Pages

03 Ağustos 2019

Post-rektum


Sovyetler’in dağılışının üzerinden yaklaşık otuz yıl geçti. Bu otuz yılı sol-sosyalist hareket, devrimi örgütlemek ve devrime örgütlenmek için değerlendirmedi. Solun bir bölümü, birilerine kendilerinin Sovyetler gibi olmadıklarını kanıtlamakla geçirdi. Diğer bölümü ise otuz yıl boyunca Sovyetler’in varlığı ile kurulmuş ilişkinin kapitalizm ve devletin ilerleyişi açısından faydalı olduğunu kanıtlamak için uğraştı. İki yol aynı kavşakta birleşip ayrıştı.

* * *

Bugün egemenlerin sesi olarak iş gören Netflix gibi ortamlarda, sosyalizmin dünya genelinde yükselen prestijine yönelik saldırı örgütleniyor. Egemenler, sosyalizmin ilgi gördüğünden bahsediyorlar, bu değerlendirmelerde Sovyetler’e “kötü sosyalizm” olarak işaret ediliyor, ardından da dişe-damağa uygun bir “sosyalizm” kurgulanıyor.

Bu sosyalizm de otuz yıl boyunca Sovyetler konusunda dile getirilmiş eleştiriler üzerinden tasavvur ediliyor. Herkese sosyalizm diye bu tasavvur sevdiriliyor. Egemenler, tahammül edebilecekleri bir sosyalizmi bize sevdirmeye mecburlar. Sol da buna teşne. O da sınıfa, halka değil, bireye sesleniyor, sosyalizmini zihinde buna göre kurguluyor.

* * *

Sovyet eleştirileri üç kelime üzerinden işlerlik kazanıyor: Özgür, açık ve çeşitli.

Buna göre Sovyetler, esas olarak baskıcı, kapalı ve düz/tek boyutlu olduğu için eleştiriliyor. Egemenler, bu fikri ve pratiği sosyalistlere öğretiyor. Bu üç ayaklı eleştiri, Sovyetler’i kapitalizmle aşmanın ideolojisi adına yapılıyor.

Veganizm, feminizm, LGBT pratiği, tam da bu bağlamda sosyalist harekete nüfus edebiliyor. Sosyalist hareketin devrim ve sosyalizm mücadelesi vermesi artık mümkün değil, tüm ruhu ve bedeni esir alınmış durumda. Bu esaret, özgürlük naralarıyla perdelenmek isteniyor. Sonuçta artık herkes, devrimi ve sosyalizmi değil, rektumu, haz noktalarını merkeze koyarak düşünüp hareket ediyor.

* * *

Aslında veganizm, feminizm, LGBT ideolojisi, bir yönüyle on dokuzuncu yüzyılın başlarında gündeme gelen solculuğun yerini alıyor. Kentlerde oluşan işçi kitlelerinin öfkesini soğurmak, sindirmek için piyasaya sürülen solcular, yerlerini postmodern solculara bırakıyorlar.

Esasında kapitalizm, ilk dönemde işçilerin, yoksulların ağzına bir parmak bal çalmak, onların sırtını sıvazlamak, başlarını okşamak için küçük burjuva solcuları piyasaya sürüyor. Benzer bir durum bugün de söz konusu. Tekeller, evlerindeki, yataklarındaki ve mutfaklarındaki kölelerin başlarını okşama, sırtlarını sıvazlama, ağızlarına bir parmak bal çalma işini solculara veriyorlar. Bugün veganizmin, feminizmin ve LGBT ideolojisinin tekeller eliyle beslenip büyütülmesini buradan anlamak gerekiyor.

* * *

Kapitalistlerin ve tekellerin ayak işlerini gören küçük burjuva solcuların bir işi de topluma, halka, sınıfa kopuş imkânlarını unutturmak. Bir sosyalizm tarif ediyorlar, bu sosyalizm, kapitalizmin layıkıyla, eksiksiz, bütün olarak yaşanmasını şart koşuyor.

Bir öncü tanımlıyorlar, bu, misal, M. Kemal’e benziyor, Kemalizme benzetilen Marksizme sonrasında “zaten onun gibi olamazsın, bari Kemalist ol” deniliyor. Pazarlık yüksekten açılıp en aza razı geliniyor. İnsanları kendisine mecbur etme çabası, farklı araçlarla ortaya konuluyor.

Benzer bir hinlik, toplum ve tarih bağlamında da tekrarlanıyor. Ezilenler ve işçiler, eksik, yarım, arızalı olduklarına ikna ediliyorlar. Bu boşluğa doluşan küçük burjuvalar, burjuva efendileri adına tam, bütünlüklü, kusursuz liderler oldukları yalanına inanan insanlar arayıp duruyorlar. Bu yalana inandırılan insanlara bir süre sonra “abartmayın, ben de herkes gibiyim, küçük burjuvayım, peşime düşmeseydiniz” diyorlar.

* * *

Aslında mürtet, münafık ve kâfir olan insanlar, ancak bir şeyhle, imamla Müslüman olabildiklerine inanıyorlar. Aynı durum sosyalistler için de geçerli. Küçüklü büyüklü tüm burjuvazinin hayat pratiğini benimseyen fani kullara bir zamanlar “devrim yapacağız” diyenler, sonrasında kurtarıcı olarak Ekrem İmamoğlu’nu işaret edebiliyorlar.

Bir gecede örgütün programatik hattı değişiyor, kimse sorgulamıyor. Bir günde örgüt, düzen partisi sularına çekiliyor, kimse itiraz etmiyor. Aynı gün herkes, şeflerin telinden söylüyor şarkıyı.

Devrim ve sosyalizm mücadelesi ise sorguya, eleştiriye, teorik mücadeleye ihtiyaç duyuyor. Bu mücadele, öznel varlığını bizatihi devrim ve sosyalizm zannedenler eliyle sekteye uğratılıyor. O varlıksa haz ve çıkar küpünden başka bir şey değil.

* * *

Sovyetler’e “baskıcı” eleştirisi yapıp “özgürlük” diye bağıranlar, hareketi esaret altına alıyorlar. Liberallerin uzun zamandır Marx’ta ve Marksizmde rahatsız edici buldukları ne varsa sosyalistler onlara düşman ediliyor. Sosyalistler, bir gecede “sosyal liberal” veya “özgürlükçü liberal” oluveriyor. Sosyalizm mücadelesini sosyal demokratların ve liberallerin içi boş didişmesi şekillendiriyor.

Sonuçta bireye kapatılmış, birey merkezli siyaset, kendisini kolektife, harekete, partiye göre inşa eden siyasete savaş açıyor. Egemenler, kendisine zarar verecek fazlalığı, doğrudan sosyalistler eliyle buduyorlar. Bireyi aşan, aşmaya meyilli, kolektifi, hareketi ve partiyi (parçalamayı) anlatan ne varsa imha ediliyor.

* * *

Sovyetler’e yönelik kapalılık eleştirisi, ilmihal dâhilinde, sosyalistlere ezberletiliyor, cinsel, etnik vs. kimlikler, pazarın serbestliği ve açıklığı kapsamında anlam kazanıyor. Sosyalistlere pazarı kutsamak öğretiliyor.

Ama aynı kimlikler, kendisine kapalı bir evren oluşturuyorlar. Irkçı, Nazi, neofaşist yapılarda görülen kendine kapalı çeteleşme, sosyalist hareketleri de vuruyor. Herkes, kendisini “üstün ırk”, “üstün devrimci” gördüğü için, ortaklaşmayı, yoldaşlaşmayı kabullenemiyor. Sonuçta Sovyetler’e yönelik eleştiri zihinlere nakşediliyor, bir tür kapalılık eleştirisi yapılıyor, açıklık önemseniyor, ancak hareket, kendinden menkul, kapalı, havada asılı hücrelere kapatılıp tasfiye ediliyor. Onca kapalılık eleştirisi, kapalı, dar cemaatler adına yürütülüyor.

* * *

Sovyetler’le ilgili eleştirinin üçüncü ayağını ise çeşitlilik/renklilik meselesi oluşturuyor. Bu eleştiri, sosyalistlere temel ilke olarak öğretiliyor. Pazara iman eden küçük burjuva solcular, birer renk olarak yaşamayı içlerine sindirebiliyorlar. Burjuva pazarında tezgâha dizilmeyi devrimci bir gelişme olarak yutturmaya çalışıyorlar. “Artık insan yerine konuluyoruz, ciddiye alınıyoruz, daha ne istiyorsunuz” diyerek tabanlarını kandırmaya devam ediyorlar.

Doksanlarda Sovyetler’den gelen ütüde marka bulunmuyor, üzerinde “ütü” yazıyor, alt kısmında ise otuz yıldır değiştirilmemiş fiyat, soğuk damga olarak vurulmuş hâlde görülüyor.

Solcuların çok savundukları Fransız Devrimi öncesi Paris’te fiyatların sabitlenmesini işçiler, serbest bırakılmasını köylüler ve liberaller talep ediyorlar. Sovyet eleştirilerini, Sovyet sonrası dönemin teorisini ve pratiğini liberallerin geleneği tayin ediyor. Amerikan ve Fransız devrimleri içi boşaltılarak Sovyetler’in karşısına çıkartılıyor. O ütüye herkes düşman ediliyor.

* * *

Egemenler, bireyin haz noktalarına üstünlük, yücelik, özgüllük, biriciklik atfederek ilerliyor. Dolayısıyla herkes, dolaylı ve doğrudan, egemenlere örgütleniyor. Sovyetler ve siyaset, rektuma ve hazza göre sigaya çekiliyor.

Aynı liberal tutum, bir yandan kadını rahminden, analık vasfından, bağlarından kurtaracağını söylüyor, bir yandan da “Hindistan’da kadınların daha çok çalışmak için rahimlerini aldırmak zorunda kaldıklarından” söz ediyor.[1] Bugün feminizm, tam da o kapitalizmin diliyle konuşuyor, onun yapmak istediğini yapıyor. Kapitalizmin yaptıklarını bireyler şahsında kılıflandırmak, feminizme düşüyor.

Aynı tutum, “vatan da neymiş, özgür bireyler olun” diyor, ama öte yandan da “kendimi hiçbir yere ait hissetmiyorum” diyen mültecinin mektubunu paylaşabiliyor.[2] Yıllardır ait olma hissine küfreden, aidiyete düşman kesilen, mülkiyet adına aidiyet bilincini gerilik olarak takdim eden kesimler, bir boşluğa dolmak, bir ihtiyaç hâlini almak, seslenilmek istiyorlar ve sanki mültecilerin derdiyle dertleniyorlarmış gibi yapıyorlar. Dertse, mülteciler üzerinden gelecek fonlara kaşık sallamak.

Bu açıdan Judith Butler, “kapitalizm eleştirisi içermeyen feminist yaklaşımlar bir tür bireyselciliği üretir”[3] derken aslında yalan söylüyor, çünkü kapitalizm ve devlet, esasen birey ve bireyselcilik temelinde/ölçüsünde eleştiriliyor, ayrıca bu eleştiri, kapitalizm ve devlet karşıtı mücadeleye galebe çalıyor.

“Eğer tüm bir millet gerçekte utanma nedir bilirse, sıçramaya hazırlanmak için yere çöken bir aslan hâline gelir”[4] diyen Marx’a inat, utanmayı gericilik olarak kodlayan bireyci eleştiri, o Avrupa kaynaklı fonlarla değirmenlerini döndürüyorlar, aslanı kediye çevirip onun sıçramasına mani olmak istiyorlar.

O fonlar besliyor veganizmi, feminizmi, LGBT ideolojisini. Şimdilerde bu solcular, ellerini ovuşturup mültecilerle ilgili olarak akıtılacak fonları utanma nedir bilmeden bekliyorlar. Bu insanların mültecilerin kara öfkesini boğmakla görevli olduklarını, böyle bir görev verilmese bile bizatihi kendilerinin onu icat edip üstleneceklerini anlamak için öyle allame-i cihan olmaya gerek yok.

* * *

Sovyetler, “özgür, açık ve çeşitli” gibi sıfatlarla idrak edilmeyi, burjuva ölçütlerle analize tabi tutulmayı hak edecek, değersiz bir deneyim asla değil. Onu ve eleştirisini bu türden sıfatlardan kurtarmak gerekiyor. Sovyetçilik de bu sıfatlarla yürütülen Sovyet eleştirisi de mücadeleye kesinlikle katkı sunmuyor. Sovyetler, önemli bir huruç olarak, yarının ipuçlarını kendi içinde barındırıyor. Onu kapitalizmin görmek istemedikleri üzerinden anlamak, bir sonuç üretmiyor. Dağılışını takip eden otuz yılın biriktirdiği tüm çer çöple mücadele, yarının hareketi ve mücadelesini aydınlatacağı için önemsenmeli.

Eren Balkır
3 Ağustos 2019

Dipnotlar:
[1] “Arjantin’den Hindistan’a Kadınların Gündemi”, Haz. Elif Görgü, 29 Temmuz 2019, Ekmek ve Gül.

[2] Mahnaz Hassaniyan, “4 Ülkede Mültecilik”, 25 Nisan 2017, EG.

[3] George Yancy, “Judith Butler Söyleşisi”, 10 Temmuz 2019, NYT; Türkçesi: Ayşe Yıldız, 22 Temmuz 2019, Independent.

[4] “Karl Marx to Arnold Ruge”, Mart 1843, MIA. Türkçesi: “Utanç”, İştirakî.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder