Pages

20 Aralık 2018

Irkçılığa Nasıl Mukavemet Edilmez: Fransa’dan Alınacak Ders

“Mahallenizi seçin. Cephe’ye oy verin.” –Ulusal Cephe


Geçen Nisan ayında Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Katolik piskoposların “bir kez daha siyaset sahnesine giriş yapmalarını ve kilise ile devlet arasındaki ilişkileri tamir etmelerini” istedi. Devamında, kilise ve Katoliklerle hiç ilgilenmeyen bir cumhurbaşkanının görevi esnasında hatalar yapabileceğinden söz etti.[1] Zaten dinle kilisenin Fransız kamusal hayatında önemli bir rol oynadığını herkes biliyor. 2012-13’te eşcinsel evliliklerine karşı protestoların arkasında o var. Alsak-Loren bölgesinde devlet teşvikleri alan gene o. Oysa Müslümanlar söz konusu olduğunda Fransa’da durum çok farklı. Müslümanlardan söz edildiğinde panik havası hâkim oluyor, herkes sekülerizmin en tehlikeli biçimi olan laiklikten dem vuruyor ve onun cumhuriyetin kurucu ilkesi olduğunu söylüyor. Guardian’da çıkan ve tarih konusunda gayet cahil olan bir makalede, geçen yıl polislerin Müslüman kadınları sahillerde üzerlerindeki kıyafetleri çıkartmaya zorlamasından bahsediyor.[2] Bu bağlamda ele alındığında Jim Wolfreys’in kaleme aldığı İslamofobi Cumhuriyeti, şu gerçeği güçlü bir biçimde ve belirli bir yöntem temelinde ifşa ediyor: “Fransa’nın sorunu laiklik değil, ırkçılıktır.”[3]

Siyasetçilerin ve kamu kurumlarının okullarda çocukların domuz yememeleri, sadece kadınlara açık olan yüzme havuzlarına gidilmesi ve alkol satmayan bakkallar konusunda bir şey yapabilmeleri mümkün değil. Bu noktada medya devreye giriyor ve komplo teorilerine sarılıp, Müslümanların Avrupa’yı istila ettiğinden söz ederek ırkçıların kürsüsü hâline geliyor. Önemli gazeteciler, siyasetçiler ve “aydınlar”, Roman Polanski ve Dominique Strauss-Kahn’ın işledikleri suçları görmezden gelirlerken, Müslüman erkek sürekli her türden cinsel ayrımcılığın sebebi olarak takdim ediliyor. Müslüman kadınların kıyafetleri üzerine kimi kararlar alınıyor. Başörtüsü yasaklanıyor, hatta sıra bandanaya ve “gösterişli” uzun eteklere geliyor.

2015’te Paris’te yaşanan terör saldırıları ardından bu hava iyice kesifleşti. Okullarda çocuklar ülkeye hâkim olan “Ben Charlie’yim”ci ruh hâline aykırı şakalar yapan öğrenciler, polis soruşturmalarına maruz kaldılar. Binlerce insanın evine baskınlar düzenlendi, birçok kişi “endişeli komşular”ın temelsiz suçlamaları ardından ev hapsine mahkûm edildi, öte yandan camilere ve Müslümanlara ait işyerlerine saldırıldı. Siyasetçiler, “radikalleşme şüphesi” üzerinden 11.000 kişinin enterne edilmesi veya çocukların kafasına cumhuriyet “değerlerini” nakşedemeyen ailelere verilen sosyal yardımların kesilmesi gibi meseleleri tartıştılar. 2016’da sağcı adaylar içerisinde en az ırkçı isim olan eski başbakan Alain Juppé, Müslümanlara gösterdiği nispi hoşgörü sebebiyle, “Ali Juppé” olarak anıldı. Oysa o, Müslümanların dinlerini yobazlıkla ve barbarlıkla alakalarının olmadıklarını, cumhuriyetin değerlerine tümüyle bağlı olduklarını açıktan beyan etmeleri koşuluyla yaşabileceklerini söyleyen biriydi.[4] Partisindeki diğer isimlerse, Kasım 2015’taki Bataclan Katliamı sonrası, açıktan şunu söylemişlerdi: “Bu katliam, cemaatçilik karşısında elimizi korkak alıştırmış olmamız sonucu ödediğimiz ağır bir bedeldir.”[5]

Wolfreys’e göre, “bu İslamofobi denilen salgının arkasında, sekülerizm geleneği etrafında dönen ulusa ait bir özellikten çok, bu geleneğin dar ama daha ilerici liberal formları dâhilinde politik tayfın tamamını kesecek şekilde, bütün güçleri devletin otoritesini korumak amacıyla harekete geçirmesi vardır.”[6]

Esasen İslamofobi, Avrupa ve Kuzey Amerika’da yürütülen terörle mücadelenin bir neticesidir. Wolfreys’in tespitiyle, Britanya ve Birleşik Devletler’de terörle mücadele, Soğuk Savaş dönemine has paranoyanın geride bıraktığı mirası tekrar devreye sokarken, Fransa’da imparatorluğun, bilhassa Cezayir’in sömürgeleştirilmesi sürecine damgasını vuran, Kuzey Afrikalılara yönelik aşağılayıcı tutuma dair mirasına başvuruldu. Cezayir’de kadınların çarşaflarını ve başörtülerini herkesin gözü önünde çıkarttığı törenler, bugün başka yerlerde “beyaz adamın sorumluluğu”, Fransa’da “medenileştirme misyonu” olarak anılan olgunun parçası olarak yürütülen başörtüsü polemiklerinin habercisi niteliğinde. Fransa şehirlerinden tecrit edilmiş olan ve genelde getto olarak işgören yoksul banliyölere dair siyaset tartışmaları ise sömürgecilik dönemine ait dili ve mecazları yeniden devreye sokuyor.

Ama tüm o sömürgeci kökleriyle ırkçılığın Fransız Müslümanların karşısına dikilmesiyse yeni bir mesele. 1989 gibi yakın bir tarihte sonrasında başörtülü kızların okullardan atılması fikrini savunacak olan birçok grup, bu fikre gayet ırkçılık karşıtlığı ve insan hakları temelinde karşı çıkıyordu. O günden bugüne Müslümanlar üzerinden yeni bir ırkçılık inşa edildi ve İslam, Müslüman kültürünün ana unsurları karşısında yaşanan ahlâkî panik hâli üzerinden, ırksallaştırıldı. Wolfreys, bu sürecin nasıl yaşandığını Arun Kundnani’nin şu tarifi üzerinden izah ediyor: “Başörtüsü takmak gibi kimi kültürel mecazlar, zamanla 21. yüzyıla ait ırksal göstergeler olarak iş görmeye başladılar ve W.E.B. Du Bois’in tanımladığı, bilindik ırksal işaretlere benzer bir görevi ifa ettiler.”[7]

Bahsi geçen ahlâkî panik hâlinin tetikleyicisi ise Marine Le Pen’di. Son dönemde Ulusal Seferberlik ismini alan, seçimlerde oylarını artırmış bulunan faşist parti Ulusal Cephe’nin lideri, bu tetikleme görevini tek başına ifa edemezdi elbette.[8] Düzenin siyasetçileri, Le Pen’in güttüğü siyasetlerin pişmesini sağladılar, seçmen kitlesini kazanmaya çalıştılar ve yeterince ırkçı olmadığını düşünerek, ona yönelik saldırılarına son verdiler. Ama bu girişimler ters yönde sonuç verdi: bu sayede Le Pen aklandı, argümanları meşrulaştı ve sözünde durma becerisi her daim vitrine yerleştirildi. Örneğin 2011’de Müslümanlar, cami olmadığından on ila yirmi sokakta namaz kıldılar. Le Pen, bu olayı Nazi işgali altında geçen dönemle kıyasladı. Bir yıl içerisinde devlet, bu uygulamayı yasakladı. Ama fiiliyatta işleyen korku tellâllığının düzeyini aşağı çekmek şöyle dursun, meselenin gündeme getirilmesi sebebiyle sokakta namaz kılma pratiği, kamuoyunun bilincine ısrarla kazındı. Yapılan anketlere göre, insanlar 200’den fazla sokakta namaz kılındığını düşünmekteydi.

Bazı suçlar, yabancılar veya çifte vatandaşlar eliyle işlendiğinde, Ulusal Cephe daha ağır cezaların verilmesini savundu. Bu fikri uygulamaya önce sağcı cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, ardından da Sosyalist Partili cumhurbaşkanı François Hollande soktu. Bu gelişme karşısında Le Pen, tabii ki zevkten dört köşe olmuş ve şunları söylemişti: “Bir cumhurbaşkanı çıkıp da Ulusal Cephe’nin önerdiği tedbirleri uygulamaya başlarsa, anlayın ki bu şaşkınlık verici adım, Ulusal Cephe’ye yönelik hürmetin bir nişanesidir.”[9] Bu sayede Ulusal Cephe, daha da ileri gitmek için açık kapı buluyor kendisine. Wolfreys’in de belirttiği gibi: “Sorun, düzen siyasetçilerinin kârlı buldukları bu türden bir siyasetin ucu bucağının bulunmamasıdır. Bir kez uygulamaya konulmaya görülsünler, böylesi siyasetler, ahlâkî panik hâlinin oluşmasını sağlarlar, yaşanan süreci kontrol etmek güçleşir, böylelikle sadece dışarıda duran otoriter bir gücün çözüm sağlayabileceğine dair izlenimi bir biçimde besler.”[10]

Siyasetçilerin İslamofobiye duçar olmaları, onların kısa vadede fırsatçılık yaptıklarının bir delili olarak görülemez. Fransa’da İslamofobinin yükselişe geçmiş olduğu sürece işçiler, hatta orta sınıflar açısından iş güvenliğinin ortadan kalktığı, yaşam standartlarının düştüğü, gelecekle ilgili umutların azaldığı bir dönem eşlik ediyor. Daha da çarpıcı olanı ise bu dönemde işçi sınıfı ve sol siyaset merkezli bir dizi isyanın gerçekleşmiş olması, ayrıca radikal solun seçimlerde önemli başarılar elde etmesi. Tüm bunlar, hep birlikte, Wolfreys’in “neoliberal blok” adını verdiği şeyin inşa edilmesi için gerekli engelleri teşkil ettiler. Hükümet, patronlar dünyasının talep ettiği neoliberal reformların uygulanabilmesi için ciddi ve kararlı bir desteğe ihtiyaç duyuyor.[11]

Wolfreys, bu politik zorunlulukla hâkim ideolojilerin nasıl kesiştiğini, İslamofobinin sınıf mücadelesinde merkezî öneme sahip ideolojik bir cephe hâlini aldığını gayet ustalıkla izah ediyor. Örneğin tam da bu dönemde sekülerizm, dinî özgürlüklere yönelik bir savunudan çıkıp dinlere zulmetmenin bir aracı hâline geliyor. Esas Fransız Devrimi’nden miras alınan cumhuriyetçilik fikri böylesi bir rolü oynuyor. “Bölünmez bir bütün” olarak kabul edilen cumhuriyetin yarattığı müşterek kimlik, her türden grubun özel çıkarını hükümsüz kılıyor. Bu fikir, belirli ölçüde, solun yıllarca savunduğu, elitler karşıtı demokrasi anlayışını da içeriyor ve ilgili anlayış, insan haklarını savunmak ya da kilise veya aristokrasinin gücüne karşı koymak adına savunuluyor. Ama cumhuriyetçilik, aynı zamanda azınlıklara karşı yapılan, “kültürünüz, bir bütün olan Cumhuriyet’i bölmesin” türünden totaliter bir ikazı da ihtiva ediyor.

Cumhuriyetçilik, tarihsel açıdan sol nezdinde en önemli unsurdu. Hatta 2010’a doğru Sarkozy, ilk başta ABD ve Britanya’daki neoliberalizmi taklit etmek istedi. Bu yaklaşım, ortanın soluna ait kum torbalarını esas alan bitap düşmüş cumhuriyetçilikten ziyade, tüm yapmacıklığı ile çeşitliliğe odaklanmadaki tuzakları da içermekteydi. Gelgelelim Sarkozy, zaman içerisinde başka bir şeye dönüştü ve 2012 yılında partisinin ismini Cumhuriyetçiler [Les Republicains –LR] yaptı. Cumhuriyetçilik, süreç içerisinde solu sağın ajandası ardında hizaya sokmak için eşi menendi bulunmayan bir araç işlevi gördü ve muhalefeti iğdiş edip, yönetici sınıfa ve devlete ait ajandayı destekleyecek kapsamlı bir politik blok inşa etti.

Bu sürecin bir tezahürü de Temmuz ayında Jean-Luc Mélenchon’un partisi Boyun Eğmeyen Fransa’nın [France Insoumise -FI] en solcu milletvekillerinden Danièle Obono’nun Fransa’nın sağ muhafazakâr partisi Cumhuriyetçiler’e ve Sosyalist Parti’ye Macron’a karşı kurulacak “Cumhuriyetçi” ittifaka katılma çağrısında bulunmasıydı.[12] Hatta Wolfreys, bu konuda daha da gerilere gidiyor ve Cumhuriyet’in 1871’de Paris Komünü’nü kıyımdan geçirmesi ardından “1914’te eski Komünarların tehlikede olan Cumhuriyet’i savunmak için oluşturulan ‘kutsal birliği’e destek yürüyüşü yaptıklarından” söz ediyor.[13] Buradan hareketle Wolfreys, devrimci sol, eğer iktidardakilere karşı gerçek bir itirazı örgütlemek derdindeyse, onun cumhuriyeti savunmaya bir son verip, Marksist bir seçenek sunması gerektiğini söylüyor.

Bölünmez bir bütün olarak Cumhuriyet, Fransa’nın çokkültürlü gerçeğini sistemli bir biçimde inkâr ediyor, ayrıca bünyesinde derin bir eşitsizliği ve ırkçı bir ayrımcılığı barındırıyor. Devletin yayınladığı hiçbir istatistikte etnisitenin veya ırkın adına rastlanmıyor, istihdam, eğitim, barınma ve polis şiddeti konusunda yaygın olarak görülen yaygın ayrımcılığın esamisi okunmuyor. Bu yıl insanların ırkına bakmaksızın herkese eşit haklar bahşeden yasa maddesi anayasadan çıkartıldı ve yerine ırk diye bir şeyin olmadığını söyleyen, güya ırkçılık karşıtı bir cumhuriyetçi madde konuldu. Bunun sebebi ise bilhassa 2005’te yaşanan isyanlar ardından eşitsizliğin saklanamayacak bir gerçeklik hâline gelmesi. Bu düzlemde cumhuriyet, sebebi hâlâ başka bir yerde arıyor.

Siyahlara ve Kuzey Afrikalı yurttaşlara nasıl ayrımcılık yapıldığını sormak yerine, bu insanların kültürlerinin onların Fransız toplumuyla bütünleşmelerine nasıl mani olduğu sorusu üzerinde duruluyor. Hatta bir seferinde, “suça meyilli kimlikler” arayıp duran bir siyasetçi, işsizliğin sebebinin çokeşlilik olduğunu söylemişti. Irkçılık karşıtlığı adı altında İslamofobi üzerinden mağdurlar suçlanıyor ve kültürel farklılıklar, hâkim kültürle bütünleşmeye yönelik bir tür itiraz olarak değerlendiriliyorlar.

Soldaki cumhuriyetçilikse çoğunlukla suç ortaklığına yol açıyor, üstelik bu cumhuriyetçilik solun aleyhine sonuçlar doğuruyor. Sosyalist Parti, sağ partiler gibi, iktidara geldiğinde Müslümanlara sert davrandı. Ama süreç içerisinde görülüyor ki hükümet mükümet kalmadığında partinin kitle tabanı da erimiş. Mélenchon’un partisindeki (FI) reformizmse bayrağı ve marşı sahiplenecek kadar dibe vurmuş durumda. Her ne kadar ırkçılık karşıtı bir tavrı olsa da bir tür inanç hâlini almış sekülerizmi ve milliyetçiliği elini kolunu bağlıyor. Örneğin Mayıs ayında FI, Sorbonne Öğrenci Birliği başkanı Meryem Pougetoux’nun, TV’ye verdiği röportajda, öğrencilerin Macron’un getirdiği yeni öğrenci seçme sistemini neden protesto ettiklerini açıklaması ardından düzenlenen gösterilere aktif olarak katıldı. Pougetoux başörtüsü takıyor diye oluşan ve iki hafta süren bu cinnet hâli, tüm gündemi işgal etti. FI’nin gösterisi başarılı oldu ve bu başarı öğrencileri Pougetoux’nun temsil ettiği öğrencileri hükümete karşı seferber etmesinin bir sonucuydu. Mélenchon’un sağ kolu Alexis Corbière, TV’ye çıkıp Pougetoux’nun başörtüsü konusunda bakanlarla birlikte ahkâm kesti.

Yeni Antikapitalist Parti (NPA) gibi sol örgütlerse Pougetoux’yu savundu ki bu, özünde “Müslümanlara yönelik açık düşmanlık olarak görülmese bile “onlara küçük düşürücü bir tavır dâhilinde sırtını dönmek”le ilgili onca örnek varken gerçek bir ilerleme olarak görülmeli.[14] Peki NPA, muhtemel seçim adayı İlhem Mussaid ve dostlarını başörtüsü ile ilgili bir cadı avı üzerinden, 2010’da partiden, utanç verici bir biçimde kovmasaydı, bugün ne tür bir konumda olurdu? Wolfreys çalışmasında, ayrıca NPA’nın cumhurbaşkanlığı adayı Philippe Poutou’nun TV’deki tartışmalarda dinamik ve etkili bir isimmiş gibi görünmesine karşın, İslamofobideki yükselişe gerekli cevabı verememesi üzerine hızla güç kaybettiğinden de bahsediyor.

Bazı solcuların İslamofobiye teslim olmalarının sebebi, Marx’ın “din halkın afyonudur” sözü. Wolfreys ise bu teslimiyetin karşısına Marx’ın, sonrasında Bolşeviklerin dinlere yönelik zulme karşı duruşlarına dair gerçek sicili çıkartıyor.[15] Öte yandan bazı solcular ve feministler, İslam’ı cinsel ayrımcılıkla birlikte tanımlıyorlar ki bu da “medenileştirme misyonu”nun solcu versiyonunun oluşmasını sağlıyor. Wolfreys, sorunun 1894-1906 arası dönemde yaşanan Dreyfus vakasına dayandığını düşünüyor. Bilindiği üzere, o dönemde Yahudi subay Alfred Dreyfus antisemitik bir komploculuk üzerinden ihanetle suçlanıyor.[16] Hakkaniyetli bir tutumla ve cesaretle Dreyfus’u savunanlar, sonrasında belirli bir pişmanlıkla, cumhuriyeti ırkçılık karşıtlığı siyaseti için bir araç olarak tercih ediyorlar.

Siyah ve Kuzey Afrikalı eylemcilerle yaptığı etkileyici bir dizi mülâkatta Wolfreys, 2005 isyanlarından bu yana yeni bir hareketin oluştuğunu ve bu hareketin “kurumsallaşmış ırkçılık karşıtlığı siyaseti”nin karşısına “politik bir ırkçılık karşıtlığı” ile çıktığını ortaya koyuyor. Söz konusu hareket, devleti savunmak yerine onu hedef alıyor ve ezilenlere nasihat vermek şöyle dursun, onları eyleme örgütlüyor. Bu hareketin oluşmasının yanında bir de yeni sol kuşak, önemli bir kültürel değişime tanıklık ediyor, öyle ki genç eylemciler, sekülerizmle ilgili gerçek dışı tartışmaların batağına saplanmak yerine, devlete karşı Müslümanlardan yana saf tutuyorlar. Pougetoux’nun militan bir öğrenci birliğine başkan seçilmesi, yaşanan değişime dair bir kanıt niteliğinde. Buna karşın mülâkat yapılan eylemciler, solun Müslümanların ırkçılık karşıtı çalışmalarına yeterince tepki geliştiremediğini, hatta bu konuda isteksiz olduğunu söyleyerek ikazda bulunuyorlar. NPA’nın Parisli bir üyesi olarak Meryem, meseleyi şu şekilde tespit ediyor:

“Sol, İslamofobi konusunda net bir konum almadığı sürece bir şeyler parmaklarının arasından kayıp gidecek, bunun farkında bile değil. Solun umudu devrim ama sınıfın en fazla ezilen kesimi itici güç olmadığı, başka bir toplumu kurma çabasının merkezine o kesim oturmadığı sürece bir devrimin gerçekleşmesi de mümkün değil.[17]

Esasında İslamofobinin hâkimiyetine bağlı olarak, işçi sınıfı ve verdiği mücadelelerdeki direnç de görünmez hâle geliyor. İslamofobi kadar güçlü olan bir anlatı dâhilinde gerçeklikle bağlar yitiriliyor, düşünce kuruluşları ve anket firmaları bu anlatıyı pekiştiriyor, böylelikle “göçmen işçiler” zımnen işçi sınıfı dışına atılıyorlar, zira işçi sınıfı esas olarak beyazlar üzerinden tanımlanıyor, Fransız milliyetçiliğiyle tarif ediliyor, ayrıca parçalı olduğundan ve göç sürecinin tehdidine maruz kaldığından söz ediliyor. Militan solcu işçinin yerini süreç içerisinde kaygılı sağcı “küçük beyaz insan” alıyor. Wolfreys, işçi sınıfına dair resimden birliği çıkarttığımızda, ona ait kudretten ve faillikten de mahrum kaldığımızı gayet güzel ortaya koyuyor.

Wolfreys’in kitabına kimi eklemeler yapmak tabii ki mümkün. İslamofobi ile önceden Fransa’da hâkim olan ırkçılık biçimi olarak antisemitizm arasındaki rabıta söz konusu çalışmada pek ele alınmıyor. Antisemitizme yönelik ikiyüzlü, çoğunlukla laf olsun torba dolsun diye yapılan itirazlar, sıklıkla Müslümanları ve solu ezmek için kullanılıyorlar. Öte yandan kimi küçük örgütlerse, bazı Müslümanlardaki korkuları Yahudilere yönelik şüpheyi artırmak için istismar ediyorlar. Oysa antisemitizm ve İslamofobi, birbirini karşılıklı olarak besliyor. Helâl gıda ve başörtüsüne yönelik kısıtlamaların ucu koşere ve kippaya da dokunuyor. Ulusal Cephe, elindeki kadroyu antisemitizm ve İslamofobi ile meydana getirdiği kitle üzerinden inşa ediyor, buradan da yeni bir holokost inkârcısı kuşağı üretiyor. Müslümanları ırksal açıdan aşağılamak için kullanılan mecazların kaynağı, antisemitizm. Bu noktada Wolfreys’in Fransa’da görülen İslamofobiye dair analizini içeren bölümler, İkinci Dünya Savaşı sonrası felsefeci Jean-Paul Sartre’ın yaptığı Fransız antisemitizmi analizini anımsatıyor.[18]

Cumhuriyetçilik meselesine odaklanmak, gayet meşru bir işlem ve bu işlemin bizi sağcıların bugün o cumhuriyetçiliği radikalleştirmek için kıvranıp durdukları gerçeğinden uzaklaştırmamalı. Bu, 2016’da sağın hem aday belirlemeye yönelik önseçimlerinde hem de belirledikleri adaylarda net bir şekilde ortaya çıkmış bir gerçek. Örneğin önseçimi kazanan Cumhuriyetçiler partisinin adayı François Fillon, cumhuriyetçilik yanlısı olan bir Fransa’nın köklerini Katoliklikten alan, etnisiteye dayanan bir kimlik üzerinden inşa edilmesi fikrini savunduğunu söyledi ve devamında “Avrupa’nın Hristiyan köklere sahip olmadığını söylemek de Fransa tarihinin 1789’da başladığını söylemek de saçmalık” dedi.[19] Cumhuriyetçilik fikrinin yeniden can bulması, Fransız siyasetinin ekseninin sağa kaymasını iyice hızlandırdı ama bu gelişmenin cumhuriyetçiliğin yadsınması için gerekli zemini hazırlaması da mümkün.

Wolfreys’in çıkarımına göre, birçok yönden gelişkin bir vaka çalışması olarak Fransa, başka yerlere de tatbik edilmesi gereken dersler sunuyor aslında. Almanya ve Britanya’da gerçekleşen İslam ve Müslüman düşmanı gösteriler, Ulusal Cephe’yi gölgede bırakacak cinsten, üstelik bu partinin uyduları başka ülkelerde zaferden zafere koşuyorlar. Fransız siyasetçiler, Britanya’da yürürlükte olan Önleme stratejisini hasetle izliyorlar. Öte yandan Ulusal Cephe’nin Avusturya’daki kuzeni Özgürlük Partisi (FPÖ) hükümet kuruyor. Fransız Cumhuriyetçiliği, tüm o özellikleriyle burjuva demokrasisi ideolojisi için gerekli şablonu temin ediyor ve dünya genelinde solun karşısına benzer türde tuzaklar döşüyor. Konuya hâkim bir isim olarak Wolfreys, politik aklı, ikiyüzlülüğe karşı gösterdiği iğneleyici üslubu ve hoşgörüsüzlüğü ile ırkçılık karşıtlığını ciddiye alan her insanın faydalı bulacağı net ve anlaşılır bir analiz sunuyor.

Dave Sewell
18 Ekim 2018
Kaynak

Dipnotlar:
[1] Henry Samuel’in 2018 tarihli, Macron’un sekülerizmin altını oyduğuna dair haberi türünden haberlere bakılabilir.

[2] Aktaran: Wolfreys, 2018.

[3] Wolfreys, 2018.

[4] Akt.: Wolfreys, 2018.

[5] Akt.: Wolfreys, 2018.

[6] Wolfreys, 2018.

[7] Kundnani, 2014. Akt.: Wolfreys, 2018.

[8] Wolfreys 2017’de Jacobin’e yazdığı makalede, Ulusal Cephe’nin “zehrinden arındırıldığını”, bu sebeple artık faşist olarak görülemeyeceğini söylüyor.

[9] Akt.: Wolfreys, 2018.

[10] Wolfreys, 2018.

[11] Dolayısıyla ya ortanın solu ya da ortanın sağı kitlesini neoliberalizme destek verdirtebiliyor. Sonuçta neoliberalizmle Gaulle’cülükle alakalı nostalji arasında belirli bir ayrışmaya tanık olunuyor. Toplamda neoliberalizme destek verenler azınlık olmaktan kurtulamadıkları gibi, en azından 2017’e dek Fransız siyaseti iki karşıt bloğa ayrışıyor. Geçen yıl partilerin nasıl hizalandıklarına dair bir analiz için Giudicelli’nin 2017 tarihli çalışmasına bakılabilir.

[12] Le Pen, Obono’nun yaşadığı dehşete cevap verme fırsatını kaçırmayan siyasetçilerden biriydi.

[13] Wolfreys, 2018.

[14] Wolfreys, 2018.

[15] Fransız yazar ve eylemci Pierre Tévanian, Fransız soluna dair tartışmayı yapısöküme uğratıyor ve Mussaid’e karşı başlatılan cadı avı esnasında NPA’nın “Marx’ı yeniden okuma çağrısı”nı analiz ederek işe başlıyor [Tevanian, 2013]. International Socialism’in eski sayılarında çıkan kimi makaleler de konuyla ilgili faydalı bilgiler sunuyor: Molyneux [2008] Marx’ın argümanının gerçek anlamını izah ediyor; Boer [2009] “din halkın afyonudur” argümanının Marx döneminde süren felsefî tartışmalardan nasıl neşet ettiğini ortaya koyuyor; Davison [2016] ise günümüzde Alman solunda süren benzer tartışmaları inceliyor.

[16] Yakın döneme ait, okunması gereken bir değerlendirme için bkz. Michael Rosen, The Disappearance of Émile Zola, 2017.

[17] Akt.: Wolfreys, 2018.

[18] Sartre, ırksallaştırılmış “Yahudi figürü”nün antisemitistlerin inşa ettiği bir şey olduğunu, sınıflara bölünmüş bir toplumun ürünü olarak görülmesi gerektiğini, antisemitizmin işlevsizleşen siyasetinin birlik duygusu yaratmak adına yabancı ve dışsal bir figüre ihtiyaç duyduğunu, bu sürecin işçi sınıfı aleyhine işlediğini, burjuva cumhuriyetçi demokrasinin en iyi hâliyle ırkçılığa kolaylıkla kayabilecek, evcilleştirilmiş bir ırkçılık karşıtlığını devreye soktuğunu söylüyor: “Yahudi olduğunun bilincinde olan ve Yahudiliğiyle gurur duyan bir Yahudi için antisemitistle demokrat arasında pek bir fark yoktur. Antisemitist, Yahudiyi bir insan olarak yok etmek ve onun bir parya, bir Yahudi olarak kalmasını sağlamak isterken, demokrat, Yahudiyi Yahudi olarak yok etmek, onun yalnızca insan, evrensel ve soyut bir tebaa olarak kalmasını sağlamak ister.” [Sartre, 1954].

[19] Meeus, 2016.

Kaynakça:
Boer, Roland, 2009, “The Full Story: On Marxism and Religion”, Sayı. 123 (Yaz). IS.

Davison, Kate, 2016, “Atheism, Secularism and Religious Freedom: Debates Within the German Left”, Sayı. 150 (Bahar), IS.

Giudicelli, Vanina, 2017, “Interview: The Meaning of Macron”, Sayı. 155 (Yaz), IS.

Kundnani, Arun, 2014, The Muslims Are Coming! Islamophobia, Extremism, and the Domestic War on Terror (Verso).

Meeus, Carl, 2016, “François Fillon: ‘Mon projet est le seul qui permette le redressement du pays’”, 20 Mayıs, Figaro.

Molyneux, John, 2008, “More than Opium: Marxism and Religion”, Sayı. 119 (Yaz), IS.

Rosen, Michael, 2017, The Disappearance of Émile Zola: Love, Literature and the Dreyfus Case (Faber and Faber).

Samuel, Henry, 2018, “Macron Accused of Undermining French Secularism over Call to ‘Repair’ Relations between Church and State”, 10 Nisan, Telegraph.

Sartre, Jean-Paul, 1954, Réflexions sur la question juive (Editions Gallimard).

Tévanian, Pierre, 2013, La haine de la religion: Comment l’athéisme est devenu l’opium du peuple de gauche [“Din Nefreti: Ateizm Solcuların Afyonu Hâline Nasıl Geldi”] (La Découverte).

Wolfreys, Jim, 2017, “The Dangers of Detoxification”, (20 Nisan), Jacobin.

Wolfreys, Jim, 2018, Republic of Islamophobia: The Rise of Respectable Racism in France (Hurst).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder