Altmışlarda ABD’de emeğin ve özgürlük hareketlerinin elindeki gücü sermayenin efendilerine teslim eden kapitalist bir darbe gerçekleşti. O günden beri politikanın yönü, sadece sağa dönük.
Polisin askerîleştirilmesiyle resmî mantığa karşı bağrında
devrimci eğilimler geliştirmesi muhtemel olan halk, toplu hâlde hapse tıkıldı.
Sadece tek efendiye, sermayeye hizmet eden muhalif politik partiler
aracılığıyla bir tür sahte demokrasi temsili sergilendi.
Batılı
yurttaşlar olarak “bizler”in bugüne nasıl geldiğimizle ilgili tüm gerçeklerin
üzerini bile bile örtüyorlar. Popülizm ve ekonomik kaygı gibi açıklama amaçlı
terimler, esasen acımasız gerçekleri gizlemek için devreye sokuluyorlar.
Kurtuluşun dili ve sahip olduğu toplumsal boyutlar, sınıf savaşında karşı
tarafın elinde bir tür silâha dönüşüyor. Kapitalizme karşıymış gibi görünen
özgürlük hareketleri, kapitalizmin sınırlarına mahkûm oluyorlar ve uygun bir
kıvam kazanıyorlar. Söz konusu hareketler, oligarkların insanlık tarihinde
görülebilecek en büyük hırsızlık dâhilinde servetin büyük bir bölümünü cebe
indirdikleri bir dönemde, dikkatleri başka yöne çekmek gibi bir işlev
görüyorlar.
Altmışlardaki
kadınların özgürlüğü hareketleri ardından kadına ve erkeğe eşit ücret verilmesi
talebi, onu salt “kadının meselesi” hâline getirmek adına, sınıf mücadelesinden
kopartıldı. ABD’de kadın işçiler, uzun zamandan beri denk işler yapmalarına
karşın, erkeklerden daha az para alıyorlardı. Yetmişlerde kadınların yoğun
biçimde (ücretli) işgücü piyasasına yeniden girmeye başlamasıyla birlikte bu
cinsiyetler arası ücret açığını kapatmaya dönük liberal çabalar ortaya konuldu.
Fakat liberalizmin verili çerçevesi, emeğin sınıfsal açıdan sahip olduğu nispi
konumun veya işçi sınıfına mensup kadınların yaşam standartlarının
yükseltilmesi meselesini asla kapsamıyordu.
Patriyarka
terimi, sündürülüp her şeyi izah eden bir içeriğe kavuşturulduğu ölçüde emekle
ilgili meselelerin ötesine uzanıyor. Dolayısıyla özgürlük mücadelesinin
üzerinde durduğu asıl soru şu oluyor: ekonomik iktidarın dışında güç,
patriyarkanın ötesinde nasıl yeniden dağıtılabilir? Ücretli emek, kapitalist
şemada nispeten düşük bir mevkie sahip. Eldeki kanıtların da ortaya koyduğu
biçimiyle, eşit işe eşit ücret mücadelesi, oligarkların ve şirket yöneticilerin
yüklü miktarda zenginliğe el koyduğu bir dönemde sahneye çıktı. Sınıfsal
konumları üzerinden birçok kadın, ekonomideki paylarının servetin
yukarıdakilerin elinde toplaşmasıyla azaldığını gördü.
Bu
gelişmenin sistemle alakalı niteliğini bir analoji üzerinden görmek mümkün.
Büyük bölümü erkek olan imalat sektörü işçilerinin yerine düşük ücret ödenen
veya ödenmeyen yabancı işçilerin çalıştırılmasını sağlamak suretiyle NAFTA ve
onu takip eden “ticaret” anlaşmaları, imalat sektörü işçileri bağlamında
ücretleri düşürdüler, pazarlık gücünü kırdılar, iş güvencesinin zeminini
ortadan kaldırdılar ve yaşam standartlarını aşağıya çektiler. Çalışma yaşındaki
erkekler işyerlerini terk ederlerken onların yerini kadınlar aldı. Erkeklere
verilen ücretlerin dondurulduğu veya düşürüldüğü bir dönemde kadınlara verilen
ücretler arttı (aşağıdaki grafik). Cinsiyet mücadelesi çerçevesi dâhilinde
kadınlar ciddi bir ilerleme sağlarlarken erkekler çok şey yitirdiler. Bunun
dışında, daha genel bir değerlendirme dâhilinde Amerikan işçi sınıfının
ekonomik açıdan yıkıma uğradığını söylemek lazım.
Merkezde
duran, erkek emeği idi, bu sebeple eşit işe eşit ücret talebi gündeme geldi.
Oysa bu talep, tümüyle kapitalist toplumsal ilişkiler çerçevesinde
biçimlenmişti. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD hükümeti savaşa yönelik
çalışmalar kapsamında fabrikalara doluşturulan kadınları iş bırakmaya zorladı,
zira cepheden dönecek askerlere iş sahası açmak istiyordu. Yani savaş
faaliyetleri durma noktasına geldikçe işgücü fazlası oluşmuştu. Yetmişlerde
kadınların işgücü piyasasına yeniden girdiği dönemde kapitalizm, yetki ve
güçten mahrum işçilerin sırtından elde ettiği kârları artıracak bir hamle
yaptı. Mevcut işgücü fazlası karşısında işgücü arzında yaşanan artış, işçi
sendikalarının ezilmesi noktasında çok önemli bir rol oynadı.
İkinci
Dünya Savaşı’nın sona erdiği dönemden kadınların işgücü piyasasına girdiği
yıllara dek uzanan dönem, daha net bir ifadeyle, 1953-1974 arası dönemde aile
geliri yüzde 70 arttı (aşağıdaki grafik). 1975-2017 arası dönemde ise birkaç
yıl boyunca ikiden fazla kişinin gelir getirdiği ailelerin oranı yüzde 33’e
çıktı. Bu dönemde işçilerin eline geçenlerde ciddi bir düşüş yaşandı. Söz
konusu düşüşün sebebi, erkeklerden daha az üreten kadınlar değildi, bugün
olduğu gibi o gün de kadınlar erkekler kadar üretkendi. 1975’ten sonra
kapitalistler, Amerikalı işçilere ürettiklerine kıyasla daha düşük ücret vermek
amacıyla bir dizi stratejiyi devreye soktular. Erkek işçilerle kadın işçileri
karşı karşıya getirmek suretiyle, işgücü arzını artırmak, bu stratejilerden birisiydi.
Yetmişlerdeki
kapitalist darbenin amacı, emeği güçsüzleştirmek, o gücü zenginlere vermek,
böylelikle zenginlerin emeğin ürünlerinin önemli bir kısmı konusunda hak talep
etmesini sağlamaktı. Zenginler bu noktada başarılı olmuşlardı. Kadınların
işgücüne yeniden dâhil olduğu dönemde emeğin üretkenliği artmaya devam etti
(aşağıdaki grafik). Fakat kapitalist sınıf ve şirket yöneticileri, tüm bu
artışları kendi ceplerine indirmeyi bildiler. Kapitalizm açısından kadının
sınıfsal konumu ve aldığı nispi ücretti kadınları cazip kılan, sahip oldukları
cinsiyet değil.
Bu,
önemle üzerinde durulması gereken bir ayrım aslında. Dolayısıyla günümüzde
sürmekte olan, ırka, cinsiyete ve kimliğe dair meselelerin sınıf mücadelesince
bütünüyle kapsanamayacağını dolayısıyla tam olarak ele alınamayacağını söyleyen
sınıf indirgemeciliği ile ilgili görüş, anti-politik bir görüştür. Bu anlamda,
bünyesinde geliştiği liberal çerçeve dâhilinde haklı ve doğru olan eşit işe
eşit ücret mücadelesinin, kadınla erkeğe aynı ücretin verilmesi ile ilgili
mücadelenin, işçi sınıfının ekonomik çıkarlarını etkileyen gelir ve servetin
dağılımı meselesiyle bir alakası yoktur. Kapitalist politik ekonomi dâhilinde
lokalize edilmiş olan eşitliğe ulaşma mücadelesi ve bu temelde yürütülen
özgürlük mücadelesi, bugüne dek oligarşinin politik ve ekonomik iktidarı ele
geçirmesini kolaylaştırmak, süreci hızlandırmak için kullanılmıştır. Sonuçta
oligarşi, ulaşamadığı gücü ancak kendi çıkarları ile ilişkisi dâhilinde ele
almaktadır.
Kapitalist
istihdamın özgürleştirme becerisine sahip olduğuna dair burjuva fantezileri,
refah teolojisinin fantezilerine benzer. Sonuçta refah teolojisi de toplumsal
tarihi bir kenara atıp ekonomik sınıfın yerine kişiyle yüce güç arasındaki
şahsî ilişkiyi koyar. Bir bilim insanı veya bir avukata dokuz işçi düşer,
bunlar da fast food restoranlarının patates kızartması reyonlarında veya eczane
zincirlerinde kasiyer olarak çalışırlar. Birçok insan, sırf çalışmak zorunda
olduğu için çalışmaktadır. Bu, ücretli işgücü piyasasına giren birçok kadın
için de geçerlidir.
Bir
şok yaşamasınlar diye kadınlar, ücretli işgücü piyasasına girmezden önce işlere
girmişlerdir. Ücretli ve ücretsiz emek arasındaki ayrım, esasında kapitalist
emek ve diğer emek biçimleri arasındadır. Asıl mesele, “iş”in liberallerin
iddiasının aksine özgürleştirici olmamasıdır. Para, düzenli yemek yemek, evde
yaşamak ve sosyal katılım için bir önkoşul hâline geldiği noktada iş için ücret
ödenmektedir. Sistem bağlamında kapitalistler, kontrol ettikleri, gerekli
şartları yerine getirecek toplumsal mücadeleyi tanımladıkları bir dünya inşa
etmişlerdir. Eşit işe eşit ücret talebi, tümüyle kapitalist toplumsal ilişkiler
bağlamında şekillenmiştir.
Bir
analojiye başvuracak olursak; yardımsever kapitalistler, çiftçilerin yaşam
standartlarını yükseltiyorlar ama diğer yandan da onların rızıklarını yarıya
indiriyorlar. Ücretlendirilmiş işin ona ödenen tutara yaptığı katkı üzerinden
bir ailenin beslenmesi için gerekli paranın yarısı kazanıldığında, bir ailenin
boğazından lokma geçsin diye yeterli ürün yetiştirme pratiğinin gayrisafi
yurtiçi hâsılaya hiçbir katkısı olmuyor (GSYİH için gelir ölçüsü).
Neoliberalizmin ve küreselleşmenin “gelişmekte olan ülkeler”de yaşam
standartlarını yükselttiğine ilişkin sürekli dillendirilen iddialar, esasen
ekonomiyle alakalı bu türden zırvalara dayanıyor. Politik bir anlama sahip bu
türden bir ayrım, temelde “gelişmiş ülkeler” için de geçerli.
Kadınların
ücretli işgücü piyasasına girmek isteyip istemedikleri sorusu, ancak çalışma
zorunluluğu ortadan kaldırıldığında cevaplanabilir. Aksi takdirde bu soru,
“bıçakla mı yoksa tabancayla mı öldürülmek istersin?” sorusuna benzeyecektir.
Çalışmayla ilgili soru, cevaplanması mümkün olan bir sorudur, bu noktada birçok
insan iyimser bir yaklaşım içindedir.
1970’ten
beri Batı’da politik ekonominin yaslandığı felsefeyi üreten ve biçimlendiren
kapitalizmdir. Oligarklara ve şirket yöneticilerine toplumu uygun gördükleri
şekilde organize edebilmeleri noktasında belirli bir serbestiyet
bahşedilmiştir. Sonuçta bu insanlar, kendilerine verilen yetki ve gücü, her
şeyi cebe indirmek için kullanmışlardır.
Daha
kapsamlı bir ifadeyle, bunlar, Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” dediği
süreç üzerinden, dünyayı kendilerine benzetmişlerdir. Amazon’un sahibi Jeff
Bezos’un dünyası, onun gibi bir dünyadır.
Sosyalizmden
dem vuralım, yetmişlerde yanlış yola giren otomobili tekrar doğru yola sokma
imkânı konusunda iyimserliğimizi besleyip duralım ama şunu da bilelim:
meselenin özünde değişen hiçbir şey yok.
Savaş
hâlâ kâr getiren bir iştir, çevre hâlen daha krizdedir, hâlâ daha aynı insanlar
işbaşındadır ve sınıf savaşı bugün de iki parti üzerinden yürütülmektedir.
Yalvarıp durmak kimseyi politik kurtuluşa götürmez. Güç, karşısında bir güç
bulmak ister. Gerisi hüsnükuruntudan ibarettir.
Rob Urie
8 Mart 2019
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder