“Politik faaliyet
alanında insanların bindikleri gemi dipsiz, uçsuz bucaksız bir denizde dolaşır.
Ne demir atacak bir zemin ne sığınılacak bir liman ne bir çıkış yeri ne da
önceden belirlenmiş bir hedef vardır. Tüm mesele, sabit bir şekilde suyun
yüzeyinde kalabilmektir.”
[Michael Oakeshott]
Muhtemelen
benim kuşağımdan ve benim gibi bir geçmişe sahip hiçbir insan, 4 Kasım 2008
akşamı nerede olduğunu unutacaktır. O günlerde ikamet ettiğim, Toronto
Üniversitesi’ndeki odamdan insanların gözlerinden akan yaşlarla orta bahçeye
aktıklarını görmüştüm. O, daha önce tecrübe etmediğim bir andı. Esasen
yaşanması imkânsız bir şey yaşanmış, Obama ABD başkanı olmuştu. CNN’nin
sonuçları vermesini takip eden birkaç dakika içerisinde herkes büyük bir coşku
yaşadı ve olan bitene hiçbir şekilde inanmadı. Bu coşkunun dağılması haftaları,
hatta ayları buldu.
Obama’nın
başkan seçilmesi politik hafızamda yer etmiş ilk olay değil elbette ama onun
politik bilinci oluşturan ilk gelişmelerden biri olduğunu söylemem lazım. On
yılı aşkın bir zaman sonra “Değişime İnanabiliriz” denilen o romantik vaade
duygusal manada kandığımı ve o vaat karşısında bayağı heyecanlandığımı söylemek
gerçekten utanç verici. Bu olay, o dönemde politik imgelemimde, oluşan her şeyi
kucaklayan, ikna edici bir hikâye sunmuştu. Ortada idrak edebildiğim,
ilerlemeye dair bir imaj mevcuttu ve karizmatik bir lider çıkıp bizi
karanlıktan çekip alacağını ve hepimizi vaat edilmiş topraklara götüreceğini
söylüyordu. Ayrıca bu lider, o nefret edilen Bush dönemini ve desteklediği her
şeyi, Hristiyan sağının hâkimiyetini, ayrıca Felluce ve Ebu Gureyb’deki
kötülüklere imza atan ahmakları redde tabi tutuyordu. Ben Amerikalı bile
olmamama karşın, Obama’nın zaferini tarihsel açıdan olumlu bir gelişme olarak
görmüştüm.
O
dönemdeki tavrımdan bahsetmemin sebebi, solcu bir yazar olarak bugün günah
çıkartmak veya on dokuz yaşında iken yaptığımız bir yanlıştan utançla söz etmek
istemem veya kendi politikleşme sürecimin köklerini tek bir olaya ya da ana dek
takip etmeye dönük bir miktar indirgemeci bir çaba içerisine girmiş olmam
değil. Ben de sonuçta herkes gibi öğrenme ve tecrübe ile zaman içerisinde
netleşen çelişkili bir yığın fikir ve söz üzerinden politikleştim.
Temelde
ben sosyalistim, çünkü birçok insanın kontrol edemedikleri koşullar sebebiyle
gereksiz yere acı çektiği, insanların şans eseri onurlu bir yaşam
sürebildikleri, gündelik hayatın her yönüne bir tür kast sisteminin nüfuz
ettiği, atomu parçalayıp insanları Ay’a gönderen bir uygarlıkta tüm bunların
olağan karşılandığı bir toplumla asla uzlaşamıyorum.
Gelgelelim
bence politikaya dair her şeyi saf ahlâkî duygulara atfetmek doğru bir yaklaşım
olamaz. Kendime ve okura karşı dürüst olmam gerekirse, tek gerçek şudur: bende
politikaya can veren ve beni sola bağlayan şey, kültürümüzde hegemonik bir
konuma sahip olan liberalizme yönelik derin bir nefret ve ukala bir tavırla
liberalizme destek olan politik sınıfa yönelik kalıcı ve derin bir horgörüdür.
Geçmişte
ben, muhtemelen demokratik sosyalizme meyli olan biriydim. Gençken bile kendimi
her daim “solda” kabul etmişimdir. Geriye dönüp baktığımda görüyorum ki benim
politikleşme sürecimde en güçlü dürtü, son on yıl içerisinde yaşanan olaylara
liberal sınıfın verdiği tepkilere yönelik tanıklığımdır.
Yani
ben, sürece belirli ölçüde katkı sunmuş olsa da radikal politikaya Marx
okuyarak duhul etmedim. Ayrıca liberalizmdeki kusurlara dair kimi soyut
argümanları özümsemek suretiyle onunla ilgili geri dönülmez biçimde hayal
kırıklığına uğradığımdan da söz edilemez. Chomsky veya David Harvey kitaplarını
karıştırmak suretiyle hidayete erdiğimi de söylemem. Bu isimler de politikleşme
sürecimde belirli bir yere sahipler elbette ama Ralph Miliband ve Tony Benn
kadar değiller. Bunlara bir de Bernie Sanders ve Jeremy Corbyn’i de eklemem
gerek. Nihayetinde tüm bu isimler, varlıklarıyla kendisine “ılımlı” veya
“merkezci” diyen her şeyden nefret etmemi sağladılar.
Politik
açıdan Obama’nın halkın teveccühüyle iktidara geldikten sonra eski devlet
bürokratlarını ve maliyecileri saraya toplayıp Büyük Buhran’dan beri yaşanan en
ağır ekonomik krize rağmen işleri yürütmesine, ilk mimarları iktidar
koltuğundan edildikten çok sonra dünya sahnesinde ciddi çatlaklara yol açacak
olan “terörle mücadele”nin uygulamaya sokulmasına, aydınlanmacı ve insanî
yardımı esas alan siyasetçiler sayesinde değişime yönelik açlığın işletmecilik
ve teknokratik saygınlık sunağında kurban edildiğine tanık olmam beni epey
besledi. Bu dönemde başbakan yardımcısı Nick Clegg’in başbakan David Cameron’la
birlikte Britanya’daki refah devletini budayacak bir dizi kararın altına,
kararları inceleme gereği bile duymadan imza atmadan önce pis pis sırıttıklarına
ve süreçte öğrencilere bir biçimde ihanet ettiklerine, Kanada’da sola işmar
ederken ülkeyi sağ eliyle yöneten liberallerin maharetine, kemer sıkma
politikalarına karşı tüm dünya genelinde inşa edilen hareketlerin radikal
taleplerinin Davos’ta neoliberal şiirlerin o havalı genç yenilikçi isimlerce
ağızlarını şapırdatarak okunmasıyla birlikte hükmünü yitirmesine ve kusulup
atılmasına tanıklık ettik.
Mevcut
rahatsızlıkların geçici bir düzensizlikten çok yaradılıştan kaynaklanan birer
sonuç olduğunu bu ve benzeri nirengi noktaları sayesinde anladım. Başka bir
ifadeyle, mesele, günümüzde liberalizmin ideallerini gerçeğe dökememesi değil,
aksine dökmesiydi.
İlk
zamanlarda bana verilen eğitimde hâkim politik kültür, liberalizmin değişim,
ilerleme hatta muhalefetle eşanlamlı olduğu söyleniyordu. En azından teorik
açıdan bugün liberalizm, iklimsel felâkette ve giderek yükselen sağ
milliyetçilikte ifadesini buluyor. Ne var ki tüm karanlığıyla içinden
geçtiğimiz 2008-2018 arası dönemde liberaller, kendilerini ihtiyatlı hareket
eden, tereddütlü olan ve güven veren birer fail olarak varoldular ve görünüşte
karşı oldukları sağ seçmen kitlesine değil sol seçmen kitlesine düşmanlık
ettiler. 2016’da radikal, popülist bir isimle mekanizmayı kitaba uygun olarak
işleteceğini vaat eden bir siyasetçi arasında tercih yapmak zorunda kaldığında
Liberalizm A.Ş.’nin tüm üst düzey yöneticileri, neyden nefret ettiklerini tüm
çıplaklığıyla ortaya koydular. Bugün esasen bizler, bu tercihin felâkete varan
sonuçlarını yaşıyoruz.
Eskiden
televizyon yıldızı olan bir meczubun nükleer silâhların şifrelerini elinde
bulundurduğu bir dönemde birçok liberal elit, ısrarla aslında her şeyin hiç bu
kadar iyi olmadığını, fırtınalı gerçekliğimizin kargaşayla yüklü görüntüsü
altında insanların tüm gayretleriyle epey heyecan verici bir döneme doğru
ilerlediklerini söylüyorlar. (Suratı asık bir isim olan Jordan Peterson’ın
değil de yüzü sevinçten ışıl ışıl parıldayan Steven Pinker’ın krizdeki liberal
düzeni en iyi yansıtan isim olmasının sebebi burada: Pinker, dünyanın yanışını
izliyor ve postmodern profesör Pangloss gibi, alevlerin ayaklarını yalamasının
“harika bir şey” olduğunu söylüyor.)
Modern
liberalizmin, sosyalistlerin ve muhafazakârların ara sıra kaynak ve ilham
açısından istifade ettikleri, zengin ve ayrıksı bir felsefî gelenek olduğunu
söylemek lazım elbette. Lakin tam da zirvede olduğu doksanlardan beri sürece
anlamlı bir biçimde kendisini adapte edememesi veya kendi başarısının kurbanı
olması sebebiyle liberalizm, akıldan çok ruh hâliyle, düşüncelerden çok keyifle
alakadar.
Belki
de liberal düşüncenin, politik tartışmalarda kullanılan dile bu denli takıntılı
olmasının, çoğunlukla o dilin muhtevasından veya sonuçlarından çok tonuna ve
kalitesine değer vermesinin sebebi bu. Bence suratlarından o sırıtışın eksik
olmadığı Trudeau ve Obama gibi isimlerin olguların aslında nasıl meydana
geldiklerinden çok onların nasıl algılandıklarıyla neden bu kadar fazla
ilgilendiklerinin, ayrıca sıradan insanların hayatlarına tesir eden sonuçlar
yerine usullerin kutsiyetine değer vermelerinin sebebini de burada aramak
gerek.
Burada
liberalleri harekete geçiren ana misyon şu: huzursuzlukları verimli bir şekilde
yönetmek ama adaletsizliklerle mücadele etmemek; halkın gazını almak, radikal
duyguları başka yöne yöneltmek, ardından o duyguları liberalizmin
uygulayıcılarının o sevimli ambalajı içerisinde, en estetik tarzda bir araya
getirmek, piyasalarda yaşanan ilk sıkıntıda, ilk bütçe açığında, ilk dış
müdahalede veya soldan gelen ilk gerçek itirazda işareti alıp altın rengi
boyanın döküldüğünü kimse fark etmesin diye deli gibi dua etmek.
Zaman
içerisinde her şey aşınır, atılan adımlar anlamını yitirir ve söz konusu
paketin birer seçmen olan tüketicilerin değişen ağız tatlarına göre yeniden
tasarlanması gerekir. Pazarlama alanından gerekli teknikleri ve bilgiyi ödünç
alan liberal politika, böylelikle ezeli bir varlık hâline gelir ve saçma sapan
bir arayışa doğru evrilir. Bu arayışın amacı, retoriği tekrar biçimlendirmek,
eski politikaları ve düşünceleri kimseyi rahatsız etmeyecek şekilde, yirmi
birinci yüzyıla ait hikâyenin yeni heyecan verici bölümleri olarak yeniden
ambalajlamaktır.
Massachusetts
senatörü Joe Kennedy gibi yüzüne tükürsen “yarabbi şükür” diyecek siyasetçiler,
kendilerini cesur açıklamalar yapacak şekilde yetiştirmişler. Bu isimler,
“ahlâkî kapitalizm” diye alabildiğine radikal ve yeni bir düşünce sisteminden
bahsediyorlar (Bu, krizde olan liberalizmle ilgili olarak başvurulacak,
Pinker’ın geliştirdiği donkişotvari Aydınlanma’dan daha iyi bir mecaz aslında:
Aristokrat bir ailenin üçüncü kuşağa mensup evladı, asaletin pelerinini zamanla
saadet zincirine dönüşmüş olan, havalimanıyla alakalı bir seminer dizisinin
reklâmı için kullanılabilecek bir sloganla üzerine geçirebileceğini düşünüyor).
Bu tür açıklamaların ardındaki dürtüyle Hollywood’daki mega stüdyoların benzer
satış haklarını tekrar tekrar gündeme getirmesine sebep olan dürtü aynı. Bazı
liberaller, Oprah, Michael Bloomber ve Beto O’Rourke’ta Trump dönemine yönelik
bir reddiye keşfettiklerine inanmalarını sağlayan da bu dürtü.
Teoride
modern liberalizm, özgürlük, piyasalar ve temsilî hükümetle alakalı bir dizi
fikirden ibaret. Pratikte ise o, politik bir duygulanımdan başka bir şey değil
ve tabiatına uygun olarak muhafazakârlaştı. Liberalizm, dünya düzeninin
sarsıldığı koşullarda hayatta kalmaya çalışan kapitalist piyasalara ve
kurumlara tüm mantıksızlığıyla iman eden kimi reflekslere tabi. Teoride o
ilerlemenin ideolojisi. Pratikte ise statükonun seküler teolojisi. Silikon
Vadisi’nin o allanıp pullanan korsanlarının, Wall Street’in ve çokuluslu
sermayenin hiyerarşik ilişkilere ve sömürüye gerekli kılıfı buldukları
mekanizma. Liberalizm, yönetme arzusu içerisinde olanları teslimiyete ve edepli
bir itaate zorluyor.
Eşitlik
yerine etikete, ahlâk yerine görgü kurallarına, program yerine usullere,
çatışma yerine uzlaşmaya, kamu yararı yerine özel şirketlerin kötülüğüne önem
veren liberaller, siyasetlerini İngiltere’deki muhafazakâr çizgiye mensup
Michael Oakeshott’ın bir vakitler önerdiği şekilde yürütüyorlar: her şeyi sabit
bir şekilde suyun yüzeyinde tut ve bir rota belirleme fikrine karşı çık. Oysa
bugün mesele şu: güneşten bronzlaşmış memurlarının güvertede her şeyin
istikrarlı bir şekilde seyrediyor oluşunu neşeyle karşıladığı koşullarda, gemi
suyun dibini boyluyor, üstelik alt kamaralardaki yolcuların çoğu çoktan
boğulmuş durumda.
Luke Savage
17 Aralık 2018
Kaynak
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder