridir.

Sekiz milyon Burkinabé (Burkina Fasolu), bu gerçeği 23 yıldır içşelleştirmiştir. Bu insanlar, analarının, babalarının, kızlarının ve oğullarının açlıktan, kıtlıktan, hastalıktan kırılmalarını bizzat izlediler; cehaletin kendilerini yüzer yüzer tüketmesine şahit oldular. Gözlerinde yaşlarla göletlerin ve nehirlerin kurumasına tanıklık ettiler. 1973'ten beri çevrenin mahvoluşunu, ağaçların ölüşünü, çölün adım adım çevrelerini işgal edişini izlediler. Sahel çölünün yılda 7 kilometre hızla genişleyip büyüdüğü tahmin ediliyor.

Ancak bu şekilde bakarsak uzun bir süre boyunca doğum sancıları çekmiş, olgunlaşmış, nihayet 4 Ağustos 1983 gecesi kendisini Burkina Faso'nun demokratik bir halk devrimi formunda göstermiş olan devrimin meşruiyetini anlayabiliriz.

Ben burada, doğal çevrelerinin ölüşünü hiçbir şey yapamadan izledikten sonra, kendi ölümlerini de izlemek istemeyen bir halkın basit bir sözcüsüyüm. 4 Ağustos 1983'ten beri sular, ağaçlar ve hayatlar -eğer kendi başlarına hayata tutunamayacaklarsa- Burkina Faso'yu yöneten Ulusal Devrim Konseyi tarafından gerçekleştirilen her eylemde temel ve kutsal olarak alınmıştır.

Bu noktada Fransız halkına, hükümetlerine ve özellikle de cumhurbaşkanı François Mitterand'a, dünyaya karşı açık görüşlülüğün, sefalete karşı hassasiyetin ve siyasi dehanın dışavurumu olan bu önayak olma girişimlerinden ötürü hürmetlerimi sunarım. Sahel'in kalbinde bulunan Burkina Faso, halkının en hayatî kaygılarıyla mükemmel bir uyum içinde olan girişimleri her zaman tam olarak takdir edecektir. Ülke, gereksiz zevk gezilerinin aksine, gerektiği her zaman onlar için mevcut bulunacaktır.

Şimdi artık neredeyse 3 yıldır halkım, Burkinabé halkı, çölleşmeye karşı mücadele vermektedir. Bu yüzden de bu platformda bulunarak tecrübelerini paylaşmak ve diğer halkların tecrübelerinden faydalanmak onların görevidir. 3 yıldır Burkina Faso'daki tüm mutlu olaylar -evlilik, vaftiz, ödül töreni, birtakım önemli kişilerin ziyaretleri vs.- bir ağaç dikme töreniyle kutlanmaktadır.

Yeni yılı, 1986'yı karşılamak için başkent Ouagadougou'daki tüm öğrenciler, okul çağındaki çocuklar kendi elleriyle 3.500'den fazla kuzine soba yaparak bunları annelerine sundular. Bu, 2 yıl boyunca kadınların kendilerinin yaptığı 80.000 kuzine sobaya bir ekti. Bu eylem, yakacak odunların tüketiminin azaltılması, ağaçların ve hayatın korunması yönündeki ulusal çabaya bir katkıydı.

4 Ağustos 1983'ten bu yana inşa edilen yüzlerce kamu konutundan birini satın almak ya da sadece kiralamak, asgari sayıda ağaç dikmek ve onlara gözünün bebeği gibi bakmak yükümlülüğüne bağlıdır. Bu konutlara yerleşen fakat bu sorumluluğu yerine getirmeyenler, şimdi bazı dillerin sistematik ve tek taraflı olarak zehirlerini dökmelerine rağmen, Devrim Savunma Komiteleri'nin uyanıklığı sayesinde tahliye edildiler.

Hem Burkina Faso'dan hem de komşu ülkelerden 9 aylık ve 14 yaş arasındaki 2.5 milyon çocuğa iki hafta içinde kızamığa, menenjite, sarı hummaya karşı aşı yaptıktan sonra; şu ana kadar temel bir ihtiyaç olan içme suyundan yoksun kalmış olan, başkent bölgesindeki 20 bölgeye 150'den fazla su kuyusu inşa ederek bu ihtiyacı giderdikten sonra; 2 yıl içinde okur-yazarlık oranını yüzde 12'den 22'ye çıkardıktan sonra, Burkinabé halkı, yeşil bir Burkina Faso için mücadelesini muzaffer bir şekilde sürdürmektedir.

5 yıllık planı beklerken ilk girişimimiz olarak, Halkın Gelişim Programı'nın himayesinde 15 ay boyunca 10 milyon ağaç dikildi. Köylerde ve gelişmiş nehir vadilerinde her aile, senede en az 100 ağaç dikmek zorundadır.

Yakacak odunun kesimi ve satımı tamamen yeniden düzenlendi ve şu an sıkı bir şekilde kontrol edilmektedir. Bu kontrol önlemleri, bir kereste tüccarı kimliğine sahip olma zorunluluğu, ağaç kesimi için gösterilen yerleri göz etmek, ormansızlaşmış bölgeleri ormanlaştırmak gibi eylemleri içeriyor. Bugün her Burkinabé köyü, bir ağaç korusuna sahip olarak atalarının geleneklerini diri tutuyor.

Halkı sorumluluklarının farkına vardırma çabalarımız sayesinde, artık şehir merkezlerimizde dolaşan hayvan sürüleri yok. Kırsal kesimimizde, kontrolsüz göçebelik ile mücadele etmek için hayvancılığın yoğun şekilde teşvik edilmesinin bir aracı olarak hayvancılığın tek bir yere yerleştirilmesine odaklanmaktayız.

Orman yakmak gibi kriminal eylemleri işleyenler, köylerdeki Halk Mahkemeleri tarafından yargılanmaya ve yaptırıma tabi tutulurlar. Belli bir sayıda ağaç dikme zorunluluğu, bu mahkemelerin uyguladığı yaptırımlardan biridir.

10 Şubat - 20 Mart arasında, kooperatif köy gruplarının yetkilileri olan 35.000'den fazla köylü, ekonomik yönetim ve çevre düzenlemesi ve bakımı konularında yoğun ve temel kurslar alacak.

15 Ocak'tan bu yana, 7.000 köy kreşini tedarik etmek amacıyla Burkina'da “Orman Tohumlarının Halk Hasadı” adı verilen geniş çaplı bir operasyon başlatıldı. Tüm bu faaliyetleri “üç savaş” etiketi altında topladık.

Baylar ve bayanlar:

Niyetim, ağaçlarımın ve ormanların savunmasıyla ilgili olarak halkımın mütevazı devrimci deneyimine ilişkin sınırsız övgüler ve haksız övgüler düzmek değildir. Niyetim, Burkina Faso'daki insanlar ve ağaçlar arasındaki ilişkide meydana gelen köklü değişiklikler hakkında mümkün olduğunca açık konuşmaktır. Niyetim, ülkem insanının, Burkinabé insanının ve ağaçların arasında derin ve samimi bir sevginin doğmasına ve gelişmesine olabildiğince doğru şahitlik etmektir.

Bunu yaparken, Sahel realitemizin özel şartlarına ve araçlarına dayanarak, tüm gezegende ağaçlara saldıran mevcut ve gelecekteki tehlikelere yönelik çözüm arayışlarına dayanarak teorik anlayışlarımızı uyguladığımıza inanıyoruz.

Burada bir araya gelmiş olan çabalarımız ve tüm topluluğumuzun çabaları, sizlerin ve bizlerin deneyimleri ve birikimleri, ağaçlarımızı, çevremizi ve kısacası hayatlarımızı koruma mücadelesinde kazanacağımız zaferi garantileyecektir.

Baylar ve bayanlar:

Bizler, her gün saldırı altında yaşıyoruz ve yeşilliğin mucizesinin ayağa kalkmasını, söylenmesi gerekenleri söylemek cüretiyle bekliyoruz. İşte sizlere bu umutla, sizin de bizim katılmadan duramayacağımız bu savaşa katılımınız olacağı umuduyla geldim. Buraya doğanın haşinliğine karşı sizlere katılmak için geldim. Fakat aynı zamanda, diğer insanların talihsizliğin kaynağını yaratanların kibrini kınamaya geldim. Sömürgeci yağma, ormanlarımızı, bizim kendi yarınlarımız için bu kayıpların yerinin doldurulabilme düşüncesini aklından bile geçirmeden yok etti.

Havada ve karada biyosferimizin cezasız şekilde barbarca yağmalanması devam ediyor. Duman çıkaran tüm bu makinelerin yaptığı katliamların boyutu hakkında çok fazla bir şey söyleyemeyiz. Bunun suçlularını bulmak için elinde her türlü teknolojik aracı olanlar, bunu yapmakla ilgilenmezler; ve aksine, bu teknolojik araçlardan mahrum olanlar ise bunu yapmak istemektedirler. Oysa ki onların sadece sezgileri ve en içten, samimi inançları vardır.

İlerlemeye, gelişmeye karşı değiliz. Ancak anarşik ve başkalarının haklarını kriminal bir şekilde ihmal eden bir ilerleme istemiyoruz. O yüzden çölleşmeye karşı savaşın insan, doğa ve toplum arasında bir denge kurma savaşı olduğunu vurgulamak istiyoruz. Her şeyden önce bu savaş, bir kader meselesi değil, politik bir olaydır.

Ülkemdeki Çevre ve Turizm Bakanlığı'na bir tamamlayıcı olarak Su Bakanlığı’nın oluşturulması, sorunları çözebilmek için sorunları açıkça formüle etme isteğimizi göstermektedir. Sondaj operasyonları, rezervuarlar ve barajlar gibi mevcut su kaynaklarımızdan yararlanmanın finansal yollarını bulmak için savaşmalıyız. Burası, bankaların ve bu alandaki projelerimizi yapan diğer finans kurumlarının dayattığı tek taraflı sözleşmeleri ve gaddar koşullarını teşhir etmek ve kınamak için uygun bir yerdir. Ülkelerimizin borçlarını travmatik şekilde artıran ve herhangi anlamlı ve yararlı bir hamleyi engelleyen şey, bu tür engelleyici şartlardır.

Ne Maltusçu safsatalar -ki burada ben Afrika'nın gayet makul, az bir nüfusa sahip olduğu iddiasındayım- ne de tatil beldelerindeki görkemli ve demagojik şekilde vaftiz edilmiş “ağaçlandırma operasyonları” bize bir cevap sunuyor. Biz ve bizdeki sefaletse, sefalet üzerine yatırım yapan yatırımcılar ve tüccarların huzurunu kaçıran ağıtlarımız ve avazımız ile sanki uyuz köpekleri tekmeleyip kovar gibi görmezden geliniyor.

Bunun için Burkina, diğer yıldızlarla ve gezegenlerle birlikte yaşayabilmek için yapılan araştırmalara harcanan devasa meblağların en azıdan yüzde birinin tazminat yoluyla, insanların ve ağaçların hayatını kurtarmak için finans projelerinde kullanılmasını teklif etti ve ediyor. Marslılarla girişilecek bir diyalogun, cennetin yeniden fethine yol açacağı umudunu kaybetmedik. Fakat bu arada yeryüzünde yaşayanlar olarak da, sadece cehennem ya da araf alternatiflerini reddetme hakkına sahibiz.

Bu şekilde açıkladıktan sonra, ağaçlar ve ormanlar için mücadelemiz, en başta demokratik ve popüler bir mücadeledir. Çünkü bir avuç orman mühendisi ve uzmanlar, yüksek meblağlarla çalıştıktan sonra hiçbir şeyi başarmış olmayacaklar! Ya da sahte duyarlar ve vicdanlar, biz içme suyu için yüz metre derinliğinde bir kuyu açmak için finansal kaynaktan yoksunken ve petrol çıkarmak için üç bin metre derinlikte bir kuyu açılırken, Sahel'i tekrar yeşilleştirmeyecektir!

Karl Marx'ın da dediği gibi, sarayda yaşayanla kulübede yaşayan aynı şeyler hakkında aynı şekilde düşünmezler. Ormanları ve ağaçları koruma mücadelemiz, en başta emperyalizme karşı bir mücadeledir. Çünkü ormanlarımızı ve savanlarımızı kundaklayan, ateşe veren emperyalizmdir.

Baylar ve Bayanlar:

Bereketin, neşenin ve mutluluğun yeşilinin haklı yerini alabilmesi için mücadelenin bu devrimci ilkelerine dayanıyoruz. Faso'nun ölümünü durdurmak ve onun parlak geleceğini müjdeleyebilmek için devrimin gücüne inanıyoruz.

Böyle bir mücadele, yürütülebilir. Görevlerin büyüklüğü ve zorluğu karşısında çözülüp kaçmamalıyız. Başkalarının ızdırabına sırtımızı dönemeyiz, çünkü çölleşme artık sınır nedir bilmiyor.

Yalnızca arı değil, mimar olmayı da seçersek bu mücadeleyi kazanabiliriz. Bu, bilincin içgüdü üzerindeki zaferi olacaktır. Evet, arı ve mimar! Eğer bu satırların yazarı bana izin verirse, bu iki katlı analojiyi, üç katlı bir analojiye çıkaracağım: arı, mimar ve devrimci mimar.

Ya vatan ya ölüm, kazanacağız!

Thomas Sankara
5 Şubat 1986
Kaynak

07 Ağustos 2019

SOAS Profesörü Achcar



Sol geleneğe mensup olan ve Londra’daki bir üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışan bir akademisyen, İngiliz askerlerine ders verdiği için kendisini eleştiren öğrencilerine cevap verdi.

Geçen hafta öğrenciler, SOAS’in [Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nun] Asya ve Afrika’daki ülkelerle ilgili kültürel tavsiyelerde bulunmaları sebebiyle, Savunma Bakanlığı’ndan 400.000 Sterlin aldığını ortaya çıkartmışlardı.

Okulda çalışan öğretim görevlilerinden Profesör Gilbert Achcar, üç sayfalık açık mektubunda söz konusu programı savundu.[1]

Achcar, askerlere Ortadoğu konusunda verdiği derslerin “alt kıdemli askerî personele eleştirel üsluba sahip akademisyenlerce verildiğini ve esas olarak bölgenin tarihi, siyaseti ve sosyo-ekonomisi ile ilgili oluğunu” söyledi.

“Öğretim kadrosunun öğrettiği her konu başlığı, bazı askerlerin de yaptıkları gibi, SOAS’te derslere girmek suretiyle öğrenilebilen, kamunun temin edebildiği yazılarda yer alan başlıklardır” diyen Achcar, daha öncesinde Noam Chomsky ile kitap yazmıştı. Achcar, “asıl önemli olan, herkesin askerlerin bile eleştirel sesleri işitmesini sağlamaktır” diyen Chomsky’nin saygın bir solcu aydın olarak kendisini ikna ettiği iddiasında bulunmuştu.

Profesör Chomsky ise 2006’da ABD ordusuna bağlı West Point akademisinde ders vermiş. SOAS profesörü Achcar’ı İngiliz askerlerine ders vermesi konusunda asıl etkileyen de bu.

Profesör Achcar, kaleme aldığı açık mektubunda, “bu ülkenin ordusunun ve güvenlik personelinin sadece sağcı eğitime maruz kalmasını mı tercih edelim yani?” diyor ve devamında şu soruyu soruyor: “Bu eğitim, bugün Jeremy Corbyn’in portrelerini atış talimlerinde hedef olarak kullanan sağcı askerleri haklı olarak eleştiren İşçi Partisi’nin çıkarına mı değil mi?”

Söz konusu programı ifşa eden Zihinlerimizin Dekolonizasyonu isimli SOAS öğrenci örgütü, bakanlığın dünyanın güneyinde oynadığı tarihsel ve sömürgeci/kapitalist role istinaden, üniversitenin Savunma Bakanlığı ile tüm bağlarını kopartması çağrısında bulundu.

Star’a yazdığı başka bir mektupta ise Profesör Achcar şu açıklamayı yaptı: “Emperyalist planlara ve eylemlere katkı sunan her türden faaliyete karşı çıkmak, benim için asıl kırmızıçizgidir: misal, eğer benden askerî stratejistlere veya MI6’e faaliyetleri konusunda tavsiyelerde bulunmam istenmiş olsaydı, bu isteği kesinlikle reddederdim. Eğer benden Irak işgali esnasında nasıl hareket edecekleri konusunda Birleşik Krallık ordusuna tavsiyelerde bulunmam istenmiş olsaydı, bu isteğe kat’i surette karşı çıkardım.”

Phil Miller
28 Temmuz 2019
Kaynak

Dipnot:
[1] Gilbert Achcar, “Training Provided by SOAS to External Organisations”, 26 Temmuz 2019, SOAS.

Yeni Bir Amerikan Devrimine Doğru



Tüm mücadele süreci, farklı milletlerden ve sınıflardan ezilenlerin nasıl yönetildiklerine dair görüşlerini değiştirmelerine bağlıdır. Ezilenlerin, gündelik geçimlerini sağlama noktasında başvurdukları yöntemleri ve araçları değiştirme gücüne sahip olduklarını görmeleri gerekmektedir. Halk gücüne, ilkin politik eylem için teorik ve ideolojik bir zemin inşa etmek suretiyle kavuşur. Devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz. Devrimci pratik yoksa kimse bilinçlenmez; kitleler, kendileri ve çocukları için daha iyi bir gelecek için eyleme geçemezler.

Ellilerin sonlarında ve altmışlarda insan hakları hareketi ve Vietnam Savaşı karşıtı hareketi, şirketlerin yönettiği Amerika’nın toplumsal dokusunu değiştirmeyi bilmişti. Süreç içerisinde devrimci değişime inanç galebe çaldı, devrimci kültür hâkim hâle geldi. El Hacı Malik Şabaz’ın [Malcolm X’in] ifadesiyle:

İçinde yaşadığımız dönemde bizler, zulüm görenler olarak, zalimden sistem, mantık ve akıl talep ediyoruz. Oysa zalimin mantıklı bulduğu bir şey mazlum için asla mantıklı değildir, zalim için makul olan, mazlum için asla makul değildir. Bu ülkedeki siyahlar [Yeni Afrikalılar] bizi sömürenlere makul gelen şeylerin bizim için makul olmadığını anlamaya başlıyorlar. Eğer ‘Zenci Devrimi’ denilen mücadelede kimi sonuçlara ulaşmak istiyorsak, en alttakiler olarak bizler, akla ve mantığa dayalı yeni bir sistem inşa edebilmeliyiz.

Geçmişin solcu, devrimci mücadelelerin elde ettiği tüm sosyo-ekonomik kazanımları ortadan kaldırmak için plütokrasi, seksenlerde ve doksanlarda patronların uşağı medyayı ve sağcı propagandayı devreye soktu.

Bu noktada plütokrasi, solcu örgütleri yok etmek için FBI eliyle yürütülen Cointelpro operasyonlarına devam etti. Reagan ve George Bush’un sağcı iktidarları emperyalist hegemonyanın alanını genişletti. Newt Gingrich’in geliştirdiği “Amerika’yla Sözleşme” stratejisi, evanjelik Hristiyanlarla geniş bir koalisyon meydana getirdi. CIA’in Güneydoğu Asya ve Afganistan’dan getirdiği eroin, Kolombiya ve Peru’dan temin ettiği kokain ülkenin üzerine boca edildi, bu uyuşturucu akını ezilenleri mahvetti, uyuşturucu çeteleri pıtırak gibi çoğaldı, şirketlerin elindeki müzik endüstrisinin istismar ettiği “gangster rap’i”nin oluşturduğu kültür desteklendi. Önceki mücadele döneminde alınan yenilgi, bir bakıma Yeni Afrikalıların, Latinlerin ve gençlerin hapse tıkılmasının ve pozitif ayrımcılığın ortadan kaldırılmasının bir sonucu idi.

Bunun dışında bir de 11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Örgütü’nün yıkılmasından ve Pentagon’a yapılan saldırıdan bahsetmek gerek. Irak Savaşı, ardından Afganistan’da başlayan savaş sayesinde sağcılar ve takip ettikleri aşırı milliyetçi çizgi, şirket medyası eliyle yürütülen propaganda ile birlikte, Amerikan halkının sağın gündemini desteklemesini sağladı. Böylelikle sağcılar, Amerikan halkını ülke içerisinde faşizmin somutlaştığı, ABD A.Ş.’nin emperyalist askerî küreselleşmeyi beslediği sürece destek vermeye ikna etti. Sağcı milliyetçilerin Amerikan halkı üzerindeki sosyo-psikolojik/kültürel nüfuzu ve kontrolü bu şekilde tesis edildi.

Bu tespitler, yapmamız gerekenlere dair bir şeyler söylüyor olmalı. İlerici ve devrimci güçlerin, ezilenlerin kararlarında ne vakit ve nasıl söz sahibi olacakları üzerinde durulmalı. “Kitlelerden kitlelere” ilkesi, her eylemcinin sadık kalması gereken yol gösterici ilke olarak görülmeli. Amerika’da faşizmin saldırılarını durdurmak için devrimci eylemden gayrı bir yol olmadığı açıktır.

Bu bağlamda ilerici ve devrimci güçler, Ulusal Yoksulların ve Ezilen Halkların Kongresi’ni örgütlemeli, böylelikle ülke genelinde devrimci bir gündem oluşturabilmelidirler. Sonrasında bu gündem, sosyo-ekonomik ve politik platform hâline gelmeli, bu platforma katılan herkes, kendi toplumlarına gidip uygulanacak kararları aktarabilmelidir. Devrimci gündem, seçim siyasetine de tatbik edilebilmelidir. Böylelikle ezilen kitlelerin oylarını almak ve bu yönde kampanya yürütebilmek için siyasetçiler, bu gündemi ana zemin olarak kullanacaklardır. Siyasetçiler bu gündeme destek vermiyorlarsa, ilericiler devrimci gündem ve platform için kampanya yürütecek kendi adaylarını destekleyeceklerdir. Bu noktada bilinmelidir ki söz konusu seçim kampanyaları, ulusal kurtuluş mücadelesi ve sınıf mücadelesi bağlamında kitleleri bilinçlendirmek amacıyla yürütülmeli, statükonun korunmasına yönelik seçim çalışmalarına karşı çıkan birer taktiksel girişim olarak ele alınmalıdır.

Devrimci gündem, komitelerin, birliklerin, koalisyonların ve cephelerin kurulması ile devrimci gündem uygulanma imkânı bulacaktır. Bu sayede ilericiler ve devrimciler birlik olacaklar, ülke genelinde elde edilen bu kararlılık, tüm hareket bünyesinde hizipçiliğin ve tarikatçılığın kökünü kazıyacaktır. Bu ulusal strateji, kitle hareketinin, halk hareketinin oluşumunda yüzleşilen tüm sorunların çözümünde başvurulacak, her derde deva olacak bir adım elbette ki değildir. Kara Panter Partisi’nin geçmişte ortaya koyduğu çabalar dikkate alındığında benzer bir görevi ifa edebilme noktasında kongre seçeneğinin örgütlenmesinin zaruri olduğu görülecektir.

Kara Panter Partisi, 5 Eylül 1970’te Temple Üniversitesi’nde Devrimci Halkın Genel Kurulu’nu topladı ve bu kurula on bin eylemci iştirak etti. Ardından parti, Kasım ayında Howard Üniversitesi’nde Halkın Devrimci Anayasa Kongresi’ni toplama kararı aldı. Ancak maalesef FBI’ın Cointelpro operasyonları üzerinden gerçekleştirdiği müdahaleler sebebiyle kongre toplanamadı. Sonrasında partinin önde gelen isimleri tutuklandı ve bu liderlerin kongreyi örgütlemesine mani olundu. Bugün Ulusal Yoksulların ve Ezilen Halkların Kongresi başarıyla toplandığında sağcı faşist siyasete meydan okumayı bilecek, yoksullara ve ezilen halklara kitle hareketi ve halk hareketi dâhilinde onların hayatlarının dizginlerini ellerine almaları konusunda gereken ilhamı verecektir.

Celil A. Müntekim

[Kaynak: This Country Must Change: Essays on the Necessity of Revolution in the USA, Yayına Hazırlayan: Craig Rosebraugh, Arissa Media Group, 2009, s. 30-33.]

Ayrıca bkz.: Din ve Devrim

06 Ağustos 2019

Malcolm’ın Mirasçıları

Kara Panter Partisi’nin kuruluşunda asıl harekete geçirici güç, Malcolm’daki bilgelik, kudret ve insanlık sevgisiydi.

Black Panther, Mayıs 1969

* * *


Malcolm X, Kara Panter Partisi’nin “koruyucu azizi” idi. Parti üyelerinin insan hakları hareketindeki bütünleşmeci yaklaşımlara ve politik yönelimlere şüpheyle yaklaşmasına sebep olan, oydu. Parti üyelerine onları sıradan insanlar iken davaya kendisini adamış birer devrimciye dönüştürecek haysiyete, politikaya ve ırka dair yeni tanımları o temin etti. Yeni politik liderler kuşağı ile kopmuş bağı tekrar kurmak için Afrika’ya o seyahatler düzenledi. Genç siyahları eline silâh alıp kendilerini devletin zulmüne karşı savunmaları gerektiğine ikna eden de oydu.

Malcolm, insan hakları hareketine aktif katılım ve özdisiplin üzerinden maneviyatı ve ruhu canlı tutma becerisine dair bir simgeydi. Bu, bilhassa uyuşturucuyu bırakmasında ve hapishane sicilinde kendisini ele veren bir durumdu. Malcolm, benzer geçmişe sahip insanlara ilham veren bir isimdi. Panterler, Malcolm’ın hikâyesinin birçok yönden kendi hikâyeleri olduğunu biliyorlardı.

Malcolm X, Kara Panter Partisi’ni bizatihi kendisinin geliştirdiği dört görüşle etkiledi:

(1) Afrikalı-Amerikalılar, politik hedeflerine ulaşma noktasında silâh kullanabilirler;

(2) Harekete katılmak suretiyle bireyler, manevi ve ruhani açıdan iyileşme imkânı bulacaklardır;

(3) Siyahlar, başka etnik gruplarla ittifaklara açık olmalı, ama bu ittifakları sadece karşılıklı saygı temelinde inşa etmelidirler;

(4) İnsan hakları hareketi, ırkçılık ve Batı kapitalizmine karşı uluslararası planda yürütülen mücadelenin bir parçasıdır.

Bu son görüş, farklı yönlerden ele alınmayı hak etmektedir. Bir yandan bu görüşten ülke içerisinde süren insan hakları hareketi için manevi bir güç devşirmek için yararlanılabilir. Söz konusu görüş, DuBois’in Afro-Amerikanların çifte bilince sahip olduğuna dair görüşüyle de uyumludur. Onlar hem Amerikalıdır hem de “zenci”. Siyahlar hem Amerikalıdır hem de ayrı ve özgül bir varlıktırlar. DuBois, siyahların kültürel açıdan sahip oldukları özgünlüğü yitirmeden bütünleşmek niyetinde olduklarından bahseder.[1] Diğer yandansa aynı görüş, Amerikalı siyahları ABD’den politik bağımsızlık talebini meşrulaştırmak adına ülke içindeki bir sömürge olarak tanımlanmalıdır.

Malcolm X (Malcolm Little) babasının ölümü ve annesinin bunun üzerine geçirdiği ruhsal çöküntü sonrası yoksul bir çocukluk geçirir. Bu noktada Malcolm, yüzünü Boston ve New York sokaklarına çevirir, kimsenin adını bile bilmediği sıradan bir dolandırıcı hâline gelir, sonuçta da 1946 yılında hırsızlık suçlamasıyla hapse atılır. Hapishanede ruhani açıdan dönüşüme uğrar ve 1948’de Elijah Muhammed’in başını çektiği İslam Milleti’ne katılır.

Malcolm, hapisten çıktıktan sonra vaiz olur. Yaptığı yoğun çalışmalar sonucu Elijah Muhammed’in en çok güvendiği yardımcısı haline gelir. Ama Elijah Muhammed’in ahlakına dair sorgulamaları neticesinde Mart 1964’te örgütten atılır. Malcolm, ayrıca İslam Milleti’nde insan hakları mücadelesine katılmama siyasetine karşı sert eleştiriler yöneltmektedir. Malcolm’ın kanaatine göre, Müslümanlar Güney’de insan hakları konusunda çalışma yürütenleri savunmalıdırlar.

İslam Milleti’nden kovulması ardından Afrikalı-Amerikalı Birliği Örgütü’nü kurar. Ona göre esas savunduğu siyaset felsefesi siyah milliyetçiliği idi. Malcolm, bu düşünceyi siyahların maddi-manevi koşulları geliştirmek için kendi toplumlarının siyasetini ve ekonomisini yönetmesi olarak tarif ediyordu. Malcolm açısından siyahların maruz kaldıkları toplumsal hastalıkların sebebi, beyaz ırkçılığı, siyahların kendi hayatlarını yönetemiyor oluşu ve entegrasyonu öne alan siyah elitlerin herkesi yanlışa sevk eden siyasetleri idi.[2]

Malcolm, sıradan siyahlar açısından okul ve barınma alanları bağlamında beyazlarla bir olmayı savunan görüşlerin ve bu yönde belirlenmiş hedeflerin gerçekle uyuşmadığına inanıyordu, çünkü ona göre beyazlar, bu türden girişimlere başarıyla karşı koymayı bileceklerdi. Sonuçta siyahlar, içinde yaşadıkları toplumun çoğunluğunu teşkil edeceklerdi. Entegrasyon, Malcom’a göre bir vehimden ibaretti. Başkasına muhtaç olmama, kendine yetme, yegâne seçenekti. Başka bir ifadeyle, siyahlar kendi toplumsal ve politik kaderlerinden sorumlu olmalılardı.

Malcolm’a göre, milliyetçi felsefe siyahları çektikleri çile konusunda bilinçlendirdi. Bilinçlenen siyahlar kendilerini savundular, siyahlara saldırmaya niyetlenenlere karşı koydular. Malcolm, takipçilerinden bağımsızlığın silâhlı mücadeleyle elde edildiği Afrika ve Asya’daki ulusal kurtuluş mücadelelerini analiz etmelerini istiyordu. Afrika Birliği Örgütü’nün Amerika’daki insan hakları mücadelesine destek sunmasını sağladı. Malcolm, ayrıca Birleşmiş Milletler’i Afrikalı-Amerikalıların ülke içerisinde uğradıkları saldırıları ve suiistimalleri soruşturması konusunda ikna etti.[3]

Malcolm, Şubat 1965’te suikasta uğradı. İslam Milleti üyesi birçok kişi, saldırıyla ilgili olarak tutuklandı ve suçlu bulundu. Çok sayıda siyahî genç, onun vefatını büyük bir trajedi olarak değerlendirdi. Bu gençler, Müslüman vaizi ülkelerindeki insan hakları hareketinin ufkunu Afrika ve Asya’daki bağımsızlık mücadeleleriyle genişletmek isteyen yeni tipte bir lider olarak kabul ettiler. Malcolm ve arkadaşlarına göre, insan hakları mücadelesini milli bağımsızlık mücadeleleriyle ilişkilendirmek, insan hakları hareketinin yerli niteliğini dönüştürecek, onu devrimci beynelmilel bir insan hakları hareketi hâline getirecekti.

Amerikan insan hakları hareketi, yirminci yüzyılın ortalarında dünya genelinde demokrasi, modernleşme ve ulusal kurtuluş için verilen mücadelenin bir parçasıydı. İnsan hakları hareketi, ırksal ve ideolojik bariyerleri aşan politik ittifakların kurulmasını sağladı. Siyah toplumunda temel yurttaşlık hakları ve politik haklar konusunda uzlaşan milliyetçiler ve bütünleşmeciler bir araya geldiler.

Gelgelelim milliyetçiler, bir yandan da politik özerklik mesajını dillendirmekteydiler. Bu sebeple insan hakları hareketi ikili karakter kazandı. Hâkim bütünleşmeci ideoloji, mücadeleyi tam yurttaşlık haklarını kitlesel seferberlik ve yasal ajitasyon aracılığıyla güvence altına alacak bir hareket olarak tarif etmekteydi. Zamanla küçük ama lafını sakınmayan bir örgüt oluştu ve Afrikalı-Amerikalı toplumunun kendi hayatını politik ve ekonomik düzlemde yönetmesine dair imkânları artırmak amacıyla tam özerklik mücadelesi veren kişi ve grupları bir araya getirdi.

Kara Panter Partisi, ilk başta politik özerklik talep eden radikal milliyetçi bir hareketti. Parti ideolojisinin önemli bir kısmı, Malcolm X’in insan hakları hareketlerini ulusal kurtuluş hareketleri ve üçüncü dünya hükümetleri ile kurulan ittifaklar aracılığıyla oluşturulacak devrimci harekete dönüştürmeyi öngören görüşüne dayanıyordu. KPP merkez komitesi üyesi Landon Williams’ın da tespiti bu yöndeydi: “Bizler, kendimizi Malcolm’ın mirasçısı olarak kabul ediyorduk. Hatırladığım kadarıyla Malcolm şunu söylüyordu: “Biz, bu toplumda insanca muamele görmek istiyoruz, bu konuda gerekeni elimizdeki her türden araçla yapacağız.’ Bu sözü hâlâ kulağımda, benim inancım da hâlâ bu yönde.”[4]

Paul Alkebulan

[Kaynak: Survival Pending Revolution: The History of the Black Panther Party, The University of Alabama Press, 2007, s. 8-11.]

Dipnotlar:
[1] W. E. B. DuBois, The Souls of Black Folks (1903; yeni baskı, New York: Bantam Books, 1989), s. 3–4.

[2] Malcolm X, Ballots or Bullets; Malcolm X, Grass Roots Speech: Detroit, Michigan, November 10, 1963, ses kaydı (New York: Paul Winley Records, 1963); Benjamin Karim, The End of White World Supremacy: Four Speeches by Malcolm X (New York: Arcade Publishing, 1971), s. 134–35. Bu konuşmalarında Malcolm, geleneksel siyasetin siyahlara “ihanet ettiğini” söylüyor ve siyahların neden milliyetçi olmaları gerektiği üzerinde duruyor: “Remember the Words of Brother Malcolm,” Black Panther, 18 Mayıs 1968, s. 6–7.

[3] Malcolm X, Ballots or Bullets; Malcolm X, Grass Roots Speech; Karim, End of White World Supremacy, s. 134–35; İnsan Hakları Kongresi’nden Amerikalı komünist William Patterson da kaleme aldığı Soykırımı Suçluyoruz isimli broşürü ile birlikte 1951 yılında Birleşmiş Milletler’e dilekçe sunmuştur.

[4] Landon Williams, Siyah Gücü ve Kara Panterler üzerine röportaj, KQED, San Francisco, Nisan 1990.

05 Ağustos 2019

Kızıl Tugaylar’ın İlk Teorik Metni

Bir yıldır mücadele yürütmekte olan Kızıl Tugaylar örgütü, Eylül 1971’de ilk sistematik teorik bildirgesini yayımlar. Belge, örgüt kurucularının takdir ve beğeniyle karşıladıkları Uruguaylı şehir gerillası hareketi Tupamaroların başvurdukları tarza uygun olarak, röportaj şeklinde kaleme alınmıştır.

* * *

 

1. Sınıf mücadelesinin mevcut aşamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bize kalırsa mevcut durum konusunda sol, ortak bir kanaate sahiptir.

Reformistler de meclis dışı güçler de burjuvazinin toplumu işçi sınıfı karşıtı ve gerici bir bakış açısı temelinde yeniden örgütleme planının farkındadır. Genel mânâda herkes, bir yandan burjuvazi açısından politika ve ekonomi düzleminde yeni bir güç dengesinin oluştuğu bir yandan da işçilerin mevcut üretim ilişkilerini ortadan kaldırma imkânına kavuştuğu belirli bir çelişkinin oluşmaya başladığını görmektedir. 

Fakat başvurdukları stratejileri, gericiliğin saldırıları karşısında giderek intihardan gayrı bir seçeneğe çıkmayan reformistleri bir yana bırakacak olursak, biz esas olarak hazırlıklı olmama hâli üzerinde duruyoruz. Bu hâl dâhilinde devrimci güçler kendilerini mücadelenin olgunlaştığı yeni bir düzeyle baş başa buluyorlar. Devrimci sol şunu hiç anlamıyor: 1968’de başlamış olan mücadeleler döngüsü, bugün görüldüğü gibi, çatışma sürecinin şiddet araçlarını kuşanmasına sonuçlanmak zorundaydı. Tam da bu sebeple mevcut duruma denk düşecek uygun araçlar hiçbir vakit geliştirilemedi. Bizim politik deneyimimiz işte bu ihtiyaçtan doğdu.

2. Bugünkü krizin sebepleri nelerdir?

Bugün burjuvazinin tüm politik planları suya düşmüş durumdadır. Kapitalizmin kalkınma planlarında yaşanan başarısızlığın ve reformist partilere ait politik planların sonuçsuz kalmasının sebebi budur. Karşısında toplumun istikrara kavuşturulmasına yönelik bir plan olarak reformizmi redde tabi tutan ve sömürüye son verilmesini gündemine almış bir işçi sınıfı bulan, ayrıca tek tek ülkelerde barışçıl kapitalist kalkınma planlarını sekteye uğratan emperyalizm içi nesnel çelişkilerle yüzleşen burjuvazi, tüm iktidar aygıtını sağcı bir çizgide tekrar organize etmek zorunda kalmıştır.

3. Sizce politik durum yakın gelecekte hangi yönde gelişecek?

Bugün burjuvazi mecburiyetler gereği belirli bir yola girmiş durumda: Bu sınıf mevcut durumu, nispeten daha despotik bir iktidar örgütlenmesi aracılığıyla yeniden kontrol altına almaya mecbur. Sermayenin emek karşısında daha da despotikleşmesi, devletin ve sınıflar mücadelesinin askerîleşmesi, baskının stratejik bir olgu olarak yoğunlaşması, bu yönelimin nesnel sonuçları. İtalya’da bugün bizler, merkez solun alternatifi olarak asayiş bloğunun, gerici bir bloğun oluşumuna tanıklık ediyoruz. Söz konusu blok ilerleyişini, milliyetçi sağın bayrağı altında sürdürüyor. Bu blok, ekonomik ve toplumsal durumu kendince tekrar güvence altına almaya çalışıyor, buna bağlı olarak da her tür devrimci ve anti-kapitalist mücadeleyi bastırmak istiyor.

4. Bunu faşizmin yeni bir sürümü olarak niteleyebilir miyiz?

Bu meseleyi bu tür terimlerle açıklamaya çalışmamak gerek. Baskı ve zulüm temelli stratejinin amacının devrimci hareketin en ağır baskı aygıtlarıyla bastırılması yöntemi olarak faşizmin yaptığı gibi burjuva “demokratik devlet”i kurumsal düzeyde tasfiye etmek olmadığı, inkâr edilemeyecek bir gerçek. Fransa’da De Gaulle’ün yaptığı “darbe” ve bugünkü “Dögolcü faşizm”, demokrasi maskesiyle sürdürüyor hayatını. Kısa vadede bunun burjuvazi için rahatsızlık yaratacak bir model olduğunu kimse söyleyemez.

Gelgelelim savaşçı ve devrimci bir hareketin varolduğu ekonomik ve toplumsal durumu istikrara kavuşturmayı ummanın çocukça olacağını da ifade etmek gerek.

5. Siz ne tür bir seçenek sunuyorsunuz?

Devrimci sol ve onun parçası olarak bizim karşımıza iki yol çıktı. Bu yollardan biri, yıllar önce redde tabi tuttuğumuz, anarko-sendikalist veya Kominternci versiyonlar uyarınca işçi hareketinin geçmiş tarihsel deneyimini tekrarlayan reformist yoldu. Diğer yol ise bu dönemde kentlerde yürüyen devrimci mücadeleyle bütünleşmeyi öngören yoldu.

Genel mânâda meclis dışı sola mensup örgütler reformist yolu hiçbir zaman terk etmediler, zira bu örgütler, Birinci Dünya Savaşı sonrası süreçte devrimci hareketin yaşadığı yenilgileri eleştirel bir analize nasıl tabi tutacaklarını bilmiyorlardı. Bunlar, bir kez daha (önce politik hazırlık, ajitasyon ve propaganda, ardından silâhlı ayaklanma fikri üzerine kurulu) iki aşamalı devrimci süreç anlayışını benimsediler. Bugün aynı örgütler, hâlen daha ilk aşamada atılması gerektiğini düşündükleri ilk adımları atmakla meşguller, öte yandan burjuvazi ise silâhın namlusunu çoktan göstermiş durumda.

Yönetici sınıf, kitle hareketinin en etkin biçimlerine saldırıyor, savaşçı militanlar siyasi davalarda yargılanıp hapse atılıyorlar, faşist kara gömlek terörizmi yeniden hortluyor, işçi grevlerine faşistler saldırıyor, polis küçük fabrikalara, evlerinden atılmış kiracılara ve öğrencilere saldırılar düzenliyor, isyan geleneği bulunan mahallelerde ev ev aramalar yapılıyor, fabrikalarda provokatörler ve faşistler görevlendiriliyor, tüm bu gelişmelerse burjuvazinin silâha başvurduğunun birer kanıtı. Silâhlı çatışma zaten başlamış durumda, amacı ise işçi sınıfının direniş kapasitesini ortadan kaldırmak. Gelecekte yaşanacak isyanın o bilinmeyen saati hiçbir zaman gelip çatmayacak. Birçok yoldaşın umut ettiği biçimiyle proletarya ile burjuvazi arasındaki nihai kapışma, burjuvazinin kazanacağı en son muharebeden başka bir şeyi ifade etmiyor. Bu kapışma 1922’de yaşandı ve iktidarı faşistler aldı.

6. Kendinizi hangi ideolojik ve tarihsel gelenekle tanımlıyorsunuz?

Bizim referans noktalarımız Marksizm-Leninizm, Çin’deki Proleter Kültür Devrimi ve hâlen kentlerde faaliyet yürüten gerilla hareketleridir; özetle beynelmilel devrimci ve işçi hareketinin bilimsel geleneğidir. Buna göre biz, politik örgütle askerî örgüt arasındaki ilişki meselesi konusunda, devrimci aşama dâhilinde Avrupalı komünist partilere yön veren teorileri hiçbir şekilde kabul etmiyoruz.

7. Bu noktayı biraz daha açar mısınız?

Brezilyalı yoldaşların tespitine göre, komünist partilerin giderek yozlaşıp birer sosyal demokrat yapıya dönüşmelerinin sebebi, onların burjuvazinin işçi sınıfı hareketine dayattığı askerî mücadelenin mevcut düzeyleriyle başa çıkmayı bilememeleridir. Mesele tek başına liderlerin ihanet etmiş olmaları değil, ayrıca onların ellerindeki örgüt denilen silâhı yeterince kullanmamış olmalarıdır.

Kentlerde faal olan tüm silâhlı örgütler bu hususu dikkate almış, ta işin başından itibaren mücadelenin tüm düzeylerinde karşı koymayı bilecek şekilde örgütlenmişlerdir.

8. Dolayısıyla size göre asıl mesele silâhlı mücadeleye başlamak mıdır?

Silâhlı mücadele zaten başlamış durumda. Ama maalesef bu, bir taraf eliyle yürütülen bir mücadele. Yani sadece burjuvazi, elindeki silâhı kullanıyor ve karşı tarafa vuruyor. Dolayısıyla asıl mesele, çatışmayı aynı düzeyde karşılama becerisine sahip sınıfsal aracı oluşturabilmekte.

Kızıl Tugaylar, bu inşa sürecinin mevcut yönü dâhilinde silâh temelli ilk adımlardan ve sınıfsal politik öncülerin silâhlı politik öncülere evrildiği sürecin yol açtığı ilk sonuçlardan biridir.

9. Sizdeki silâhlı öncü anlayışı fokocu mu?

Hayır değil. Bizim bakış açımıza göre, İtalya’da silâhlı mücadeleyi sınıf hareketinin dolaysız bir ifadesi olan bir örgüt yürütmelidir. Biz de bu sebeple isyanın ve sömürünün yoğunlaştığı sanayi merkezlerinde oluşturulmuş fabrika ve mahalle temelli işçi hücrelerinden oluşacak bir yapıyı meydana getirmek için uğraşıyoruz.

10. O hâlde sizin hazırlık aşamasında olduğunuzu söyleyebilir miyiz?

Genel mânâda bu aşama dâhilinde seçtiğimiz yol, deneyim ve kadro biriktirmeyi öngören uzun bir süreçten geçmemizi gerekli kılıyor. Ama öte yandan bu aşamanın sınıf mücadelesinden ayrı ele alınmaması gerekiyor. Ne yapılacaksa sınıf mücadelesi dâhilinde yapılacak.

11. Peki bu aşamada olmasına karşın Kızıl Tugaylar, çatışma süreci dâhilinde belirli bir rol oynayacak mı?

Sınıf hareketi içerisinde belirgin bir eğilim mevcut. Bu eğilimin devrimci mücadelede yeni örgüt biçimlerinin gerekli olduğunu söyleyen, meclis dışı örgütlerle hiçbir alakası bulunmayan bir eğilim olduğunu söylemek gerek. Bu eğilime göre doğrudan eylemler, gizlilik yöntemleri ve özsavunma amaçlı örgütler üzerinde durulmalı. Kızıl Tugaylar, işte bu ihtiyacı gördü ve gerekli taktiksel aşamayı teşkil eden ilk deneyim aşamasından stratejik silâhlı mücadele aşamasına geçilmesini önerdi.

12. Bu geçişin gerçekleşmesi için gerekli şartlar nelerdir?

İktidar mücadelesi veren hiçbir silâhlı devrimci hareket, iki temel şartın bilincine varmadan mücadele yürütemez: 1) Tüm düzeyleriyle iktidarın karşısına dikilme (politik tutsakların özgürleştirilmesi, katil polislerin idam cezasına çarptırılması, kapitalistlerin mallarına el konulması vb.) ve çatışma sürecinin tüm düzeylerinde hayatta kalmayı bilme; 2) Fabrikalarda ve işçi mahallelerinde alternatif bir güç hâline gelme.

13. Alternatif proleter güç derken neyi kastediyorsunuz?

Bize göre devrim, basit mânâda teknik-askerî bir olgu değildir, silâhlı öncü, silâhsız kitle hareketinin silâhlı kanadı olarak görülemez, öncü kitledeki birliğin zirvesi, o kitlenin iktidar talebidir.

14. Bu aşamada hangi çizgide ilerlemek niyetindesiniz?

Son aylarda örgütümüz, sınıf hareketi içerisinde stratejik bir tartışmanın başlaması için uğraştı. Bugünse bize göre asıl mesele, örgütlenme çalışmasıdır. Başka bir ifadeyle, silâhlı örgütün burjuvazinin taktiksel saldırılarını karşılamayı amaç edinmiş olan ilk biçimlerinin, fabrikalardaki mahallelerdeki ve okullardaki gündelik mücadeleler dâhilinde kök bulmasını sağlamak zorundayız. Bu amaç doğrultusunda patronların uyguladığı terörün nesnel ve öznel yönleriyle mücadele ederken, çalışma hayatının ve toplumsal hayatın kapitalist planda örgütlendiği sürece karşı verilecek mücadeleyi kapitalist iktidar yapısına karşı mücadeleden ayırmamak, faşist çetelerin uyguladığı şiddete karşı koymak, bir yandan da politik ve askerî örgütçülerle yeterli bir güç oluşturup vurmak, sınıf hareketine mensup militanlara ve sınıfın çıkarlarına saldıran polislerin, ajanların ve hâkimlerin işlediği suçların cezasız kalmamasını sağlamak gerekiyor.

İlk planda yapılması gereken böylesi eylemler, bizim halkı seferber etmemizi, ayrıca tasfiyeci ve kötümserliğe boğulmuş eğilimlerin yayılmasına mani olmamızı mümkün kılacaktır. Genel mânâda bu çatışma süreci, önceki durumun yeniden oluşma ihtimalini ortadan kaldırmayacaksa da silâh temelli iktidar mücadelesi nezdinde gerekli olan stratejik çatışmanın öncülü olarak iş görecektir.

15. O hâlde Kızıl Tugaylar’ı geçiş örgütleri olarak nitelendirebilir miyiz?

Hayır nitelendiremeyiz, çünkü silâhlı mücadele, işçilerden oluşan fabrika komiteleri, işçi-öğrenci birlikleri veya meclis dışı solun kurduğu politik örgütler türünden ara yapılarla yürütülemez. Silâhlı mücadele, daha işin başından itibaren, proletaryanın stratejik örgütüne ihtiyaç duyar.

16. Burada partiden mi söz ediyorsunuz?

Kesinlikle. Kızıl Tugaylar, proletaryanın silâhlı mücadele yürüten partisinin oluşumu için gerekli ilk toplaşma noktalarıdır. Bizim komünist ve devrimci işçi hareketi geleneğiyle bağımızı kuran da tam olarak bu noktalardır.

17. Meclis dışı örgütlerle ilişkiler konusunda ne tür bir konum belirlediniz?

Bizim kısır, hiçbir sonuç üretmeyen ideolojik polemik yürütmek gibi bir derdimiz yok. Meclis dışı örgütlere yönelik tavrımızı asıl tayin eden, onların silâhlı mücadele konusunda aldıkları konumdur. Gerçekte bu örgütler, kendilerini devrimci olarak tarif etseler de bünyelerinde pasifist akım yeniden güçlenmektedir. Bu, bizim asla paylaşmayacağımız bir vasıftır. Bu vasıf, örgütlerin proletaryanın silâhlı örgütüne güçlü bir biçimde karşı çıkmalarına neden olmaktadır. Oysa bu örgütlere mensup bazı militanlar, silâhlı mücadele perspektifini benimseyeceklerdir. Bunlarla tartışma yürütülmelidir. Tek mesele bu da değildir: zamanlama ve takip edilecek taktikler, ayrıca örgütün proleterleşmesi gibi konuların tartışılması gerekmektedir. Öte yandan mevcut öncü yapıların gizemli ve kutsal birer varlıkmış gibi takdim edilmesine de karşıyız. Bu yaklaşım, söz konusu yapıları sınıfın öncüleri olarak tanımlamaktadır. Proletaryanın politik ve silâhlı öncülerini inşa etme meselesi hâlen daha tartışılması gereken bir konudur. Bu mesele, ne kendi kendisini yüceltip duran yüzeysel girişimlerle ne de işçi sınıfı açısından önem arz etmeyen güçlerin birikmesini esas alan planlarla çözüme kavuşturulabilir.

18. Meclis dışı sola mensup bazı örgütlerin size yönelik suçlamaları konusunda ne düşünüyorsunuz?

Bu noktada bize yönelik suçlamaları ikiye ayırmamız gerekiyor: ilki özünde bizi “maceracılık”la eleştiriyor ve bizim yeterli silâhlı aygıta sahip olmaksızın silâh kuşanmış burjuvaziyle çatışmayı öngördüğümüzü iddia ediyor. Bizi militan bir tarzda eleştirenler bile bu tür bir yargıda bulunabiliyorlar.

Diğer tür suçlamayı dile getirenlerse bizi “provokatör” veya “faşist” olarak resmediyorlar ve bizim politik bir cevabı hak etmediğimizi söylüyorlar. İlgili suçlama, uygun anı dikkate alan bir eylemliliği öngörüyor. Bu suçlamaların ötesinde biz, esas olarak sınıf mücadelesinin ilerlemesiyle proleterleşme sürecine gireceğine inanıyoruz ki bu esasen, silâhlı mücadeleye dair konumun kaçınılmaz olarak tasnif edici, ayrıma sebebiyet veren bir ölçüt hâlini aldığı bir süreç. İtalya Komünist Partisi de bu sürece girecek. Bu sebeple biz, sözde devrimci aydınlarda yaygın olarak görülen her türden ideolojik hizipçiliği reddediyoruz ve silâhlı mücadele yolunu seçen tüm yoldaşlarımızla güçlü bir birlik oluşturmaya dönük hedefimizi tekrar dillendiriyoruz.

[Kaynak: Chris Aronson Beck, Reggie Emilia, Lee Morris, Ollie Patterson, Strike One To Educate One Hundred, A Seeds Beneath the Snow Publication, 1986, s. 56. 59.]

04 Ağustos 2019

Kızıl Terör

"Burjuvaziye ve uşaklarına ölüm, yaşasın kızıl terör
-Petrograd 1918 [Mir Elmir Alizade aracılığıyla]


El mecbur merkezde çalışma yürütmek zorunda kalan bizim gibi isimler, devlet aygıtını geliştirme ve makul düzeyde, hemen ulaşılabilecek bir ölçekte bile olsa, bürokrasiye has musibetlerden arınma görevini ifa etmeyi sürdüreceğiz.

Ne var ki bu görevin ifası esnasında yardımın en büyüğünü yerelliklerden alıyoruz, almaya da devam edeceğiz. Genel anlamda, gözlemleyebildiğim kadarıyla, yerelliklerde durum merkezdekinden daha iyi; tabii bu, anlaşılır bir gelişme, zira tabiatıyla bürokrasi kaynaklı musibetler esas olarak merkezde yoğunlaşıyorlar.

Bu açıdan Moskova, cumhuriyetteki en kötü şehir olmasa da genel bir ifadeyle, en kötü “yerellik”. Yerelliklerde sürecin iyi ve kötü yanlarına kıyasla ortalamaya göre belirli sapmalarla yüzleşiyoruz, üstelik kötü yan, iyi yana nispetle daha az karşımıza çıkıyor.

Kötü yana savrulan sapmaları, eski devlet memurlarının, toprak sahiplerinin, burjuvazinin ve komünistlere yaltaklanıp bazen köylülere iğrenç saldırılar gerçekleştiren ve onlara zorbalık eden diğer alçaklar eliyle sergilenen kötü muameleler olarak nitelemek mümkün.

Bu da teröristlerin tasfiye edilmesini, duruşmasız yargılamaları ve idam mangalarını gerekli kılan bir durum. Bırakalım Martof’lar, Çernof’lar ve onlar gibi Parti dışı cahiller, döşlerine vurup “Şükürler olsun sana Tanrım, ‘bunlar’ gibi değilim, hiçbir vakit terörizmi benimsemedim” diye bağırsınlar.

Bu ahmaklar, “terörizmi benimsemiyorlar” çünkü onlar, işçi ve köylülerin aldatılması noktasında beyaz muhafızların aşağılık birer suç ortağı olmayı tercih ediyorlar.

Sosyalist-Devrimciler ve Menşevikler “terörizmi benimsemiyorlar”, çünkü “sosyalizm” bayrağı altında bunlar, kitleleri beyaz muhafız terörizminin insafına terk etme görevini yerine getiriyorlar. Kerenski rejiminin ve Kornilof’un Rusya’da, Kolçak rejiminin Sibirya’da, Menşeviklerinse Gürcüstan’da gerçekleştirdiği darbe bu tespit için bir kanıt olarak iş görüyor. Diğer kanıtları ise Finlandiya, Macaristan, Avusturya, Almanya, İtalya, Britanya gibi ülkelerde İkinci Enternasyonal’e ve “İki Buçukuncu”[1] Enternasyonal’e mensup kahramanlar sunuyorlar.

Bırakalım beyaz muhafız terörizminin uşak ruhlu suç ortakları, terörizmi tümden reddettikleri o çamur içerisinde debelenip dursunlar. Bizler, acı ve kuşku götürmez bir gerçekten bahsediyoruz: beklenmedik bir biçimde yaşanmaya başlanan krizin kuşattığı ülkelerde eski bağların koptuğu, 1914-18 arası dönemde yaşanan emperyalist savaş ardından sınıf mücadelesinin tüm ülkelerde yoğunlaştığı koşullarda terörizmi riyakârlarla ve süslü sözcükler satıp duranlarla savuşturamazsınız.

Ya Amerika’da, Britanya’da (İrlanda’da), İtalya’da (faşistler), Almanya’da, Macaristan’da ve başka yerlerde beyaz muhafızların, burjuvaların terörizmi ya da kızıl proleter terörizm. Orta yol yok, üçüncü bir yol yok, olmayacak da.

V. I. Lenin
21 Nisan 1921
Kaynak

Dipnot:
[1] Orta yolcu parti ve örgütlerin oluşturduğu enternasyonale “İki Buçukuncu Enternasyonal” denildi. Devrimci işçilerin İkinci Enternasyonal’den ayrılıp kurdukları bu oluşumun temelleri 1921’de Viyana’da atıldı, birlik 1923’te dağıldı, üyeleri İkinci Enternasyonal’e katıldılar.

03 Ağustos 2019

Post-rektum


Sovyetler’in dağılışının üzerinden yaklaşık otuz yıl geçti. Bu otuz yılı sol-sosyalist hareket, devrimi örgütlemek ve devrime örgütlenmek için değerlendirmedi. Solun bir bölümü, birilerine kendilerinin Sovyetler gibi olmadıklarını kanıtlamakla geçirdi. Diğer bölümü ise otuz yıl boyunca Sovyetler’in varlığı ile kurulmuş ilişkinin kapitalizm ve devletin ilerleyişi açısından faydalı olduğunu kanıtlamak için uğraştı. İki yol aynı kavşakta birleşip ayrıştı.

* * *

Bugün egemenlerin sesi olarak iş gören Netflix gibi ortamlarda, sosyalizmin dünya genelinde yükselen prestijine yönelik saldırı örgütleniyor. Egemenler, sosyalizmin ilgi gördüğünden bahsediyorlar, bu değerlendirmelerde Sovyetler’e “kötü sosyalizm” olarak işaret ediliyor, ardından da dişe-damağa uygun bir “sosyalizm” kurgulanıyor.

Bu sosyalizm de otuz yıl boyunca Sovyetler konusunda dile getirilmiş eleştiriler üzerinden tasavvur ediliyor. Herkese sosyalizm diye bu tasavvur sevdiriliyor. Egemenler, tahammül edebilecekleri bir sosyalizmi bize sevdirmeye mecburlar. Sol da buna teşne. O da sınıfa, halka değil, bireye sesleniyor, sosyalizmini zihinde buna göre kurguluyor.

* * *

Sovyet eleştirileri üç kelime üzerinden işlerlik kazanıyor: Özgür, açık ve çeşitli.

Buna göre Sovyetler, esas olarak baskıcı, kapalı ve düz/tek boyutlu olduğu için eleştiriliyor. Egemenler, bu fikri ve pratiği sosyalistlere öğretiyor. Bu üç ayaklı eleştiri, Sovyetler’i kapitalizmle aşmanın ideolojisi adına yapılıyor.

Veganizm, feminizm, LGBT pratiği, tam da bu bağlamda sosyalist harekete nüfus edebiliyor. Sosyalist hareketin devrim ve sosyalizm mücadelesi vermesi artık mümkün değil, tüm ruhu ve bedeni esir alınmış durumda. Bu esaret, özgürlük naralarıyla perdelenmek isteniyor. Sonuçta artık herkes, devrimi ve sosyalizmi değil, rektumu, haz noktalarını merkeze koyarak düşünüp hareket ediyor.

* * *

Aslında veganizm, feminizm, LGBT ideolojisi, bir yönüyle on dokuzuncu yüzyılın başlarında gündeme gelen solculuğun yerini alıyor. Kentlerde oluşan işçi kitlelerinin öfkesini soğurmak, sindirmek için piyasaya sürülen solcular, yerlerini postmodern solculara bırakıyorlar.

Esasında kapitalizm, ilk dönemde işçilerin, yoksulların ağzına bir parmak bal çalmak, onların sırtını sıvazlamak, başlarını okşamak için küçük burjuva solcuları piyasaya sürüyor. Benzer bir durum bugün de söz konusu. Tekeller, evlerindeki, yataklarındaki ve mutfaklarındaki kölelerin başlarını okşama, sırtlarını sıvazlama, ağızlarına bir parmak bal çalma işini solculara veriyorlar. Bugün veganizmin, feminizmin ve LGBT ideolojisinin tekeller eliyle beslenip büyütülmesini buradan anlamak gerekiyor.

* * *

Kapitalistlerin ve tekellerin ayak işlerini gören küçük burjuva solcuların bir işi de topluma, halka, sınıfa kopuş imkânlarını unutturmak. Bir sosyalizm tarif ediyorlar, bu sosyalizm, kapitalizmin layıkıyla, eksiksiz, bütün olarak yaşanmasını şart koşuyor.

Bir öncü tanımlıyorlar, bu, misal, M. Kemal’e benziyor, Kemalizme benzetilen Marksizme sonrasında “zaten onun gibi olamazsın, bari Kemalist ol” deniliyor. Pazarlık yüksekten açılıp en aza razı geliniyor. İnsanları kendisine mecbur etme çabası, farklı araçlarla ortaya konuluyor.

Benzer bir hinlik, toplum ve tarih bağlamında da tekrarlanıyor. Ezilenler ve işçiler, eksik, yarım, arızalı olduklarına ikna ediliyorlar. Bu boşluğa doluşan küçük burjuvalar, burjuva efendileri adına tam, bütünlüklü, kusursuz liderler oldukları yalanına inanan insanlar arayıp duruyorlar. Bu yalana inandırılan insanlara bir süre sonra “abartmayın, ben de herkes gibiyim, küçük burjuvayım, peşime düşmeseydiniz” diyorlar.

* * *

Aslında mürtet, münafık ve kâfir olan insanlar, ancak bir şeyhle, imamla Müslüman olabildiklerine inanıyorlar. Aynı durum sosyalistler için de geçerli. Küçüklü büyüklü tüm burjuvazinin hayat pratiğini benimseyen fani kullara bir zamanlar “devrim yapacağız” diyenler, sonrasında kurtarıcı olarak Ekrem İmamoğlu’nu işaret edebiliyorlar.

Bir gecede örgütün programatik hattı değişiyor, kimse sorgulamıyor. Bir günde örgüt, düzen partisi sularına çekiliyor, kimse itiraz etmiyor. Aynı gün herkes, şeflerin telinden söylüyor şarkıyı.

Devrim ve sosyalizm mücadelesi ise sorguya, eleştiriye, teorik mücadeleye ihtiyaç duyuyor. Bu mücadele, öznel varlığını bizatihi devrim ve sosyalizm zannedenler eliyle sekteye uğratılıyor. O varlıksa haz ve çıkar küpünden başka bir şey değil.

* * *

Sovyetler’e “baskıcı” eleştirisi yapıp “özgürlük” diye bağıranlar, hareketi esaret altına alıyorlar. Liberallerin uzun zamandır Marx’ta ve Marksizmde rahatsız edici buldukları ne varsa sosyalistler onlara düşman ediliyor. Sosyalistler, bir gecede “sosyal liberal” veya “özgürlükçü liberal” oluveriyor. Sosyalizm mücadelesini sosyal demokratların ve liberallerin içi boş didişmesi şekillendiriyor.

Sonuçta bireye kapatılmış, birey merkezli siyaset, kendisini kolektife, harekete, partiye göre inşa eden siyasete savaş açıyor. Egemenler, kendisine zarar verecek fazlalığı, doğrudan sosyalistler eliyle buduyorlar. Bireyi aşan, aşmaya meyilli, kolektifi, hareketi ve partiyi (parçalamayı) anlatan ne varsa imha ediliyor.

* * *

Sovyetler’e yönelik kapalılık eleştirisi, ilmihal dâhilinde, sosyalistlere ezberletiliyor, cinsel, etnik vs. kimlikler, pazarın serbestliği ve açıklığı kapsamında anlam kazanıyor. Sosyalistlere pazarı kutsamak öğretiliyor.

Ama aynı kimlikler, kendisine kapalı bir evren oluşturuyorlar. Irkçı, Nazi, neofaşist yapılarda görülen kendine kapalı çeteleşme, sosyalist hareketleri de vuruyor. Herkes, kendisini “üstün ırk”, “üstün devrimci” gördüğü için, ortaklaşmayı, yoldaşlaşmayı kabullenemiyor. Sonuçta Sovyetler’e yönelik eleştiri zihinlere nakşediliyor, bir tür kapalılık eleştirisi yapılıyor, açıklık önemseniyor, ancak hareket, kendinden menkul, kapalı, havada asılı hücrelere kapatılıp tasfiye ediliyor. Onca kapalılık eleştirisi, kapalı, dar cemaatler adına yürütülüyor.

* * *

Sovyetler’le ilgili eleştirinin üçüncü ayağını ise çeşitlilik/renklilik meselesi oluşturuyor. Bu eleştiri, sosyalistlere temel ilke olarak öğretiliyor. Pazara iman eden küçük burjuva solcular, birer renk olarak yaşamayı içlerine sindirebiliyorlar. Burjuva pazarında tezgâha dizilmeyi devrimci bir gelişme olarak yutturmaya çalışıyorlar. “Artık insan yerine konuluyoruz, ciddiye alınıyoruz, daha ne istiyorsunuz” diyerek tabanlarını kandırmaya devam ediyorlar.

Doksanlarda Sovyetler’den gelen ütüde marka bulunmuyor, üzerinde “ütü” yazıyor, alt kısmında ise otuz yıldır değiştirilmemiş fiyat, soğuk damga olarak vurulmuş hâlde görülüyor.

Solcuların çok savundukları Fransız Devrimi öncesi Paris’te fiyatların sabitlenmesini işçiler, serbest bırakılmasını köylüler ve liberaller talep ediyorlar. Sovyet eleştirilerini, Sovyet sonrası dönemin teorisini ve pratiğini liberallerin geleneği tayin ediyor. Amerikan ve Fransız devrimleri içi boşaltılarak Sovyetler’in karşısına çıkartılıyor. O ütüye herkes düşman ediliyor.

* * *

Egemenler, bireyin haz noktalarına üstünlük, yücelik, özgüllük, biriciklik atfederek ilerliyor. Dolayısıyla herkes, dolaylı ve doğrudan, egemenlere örgütleniyor. Sovyetler ve siyaset, rektuma ve hazza göre sigaya çekiliyor.

Aynı liberal tutum, bir yandan kadını rahminden, analık vasfından, bağlarından kurtaracağını söylüyor, bir yandan da “Hindistan’da kadınların daha çok çalışmak için rahimlerini aldırmak zorunda kaldıklarından” söz ediyor.[1] Bugün feminizm, tam da o kapitalizmin diliyle konuşuyor, onun yapmak istediğini yapıyor. Kapitalizmin yaptıklarını bireyler şahsında kılıflandırmak, feminizme düşüyor.

Aynı tutum, “vatan da neymiş, özgür bireyler olun” diyor, ama öte yandan da “kendimi hiçbir yere ait hissetmiyorum” diyen mültecinin mektubunu paylaşabiliyor.[2] Yıllardır ait olma hissine küfreden, aidiyete düşman kesilen, mülkiyet adına aidiyet bilincini gerilik olarak takdim eden kesimler, bir boşluğa dolmak, bir ihtiyaç hâlini almak, seslenilmek istiyorlar ve sanki mültecilerin derdiyle dertleniyorlarmış gibi yapıyorlar. Dertse, mülteciler üzerinden gelecek fonlara kaşık sallamak.

Bu açıdan Judith Butler, “kapitalizm eleştirisi içermeyen feminist yaklaşımlar bir tür bireyselciliği üretir”[3] derken aslında yalan söylüyor, çünkü kapitalizm ve devlet, esasen birey ve bireyselcilik temelinde/ölçüsünde eleştiriliyor, ayrıca bu eleştiri, kapitalizm ve devlet karşıtı mücadeleye galebe çalıyor.

“Eğer tüm bir millet gerçekte utanma nedir bilirse, sıçramaya hazırlanmak için yere çöken bir aslan hâline gelir”[4] diyen Marx’a inat, utanmayı gericilik olarak kodlayan bireyci eleştiri, o Avrupa kaynaklı fonlarla değirmenlerini döndürüyorlar, aslanı kediye çevirip onun sıçramasına mani olmak istiyorlar.

O fonlar besliyor veganizmi, feminizmi, LGBT ideolojisini. Şimdilerde bu solcular, ellerini ovuşturup mültecilerle ilgili olarak akıtılacak fonları utanma nedir bilmeden bekliyorlar. Bu insanların mültecilerin kara öfkesini boğmakla görevli olduklarını, böyle bir görev verilmese bile bizatihi kendilerinin onu icat edip üstleneceklerini anlamak için öyle allame-i cihan olmaya gerek yok.

* * *

Sovyetler, “özgür, açık ve çeşitli” gibi sıfatlarla idrak edilmeyi, burjuva ölçütlerle analize tabi tutulmayı hak edecek, değersiz bir deneyim asla değil. Onu ve eleştirisini bu türden sıfatlardan kurtarmak gerekiyor. Sovyetçilik de bu sıfatlarla yürütülen Sovyet eleştirisi de mücadeleye kesinlikle katkı sunmuyor. Sovyetler, önemli bir huruç olarak, yarının ipuçlarını kendi içinde barındırıyor. Onu kapitalizmin görmek istemedikleri üzerinden anlamak, bir sonuç üretmiyor. Dağılışını takip eden otuz yılın biriktirdiği tüm çer çöple mücadele, yarının hareketi ve mücadelesini aydınlatacağı için önemsenmeli.

Eren Balkır
3 Ağustos 2019

Dipnotlar:
[1] “Arjantin’den Hindistan’a Kadınların Gündemi”, Haz. Elif Görgü, 29 Temmuz 2019, Ekmek ve Gül.

[2] Mahnaz Hassaniyan, “4 Ülkede Mültecilik”, 25 Nisan 2017, EG.

[3] George Yancy, “Judith Butler Söyleşisi”, 10 Temmuz 2019, NYT; Türkçesi: Ayşe Yıldız, 22 Temmuz 2019, Independent.

[4] “Karl Marx to Arnold Ruge”, Mart 1843, MIA. Türkçesi: “Utanç”, İştirakî.