Kürd’e mızraklar ne vakit doğrultulsa, ağza bir parmak
bal, illaki çalınıyor.
Trump, aylar önce “herkes satsa bile ben satmam.
Kürdleri unutmayacağım” mealinde sözler sarf ediyordu. Herkes “Aa ‘Kürd’ dedi!”
diye seviniyor, ama sözün arkasındaki saldırı hazırlıklarını görmüyordu. Ya da
biz görmediklerini zannediyoruz. İçimizi bu zan ferahlatıyor bir bakıma. Herkes
her şeyi biliyor oysa.
Sarah Jessica Parker’ın eline Demirtaş’ın kitabı
verilmesi de bir PR çalışması. Buna bile sevinecek bir derin çaresizlik
içerisindeyiz bugün.
Trump da Tayyip gibi bir birey olarak konuşmuyor. Her
sözünün arkasında Amerikan tarihini ve siyasetini görmek lazım.
Ama biz, siyaseten bireye kapatılmış bir dünyayı ve
hayatı yücelttiğimiz için sadece kendimizi görüyor, sadece kendimizin
görülmesini istiyoruz. Bu körlük hâlinden memnunuz.
Buradan da dönüp dolaşıp 2007 momentine geliyoruz.
Bugün o momentte sağ ve sol siyaseti tanzim edenleri sorgulamadan yol almak
mümkün değil.
* * *
Solcuların büyük bir kısmı, bahtsız bir şekilde, bu
ülkede doğmuş olma noktasında kendilerini sürgünde hissediyorlar. Metafiziğe
kaçıyorlar, biricik bir hayatı yaşadıklarını sanıyorlar. Bizim liberal
kimlikçilerimiz, Batı’ya bakıp, talihsizlik eseri düştükleri toprağa, ülkeye,
gerçeğe bakıyorlar ve bir biçimiyle sürgün edebiyatını burada güncelliyorlar.
Bu da sorumsuzluğun “siyasileşmesini” beraberinde getiriyor. Bugün sol
örgütlerin ülke içinden çok ülke dışında faaliyet içerisinde olmalarını buradan
okumak lazım. Örneğin burada bir örgütün sesi, Fransa’daki ana ekipten çok daha
az çıkıyor bugün sosyal âlemde!
Bu koşullarda tüm sol örgütler, 19 Aralık’a tıpkı 12
Eylül gibi sarılmak derdinde. Bu mağduriyetçi dilin mücadeleye bir katkı
sunmadığını görmek gerekiyor. Mağduriyetçiliğin Batı'ya sığınmayla, sığınma
arzusuyla alakasını kurmak şart. Eksik olansa, 19 Aralık öncesi ne neden oldu,
ne niye yaşandı, sonrasında ne neden oldu sorularının cevabı. Solun
doksanlardaki dönüşümü, 19 Aralık ile zirveye ulaştırıldı. Mesele, o dönüşümden
memnun olanların, o dönüşümü talep edenlerin tespitinde.
2007 momenti de 19 Aralık’la birlikte düşünülmeli.
Geride ne bırakıldı, hangi gömlek giyildi, nasıl bir yol belirlendi, ısrarla
sorulması gereken sorular.
Çünkü 2005-2007 arası dönemde bir şehirde tanış
olduğumuz örgütlü bir grup genç, bulundukları şehrin varoşlarını Gazi’ye
çevirmekten söz ediyordu, ama üç ay içerisinde o gençler, seks, uyuşturucu,
LGBT ve feminizm çizgisine geldiler, İktidar’ın yozlaştırıcı etkilerinden,
köhnemiş devrimcilik formlarından bahsetmeye başladılar. Kim vardı bu dönüşümün
ardında? Onlara “değiş Tonton” emrini kim verdi?
CHP’nin İstanbul adayı Ekrem İmamoğlu da 2008’de
ANAP’tan CHP’ye geçmiş. Söz konusu gençlerin dönüşümündeki gücü ararken sağ
siyasetteki dönüşüme de bakmak lazım demek ki. Bu yetiştirilen kadrolar, bir
bir görevlendiriliyorlar. Aynı şey, o solcu gençler için de geçerli. Hangi taşı
kaldırsak, altından onlar çıkıyor. Her şeye sahipler, her şey olabiliyorlar,
her şeyi kontrol ediyorlar, birden kimseye hesap vermeden işi gücü
bırakıyorlar, başka işlere yelken açıyorlar, her yerde karşımıza onlar çıkıyor.
Solun tüm subaşlarını onlar tutuyor. Yaptıkları ise Batı’dan tercüme ve
transfer edilmiş, yoz ve yavan bir kimlikçilik.
Kimlikçi siyasetse, metafizikçi… Diyalektiğe düşman.
Birbirine değmeyen atomların hareketliliğine iman ediyor, hepsi o kadar. Bu da
bilinemezci bir teori âleminin oluşmasını sağlıyor. Öyle ya, kadın sadece kadın
olanların, gey sadece gey olanların, Kürd sadece Kürd olanların bilebileceği
bir şey. Bu kimlik kodları, esasen bireye dair birer imge, örtü işlevi görüyor.
Birey de, “benim hayatımı kimse bilemez, ben teoriye gelmem” deyip duruyor,
buradan rahatlıyor. Kimlikçilik, bu bireyleri çağırıyor sinesine. Şehir
yanarken “sex” düşlüyor, “sexism” düşünüyor bunlar.
19 Aralık’ta devletin muradı da buydu. Herkesi bir
hücreye hapsetmekti. Sol, seksenler ve doksanlarda yaşadığı dönüşüm sonucu bu
hücrelere zaten teşne idi. Teknede karılan maya, ortaya bu tür bireyler
çıkarttı ve o bireylere tüm subaşları teslim edildi. Herkes, işkence edilen
yoldaşının çığlıklarını dinlerken mastürbasyon yapan Gün Zileli gibi olmalıydı
artık. Aydınlıkçılık, tek bir kişiden ibaret değil, olamazdı zira…
* * *
Artık 19 Aralık iliklerimizde dolaşıyor, bu açık.
Artık Bekaa yok, beka var. O beka, o varolmak adına sol örgütler, o
hücreleşmeyi pratiklerinde ve varlıklarında güncellediler. Gezi selini durduran
da o oldu. Fransa’da karayolu işçilerinin giydiği yeleğin bir yıl önce
demiryolu işçilerinin grevine bağlandığını bu sol asla bilmez. Ona lazım gelen,
imaj, şekil, gösteriş, temaşa…
Parker da “Seher” de aynı temaşanın parçası. Fırat’ın
doğusunda yaşananların bir önemi yok. Bu sefer tek kurşun sıkmadan çıkılacak mı,
bilene, söyleyene, hesap verene asla rastlanmaz. Bize Hollywood’da takdim
edilen imaj yetiyor. Hepimiz, bu sayede tava, kıvama getiriliyoruz.
19 Aralık, sonrasında yaşanan ekonomik krizle birlikte
anlaşılmalı. Solun bağlandığı yer, bir tür hücre, bencillik, biricikçilik… “Ben
biriciğim, yaptığım her şey biricik…” İçeriye saldırı, dışarının felç edilmesi
içindi. Kimlikçiliğin bu kadar alıcı bulmasının sebebi, o felç hâlinde, bir iki
parmağı kıpırdatmadaki neşe. Neşe’nin, Haz'ın politik bir kavram hâline gelişi
de burayla alakalı.
2000’i ve 2007’yi birlikte düşünmek lazım. Bugün her
örgütün üyesinin, 2000’de ve 2007’de şeflerinin aldıkları kararları, örgüt
içerisinde yürütülen tartışmaları, gündeme getirilen başlıkları anımsaması
şart. Önümüzü, o momentlerde hüküm süren ruh hâliyle ve zihinle görebilmemiz
mümkün değil. Hesaplaşma, o ruh hâlini ve zihni kapsamalı.
Eren Balkır
19 Aralık 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder