Sovyetler’in
dağılışının üzerinden yaklaşık otuz yıl geçti. Bu otuz yılı sol-sosyalist
hareket, devrimi örgütlemek ve devrime örgütlenmek için değerlendirmedi. Solun
bir bölümü, birilerine kendilerinin Sovyetler gibi olmadıklarını kanıtlamakla
geçirdi. Diğer bölümü ise otuz yıl boyunca Sovyetler’in varlığı ile kurulmuş
ilişkinin kapitalizm ve devletin ilerleyişi açısından faydalı olduğunu
kanıtlamak için uğraştı. İki yol aynı kavşakta birleşip ayrıştı.
* * *
Bugün
egemenlerin sesi olarak iş gören Netflix gibi ortamlarda, sosyalizmin dünya
genelinde yükselen prestijine yönelik saldırı örgütleniyor. Egemenler,
sosyalizmin ilgi gördüğünden bahsediyorlar, bu değerlendirmelerde Sovyetler’e
“kötü sosyalizm” olarak işaret ediliyor, ardından da dişe-damağa uygun bir
“sosyalizm” kurgulanıyor.
Bu
sosyalizm de otuz yıl boyunca Sovyetler konusunda dile getirilmiş eleştiriler
üzerinden tasavvur ediliyor. Herkese sosyalizm diye bu tasavvur sevdiriliyor.
Egemenler, tahammül edebilecekleri bir sosyalizmi bize sevdirmeye mecburlar.
Sol da buna teşne. O da sınıfa, halka değil, bireye sesleniyor, sosyalizmini
zihinde buna göre kurguluyor.
* * *
Sovyet
eleştirileri üç kelime üzerinden işlerlik kazanıyor: Özgür, açık ve
çeşitli.
Buna
göre Sovyetler, esas olarak baskıcı, kapalı ve düz/tek boyutlu olduğu için
eleştiriliyor. Egemenler, bu fikri ve pratiği sosyalistlere öğretiyor. Bu üç
ayaklı eleştiri, Sovyetler’i kapitalizmle aşmanın ideolojisi adına yapılıyor.
Veganizm,
feminizm, LGBT pratiği, tam da bu bağlamda sosyalist harekete nüfus edebiliyor.
Sosyalist hareketin devrim ve sosyalizm mücadelesi vermesi artık mümkün değil,
tüm ruhu ve bedeni esir alınmış durumda. Bu esaret, özgürlük naralarıyla
perdelenmek isteniyor. Sonuçta artık herkes, devrimi ve sosyalizmi değil,
rektumu, haz noktalarını merkeze koyarak düşünüp hareket ediyor.
* * *
Aslında
veganizm, feminizm, LGBT ideolojisi, bir yönüyle on dokuzuncu yüzyılın
başlarında gündeme gelen solculuğun yerini alıyor. Kentlerde oluşan işçi
kitlelerinin öfkesini soğurmak, sindirmek için piyasaya sürülen solcular,
yerlerini postmodern solculara bırakıyorlar.
Esasında
kapitalizm, ilk dönemde işçilerin, yoksulların ağzına bir parmak bal çalmak,
onların sırtını sıvazlamak, başlarını okşamak için küçük burjuva solcuları
piyasaya sürüyor. Benzer bir durum bugün de söz konusu. Tekeller, evlerindeki,
yataklarındaki ve mutfaklarındaki kölelerin başlarını okşama, sırtlarını
sıvazlama, ağızlarına bir parmak bal çalma işini solculara veriyorlar. Bugün
veganizmin, feminizmin ve LGBT ideolojisinin tekeller eliyle beslenip
büyütülmesini buradan anlamak gerekiyor.
* * *
Kapitalistlerin
ve tekellerin ayak işlerini gören küçük burjuva solcuların bir işi de topluma,
halka, sınıfa kopuş imkânlarını unutturmak. Bir sosyalizm tarif ediyorlar, bu
sosyalizm, kapitalizmin layıkıyla, eksiksiz, bütün olarak yaşanmasını şart
koşuyor.
Bir
öncü tanımlıyorlar, bu, misal, M. Kemal’e benziyor, Kemalizme benzetilen
Marksizme sonrasında “zaten onun gibi olamazsın, bari Kemalist ol” deniliyor.
Pazarlık yüksekten açılıp en aza razı geliniyor. İnsanları kendisine mecbur
etme çabası, farklı araçlarla ortaya konuluyor.
Benzer
bir hinlik, toplum ve tarih bağlamında da tekrarlanıyor. Ezilenler ve işçiler,
eksik, yarım, arızalı olduklarına ikna ediliyorlar. Bu boşluğa doluşan küçük
burjuvalar, burjuva efendileri adına tam, bütünlüklü, kusursuz liderler
oldukları yalanına inanan insanlar arayıp duruyorlar. Bu yalana inandırılan
insanlara bir süre sonra “abartmayın, ben de herkes gibiyim, küçük burjuvayım,
peşime düşmeseydiniz” diyorlar.
* * *
Aslında
mürtet, münafık ve kâfir olan insanlar, ancak bir şeyhle, imamla Müslüman
olabildiklerine inanıyorlar. Aynı durum sosyalistler için de geçerli. Küçüklü
büyüklü tüm burjuvazinin hayat pratiğini benimseyen fani kullara bir zamanlar
“devrim yapacağız” diyenler, sonrasında kurtarıcı olarak Ekrem İmamoğlu’nu
işaret edebiliyorlar.
Bir
gecede örgütün programatik hattı değişiyor, kimse sorgulamıyor. Bir günde
örgüt, düzen partisi sularına çekiliyor, kimse itiraz etmiyor. Aynı gün herkes,
şeflerin telinden söylüyor şarkıyı.
Devrim
ve sosyalizm mücadelesi ise sorguya, eleştiriye, teorik mücadeleye ihtiyaç
duyuyor. Bu mücadele, öznel varlığını bizatihi devrim ve sosyalizm zannedenler
eliyle sekteye uğratılıyor. O varlıksa haz ve çıkar küpünden başka bir şey
değil.
* * *
Sovyetler’e
“baskıcı” eleştirisi yapıp “özgürlük” diye bağıranlar, hareketi esaret altına
alıyorlar. Liberallerin uzun zamandır Marx’ta ve Marksizmde rahatsız edici
buldukları ne varsa sosyalistler onlara düşman ediliyor. Sosyalistler, bir
gecede “sosyal liberal” veya “özgürlükçü liberal” oluveriyor. Sosyalizm
mücadelesini sosyal demokratların ve liberallerin içi boş didişmesi
şekillendiriyor.
Sonuçta
bireye kapatılmış, birey merkezli siyaset, kendisini kolektife, harekete,
partiye göre inşa eden siyasete savaş açıyor. Egemenler, kendisine zarar
verecek fazlalığı, doğrudan sosyalistler eliyle buduyorlar. Bireyi aşan, aşmaya
meyilli, kolektifi, hareketi ve partiyi (parçalamayı) anlatan ne varsa imha
ediliyor.
* * *
Sovyetler’e
yönelik kapalılık eleştirisi, ilmihal dâhilinde, sosyalistlere ezberletiliyor,
cinsel, etnik vs. kimlikler, pazarın serbestliği ve açıklığı kapsamında anlam
kazanıyor. Sosyalistlere pazarı kutsamak öğretiliyor.
Ama
aynı kimlikler, kendisine kapalı bir evren oluşturuyorlar. Irkçı, Nazi,
neofaşist yapılarda görülen kendine kapalı çeteleşme, sosyalist hareketleri de
vuruyor. Herkes, kendisini “üstün ırk”, “üstün devrimci” gördüğü için,
ortaklaşmayı, yoldaşlaşmayı kabullenemiyor. Sonuçta Sovyetler’e yönelik
eleştiri zihinlere nakşediliyor, bir tür kapalılık eleştirisi yapılıyor,
açıklık önemseniyor, ancak hareket, kendinden menkul, kapalı, havada asılı
hücrelere kapatılıp tasfiye ediliyor. Onca kapalılık eleştirisi, kapalı, dar
cemaatler adına yürütülüyor.
* * *
Sovyetler’le
ilgili eleştirinin üçüncü ayağını ise çeşitlilik/renklilik meselesi
oluşturuyor. Bu eleştiri, sosyalistlere temel ilke olarak öğretiliyor. Pazara
iman eden küçük burjuva solcular, birer renk olarak yaşamayı içlerine
sindirebiliyorlar. Burjuva pazarında tezgâha dizilmeyi devrimci bir gelişme
olarak yutturmaya çalışıyorlar. “Artık insan yerine konuluyoruz, ciddiye
alınıyoruz, daha ne istiyorsunuz” diyerek tabanlarını kandırmaya devam
ediyorlar.
Doksanlarda
Sovyetler’den gelen ütüde marka bulunmuyor, üzerinde “ütü” yazıyor, alt
kısmında ise otuz yıldır değiştirilmemiş fiyat, soğuk damga olarak vurulmuş
hâlde görülüyor.
Solcuların
çok savundukları Fransız Devrimi öncesi Paris’te fiyatların sabitlenmesini
işçiler, serbest bırakılmasını köylüler ve liberaller talep ediyorlar. Sovyet
eleştirilerini, Sovyet sonrası dönemin teorisini ve pratiğini liberallerin
geleneği tayin ediyor. Amerikan ve Fransız devrimleri içi boşaltılarak
Sovyetler’in karşısına çıkartılıyor. O ütüye herkes düşman ediliyor.
* * *
Egemenler,
bireyin haz noktalarına üstünlük, yücelik, özgüllük, biriciklik atfederek
ilerliyor. Dolayısıyla herkes, dolaylı ve doğrudan, egemenlere örgütleniyor.
Sovyetler ve siyaset, rektuma ve hazza göre sigaya çekiliyor.
Aynı
liberal tutum, bir yandan kadını rahminden, analık vasfından, bağlarından
kurtaracağını söylüyor, bir yandan da “Hindistan’da kadınların daha çok
çalışmak için rahimlerini aldırmak zorunda kaldıklarından” söz ediyor.[1] Bugün
feminizm, tam da o kapitalizmin diliyle konuşuyor, onun yapmak istediğini
yapıyor. Kapitalizmin yaptıklarını bireyler şahsında kılıflandırmak, feminizme
düşüyor.
Aynı
tutum, “vatan da neymiş, özgür bireyler olun” diyor, ama öte yandan da “kendimi
hiçbir yere ait hissetmiyorum” diyen mültecinin mektubunu paylaşabiliyor.[2]
Yıllardır ait olma hissine küfreden, aidiyete düşman kesilen, mülkiyet adına
aidiyet bilincini gerilik olarak takdim eden kesimler, bir boşluğa dolmak, bir
ihtiyaç hâlini almak, seslenilmek istiyorlar ve sanki mültecilerin derdiyle
dertleniyorlarmış gibi yapıyorlar. Dertse, mülteciler üzerinden gelecek fonlara
kaşık sallamak.
Bu
açıdan Judith Butler, “kapitalizm eleştirisi içermeyen feminist yaklaşımlar bir
tür bireyselciliği üretir”[3] derken aslında yalan söylüyor, çünkü kapitalizm
ve devlet, esasen birey ve bireyselcilik temelinde/ölçüsünde eleştiriliyor,
ayrıca bu eleştiri, kapitalizm ve devlet karşıtı mücadeleye galebe çalıyor.
“Eğer
tüm bir millet gerçekte utanma nedir bilirse, sıçramaya hazırlanmak için yere
çöken bir aslan hâline gelir”[4] diyen Marx’a inat, utanmayı gericilik olarak
kodlayan bireyci eleştiri, o Avrupa kaynaklı fonlarla değirmenlerini
döndürüyorlar, aslanı kediye çevirip onun sıçramasına mani olmak istiyorlar.
O
fonlar besliyor veganizmi, feminizmi, LGBT ideolojisini. Şimdilerde bu
solcular, ellerini ovuşturup mültecilerle ilgili olarak akıtılacak fonları
utanma nedir bilmeden bekliyorlar. Bu insanların mültecilerin kara öfkesini
boğmakla görevli olduklarını, böyle bir görev verilmese bile bizatihi
kendilerinin onu icat edip üstleneceklerini anlamak için öyle allame-i cihan
olmaya gerek yok.
* * *
Sovyetler,
“özgür, açık ve çeşitli” gibi sıfatlarla idrak edilmeyi, burjuva ölçütlerle
analize tabi tutulmayı hak edecek, değersiz bir deneyim asla değil. Onu ve
eleştirisini bu türden sıfatlardan kurtarmak gerekiyor. Sovyetçilik de bu
sıfatlarla yürütülen Sovyet eleştirisi de mücadeleye kesinlikle katkı sunmuyor.
Sovyetler, önemli bir huruç olarak, yarının ipuçlarını kendi içinde
barındırıyor. Onu kapitalizmin görmek istemedikleri üzerinden anlamak, bir
sonuç üretmiyor. Dağılışını takip eden otuz yılın biriktirdiği tüm çer çöple
mücadele, yarının hareketi ve mücadelesini aydınlatacağı için önemsenmeli.
Eren Balkır
3
Ağustos 2019
Dipnotlar:
[1] “Arjantin’den Hindistan’a Kadınların Gündemi”, Haz. Elif Görgü, 29 Temmuz
2019, Ekmek ve Gül.
[2]
Mahnaz Hassaniyan, “4 Ülkede Mültecilik”, 25 Nisan 2017, EG.
[3]
George Yancy, “Judith Butler Söyleşisi”, 10 Temmuz 2019, NYT; Türkçesi: Ayşe Yıldız, 22 Temmuz 2019,
Independent.
[4]
“Karl Marx to Arnold Ruge”, Mart 1843, MIA. Türkçesi: “Utanç”, İştirakî.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder