Pages

12 Şubat 2019

İran Devrimi Kırk Yaşında


İran Devrimi Kırk Yaşında:
Bilmek İçin Cüretin, Eyleme Geçmek İçin Cesaretin Olsun!

1972’de Çin Başbakanı Zhou Enlai’ye, “Fransız Devrimi’nin ne tür etkileri olmuştur?” diye sorulunca o da “bir şey söylemek için henüz daha erken” diyor. Bu aktarılan hikâye doğru mudur bilinmez ama ben, başbakanın o efsanevî cevabının hâlen daha tarihsel açıdan uygun olduğu kanaatindeyim. Devrimlerin yapıp ettikleri, yanlışları veya başarıları, bıraktıkları kalıcı etkiler, soyut ve somut kazanımları çoğunlukla birbiriyle çelişen ifadeler dâhilinde aktarılmaktadır. Gerçeğin ne olduğunu tespit etmekse her daim güç bir iştir.

1979 İran Devrimi, bu konuda asla istisna teşkil etmemektedir. İranlılar, bugün devrimin kırkıncı yıldönümüne tanıklık ediyorlar ve bu tanıklık, ülkenin hem taşrasında hem de kentlerinde işitilen pişmanlık ifadeleriyle birlikte gerçekleşiyor. Bu sesler, büyük şehirler kadar küçük kasaba ve köylerin sokaklarında işitiliyor, hem mazlumların hem de zengin sınıfların ağzında benzer ifadelere dönüşüyor. Söz konusu hoşnutsuzluk, sürgündeki medya organlarında makes buluyor, aynı zamanda onlar eliyle besleniyor. Amerika ve Avrupa’daki Fars televizyonları, radyolar, devrimin gerçekleşmiş olması sebebiyle hâlen daha yas tutuyorlar ve önceki rejimi alabildiğine romantize ediyorlar. Bu yayınlar, yolsuzluklardan, baskılardan, kültürel ve toplumsal yabancılaşmadan, cinsel ve etnik ayrımcılıktan, ekonomik güçlüklerden ve bölgedeki istikrarsızlaşmadan dem vuruyorlar. Elbette her sene devrimin yıldönümünde rejimin daha ne kadar yaşayacağı sorusu gündeme geliyor ki bu sorunun devrimin kendisi kadar eski olduğunu söylemek lazım.

Söz konusu şikâyetler, bilhassa toplumsal eşitsizliklerdeki derinleşme ve yolsuzluk meselesiyle ilgili şikâyetler, tabii ki meşru. Hiçbir şey sır değil. İran meclisinin her bir oturumunda bu meseleler tartışılıyor, gazeteler ve yayın yönetmenlerinin elinden çıkan makalelerde hep bu konulardan bahsediliyor. Tüm bu tartışmalarda aydınlar, uzmanlar, hükümet yetkilileri ve milletvekilleri, hâlen daha devrimci söylemin sahip olduğu kudrete atıfta bulunuyorlar ve gündelik hayatta karşılaşılan gerçeklerle devrimin vaatleri arasında mevcut olan ve giderek derinleşen uçuruma işaret ediyorlar. Bir zamanlar en güçlü isimlerden biri olan, Uzmanlar Meclisi başkan yardımcılığını yapan, 1981’de suikasta kurban gidene dek Yüksek Mahkeme Başkanı olarak görev yapan Muhammed Hüseyin Beheşti’nin servetin, en düşük ve en yüksek gelir arasındaki oran üçte bir olacak şekilde dağıtılması hedefini belirlemesinin üzerinden bu yana çok uzun zaman geçti. Bu eşitlikçi söylem, hâlen daha canlı ama hayatın gerçeklerine denk düşmeyen, basit bir slogandan ibaret şimdilerde.

Tüm söylenenlerde haklılık payı var tabii. Lâkin şahın o otokratik idaresine son vermiş, İran’ı yeniden bölge gücü hâline getirmiş, ülkeyi canlı, hakları gören, katılımcı ve her meseleye müdahil olan bir topluma dönüştürmüş olan devrimci dönüşümdeki aklı sorgulamak ille de gerekli mi? Bir vakitler dünyanın en büyük beşinci ordusunu çıplak elleriyle devirip yalınayak yürüyen o devrimci irade, İran’ı uyandırmış, bu uyanış bugüne dek milletin kolektif bilincini biçimlendirmiştir. Söz konusu bilinç varlığını, farklı muhalefet ve yurttaş faaliyeti biçimleri dâhilinde hâlâ sürdürüyor.

İran’da devrim, Batı’daki entelektüel mahfillerde devrim fikrine şüpheyle yaklaşıldığı bir dönemde gerçekleşti. Avrupa Solu’nun Sovyet ve Çin deneyimleri karşısında yaşadıkları hayal kırıklığı ve bu solun 1968 sonrası devrimci bir harekâtı başlatamaması, ütopya ve devrim fikirlerinin totaliterizm ile terör dönemi ile eşanlamlı hâle gelmesi için gerekli zemini sağladı. O dönemde inancını yitirmiş olan Avrupa Solu, terörün devrimin doğasından kaynaklanan bir özellik, toplumun radikal dönüşümünün ise anlamsız bir ütopya olduğunu söyleyen liberallerin korosuna katılmıştı.

İran Devrimi ise dünyada siyasetin eksenini Doğu-Batı karşıtlığından çıkartıp Güney-Kuzey arasındaki mücadelelere doğru evrilten, Afrika, Asya ve Karayipler’deki sömürgecilik sonrası direniş hareketleriyle ortak bir ruhu paylaşıyordu. O, dünyadaki diğer birçok devrim gibi, milletlerin kendi kaderini tayin hakkına destek sunmaya çalışıyor, bu desteği de emperyalist dünya düzeninin ayakta kalmasını sağlayan küresel politik ve ekonomik hiyerarşilerin yeniden düzenlenmesini sağlamak suretiyle veriyordu. İran Devrimi, Michael Manley’nin Jamaika’sında, Sukarno’nun Cakarta’sında, Cape Town’dan Kahire’ye, Managua’dan Manila’ya birçok yerde yaşayan ezilenleri kuşatan ruhun tecessüm etmiş hâli idi. İranlılar, adil bir dünyayı inşa edebileceklerine dair bir düş gördüler. İran’da tüm milleti kuşatan bu ruha, zamana direnen, insanların söz, yetki ve karar sahibi olmasını öngören bir anlayış eşlik etti. Bugün kırkıncı yıldönümünü kutlayan, işte bu anlayış. Devrimci hareketin sergilediği cesaret, devrimin çarklarını döndüren korkusuzluk, kitlelerin uğruna mücadele ettikleri o haysiyet, tarih yapan yürüyüşlerde ve grevlerde karşılık bulan kararlılık, hep birlikte yeni bir millet yarattı ve bu millet, o yürekliliğini, yaratıcılığını ve özgüvenini sergilemeye bugün de devam ediyor.

Kırk yıl önce emperyalizm, sömürgecilik, kapitalizm ve bireycilik, insanların büyük bir kısmının aşılmasını istedikleri hususlardı. Adalet, eşitlik, hakkaniyet, katılımcı yönetim, hayalperestleri ve her şeyden mahrum bırakılmış olan kitleleri fikri düzeyde birbirinden ayıran unsurlar değillerdi. Bugün devrimin dili, demode ve eskiymiş geliyor kulaklara. Devrim karşıtı propagandanın neoliberal hiyerarşinin dünya üzerinde tesis ettiği ağdan beslenen, kontrollü, bölük pörçük modernleşmeden beslenen devrim karşıtı propaganda ve tüm o endüstri, birçok insanın İran Devrimi’ne ve Güney’deki diğer radikal politik deneylere dair düşüncelerine galebe çalıyor. Bugün devrim, genelde zaten tarihin sonuna erişmiş olan dünyayı yeniden biçimlendirmek için çabalayanların giriştikleri çocukça bir uğraş olarak görülüyor. Bunlar, hepimize elimizdekilerle yetinmemizi telkin ediyorlar.

Kırk yıl önce İranlılar, Alman felsefeci Walter Benjamin’in devrim tarifini somutlaştırdılar, ihtimallerle yüklü göğe doğru yükseldiler ve belirsizlikler dünyasına, maliyeti yüksek bir sıçrama gerçekleştirdiler. Kırk yıl sonra sürgündeki İranlıların kurdukları medya, o muazzam sermayesiyle birlikte, çıkarları devrimle zedelenmiş olan emperyalist güçlerle el ele, devrim öncesi günlerin ihtişamlı ve şanlı olduğuna dair bir nostalji imal ediyor. Kendi milletini ağır adımlarla ama kararlı bir biçimde büyük medeniyetin eşiğine getirmekte olan otokratik bir krallığın antik çağlardaki görkemine yeniden ulaşmak üzere olduğundan bahsediliyor ama bu ilerleyişin milletin başı öne eğik, gözleri kapalı, ağzı kilitli şekilde, itaatkâr bir sürü misali yaşamasıyla mümkün olduğu üzerinde hiç durulmuyor.

Bugün İran’da sivil toplumun yaşadığı canlanma, kadınların kamusal alanda büyük bir yere sahip olması, sinemada usta işi filmlerin üretilmesi, sanat ve fikir alanında örnek teşkil edilecek işlere imza atılması ve bu yönde güçlü ağların teşkil edilmesi, devrime rağmen değil, devrim sayesinde gerçekleşmiş gelişmelerdir. Devrim, insanların dünyayı görme biçimlerini köklü bir biçimde dönüştürmüş, onların kendileriyle ve başkalarıyla ilişkilerini, hakları ve sorumlulukları anlama biçimlerini değiştirmiş, iktidarın yaptıkları ve yapmadıkları konusunda hesap vermesini sağlamıştır. Hiç şüphe yok ki İranlıların kırk yıl önce gerçekleştirdikleri sıçrama, onları terör dönemi, savaş, uluslararası planda yaşanan politik gerginlikler ve ülkeyi harap eden yaptırımlar gibi tehlikelerle dolu bir yolu sokmuştur. Bu yıldönümü, esasen, cesaretin ve haysiyetin yükünü korkuyu ve itaati iş edinmiş kişilerin çekemeyeceğine inanmış, bugün de inanmaya devam edenlere aittir.

Behruz Gamari Tebrizi
12 Şubat 2019
Kaynak

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder