I.
Krallık ve Cumhuriyet Döneminde Kilise
Şurası
açık ki sosyalizmin ruhban karşıtı siyaseti derken, dinî inançlara sosyalist
bir bakış açısı üzerinden saldırmayı kastetmiyoruz. Kitlelerdeki din, ancak
toplumsal sürecin insana hükmetmediği, bilâkis, insanın o sürece hükmedip onu
bilinçli olarak yönlendirdiği durumda tümüyle ortadan kalkacaktır. Kitleler,
toplumsal evrimi sosyalizmin verdiği eğitimle idrak ettiği ölçüde bu anlayış da
zamanla güçlenecektir.
“Din
özel mesele” olduğundan, tarafsız olmak ve dinî meseleler sadece samimi
kanaatlere ve vicdana atıfta bulunduğunda o meselelerin parçası olmamak
gerekmektedir. Fakat bu başka bir anlama daha sahip olan bir kuraldır. Söz
konusu kural, mevcut devlete yönelik bir çağrı olmakla birlikte, aynı zamanda
sosyalistlerin davranışlarını da tayin eden ilke hâlini alabilmelidir. Vicdan
özgürlüğü adına bizler, inananların inanmayanlar lehine olacak şekilde
yararlandıkları tüm imtiyazların kaldırılmasını talep ediyor, kilisenin devlet
bünyesinde hâkim bir güç hâline gelme girişimlerini şiddetle eleştiriyoruz. Bu,
bir inanç değil siyaset meselesidir, dolayısıyla farklı ülkelerdeki sosyalist
partiler, içinde bulundukları koşullar uyarınca, farklı taktikler benimseyebilirler.
Almanya
ve Fransa, birbirine zıt iki ayrı siyaset benimsedi. Almanya’da 1870 ve 1880’de
yürütülen Kültür Savaşı’na katılmakla kalmayan sosyal demokratlar, Cizvitlerin
geri dönmesi görüşüne de destek verdiler. Bizim partimiz, dinin özel mesele
olduğuna dair propagandayı fazla yürütmedi, kiliseye kamunun parasının
aktarılmasına mani olmasını isteme lütfunda da bulunmadı. Tabii ki yasama
meclislerinde bu yönde oy kullandık ama bu amaç doğrultusunda, mitinglerde,
basında veya mecliste gerekli propagandayı yürütmedik. Alman sosyal
demokratlar, dinî görüşlere ve dinî siyasete tesiri olan meselelere, sanki
pratikte cumhuriyetçi propaganda mevcut değilmiş, her sosyalist, doğalında
cumhuriyetçiymiş gibi, şerh düştüler. Kilisenin nüfuzu konusunda Fransa’da bu
türden taktiklere rastlamak pek mümkün değil. İki ülkede koşullar farklıdır.
Almanya’da din adamlarının ekseriyeti Protestan iken Fransa’da Katoliktir.
Elbette Almanya’da da Katolik vardır ama bunlar, çoğunluğu teşkil
etmemektedirler, üstelik on yıl önce zulüm de görmüşlerdir. Bismarck’ın
yürüttüğü kültür savaşı [Kulturkampf] doğalında Sosyalistlerle Katolikler
arasında bir ittifakın oluşmasını sağlamıştır, zira her iki kesim de aynı
dönemde aynı kanunların devreye soktuğu gerici akıl sebebiyle zulüm görmüştür.
Oysa bugün tam aksine Papacılar [Ultramontanistler] iktidardadır ve bu başarıyı
kilise değil, politik parti olarak elde etmişlerdir. Dolayısıyla sosyal
demokratlar, onlara belirli bir dini temsil etmedikleri için, gıda ürünlerine
yönelik vergilere, militarizme ve emperyalizme onay veren vekiller olarak
saldırabilirler. Esasen burada politik bir farklılık söz konusudur. Kilisenin
nüfuzu, kamusal hayatta ne kadar gerici bir nitelik arz ederse etsin, krallıkta
veya cumhuriyette kilise, farklı öneme sahip olmaktadır.
Krallıkla
yönetilen bir ülkede kilise, özünde devletteki iç uyumu bozmadan ona ait
mekanizmaya dâhil olmaktadır ve despotik bir öğreti olarak, temelde krallık
yanlısıdır. Bu anlamda kilise, bağımsız bir politik güç değildir. Diğer yandan
kilise ile aynı kaynaktan yetki ve güç temin eden, onun gibi kaynağı Tanrı olan
krallık, kilise kamusal hayata müdahil olduğu vakit onu ele geçirme noktasında
pek sıkıntı çekmemektedir. Protestan din adamları, ne kadar uysal ve dalkavuk
olursa olsunlar, Alman imparatoru birkaç yıl önce onların siyasete girmelerine
izin vermeyeceğini ilân etmek zorunda kalmıştır.
İtalya’da
karşımıza hükümetle Vatikan arasında cereyan eden bir mücadele çıkmaktadır.
Buradaki husumet, krallıkla kilise arasında değildir, iktidardaki iki seküler
egemen güçle gücünü yitirmiş olan diğer güç arasındadır. Rusya farklı bir
formda da olsa, kilisenin kamu otoritesine ve krallığa yardım ettiği başka bir
çarpıcı örnektir.
Bu
tür sebepler üzerinden, kamuoyuna ait bir organ olarak değerlendirilen,
cumhuriyetin temel ilkelerine fıtratı gereği karşı olan kilise, ilk bakışta
cumhuriyetçi Fransa’da dağılıyormuş gibi görünebilir. Devlete ait tüm
kurumların halkın egemenliğinde ve seçim yoluyla tayin edilmesi ilkesine karşı
gelen kilise, temelde orta sınıfa[1] ait saf seküler güç ilkesinin de
karşısında konumlanmaktadır. Kendi ruhuyla hareket eden, feodal bir nitelik arz
eden, krallık döneminden kalmış olan bir güç olarak kilise, doğalında devlete
ait bir organ olarak politik bağımsızlığa sahiptir ve cumhuriyetin bir düşmanı
olarak konumlanmaktadır. Dolayısıyla orta sınıfın Fransa’da teşkil ettiği
cumhuriyetin tarihinde din adamlarıyla mücadele, siyaseten asla
vazgeçilemeyecek bir kırmızıçizgidir. Ayrıca kilisenin okulları adım adım ele
geçirdiğinden, onları cumhuriyete karşı bir silâh olarak kullandığından,
cumhuriyetin ondaki muhalefeti alt etmek ve yaşanan dönemsel krizlerden çıkmak
için boşuna çırpındığından da söz etmek gerekmektedir.
Fransa’da
kilise ve ordu, birçok yönden benzer bir rol oynar. Dreyfus olayı ve
sosyalizmin krizi konusunda geçen sene Neue Zeit’a yazdığımız yazıda
dile getirdiğimiz biçimiyle:
“Üçüncü Cumhuriyet, bize
en kusursuz orta sınıf hükümeti türünü bahşedecek noktaya doğru evrilmiştir.
Ama aynı zamanda bu cumhuriyet, kendi çelişkilerini de geliştirmiştir.
Bunlardan biri de cumhuriyetin varlığının orta sınıfın elindeki meclisin ve
sömürgeci-emperyalist siyaseti uygulamaya sokması gereken daimi ordunun
otoritesine yaslanıyor olması ile ilgilidir. Güçlü bir krallıkta ordu, kast
tipi yapısıyla, yürütmenin elinde uysal bir araçtan ibaretken, cumhuriyette
ordu bağımsız bir güç hâline gelir ve devletin diğer kısımlarına zayıf bağlarla
bağlanır. Parlamenter cumhuriyette devleti sürekli farklı sivil isimler yönetir
ve başında başbuğ olarak eski bir debbağ da veya belagatli bir avukat da
bulunabilir.
Fransa’da,
orta sınıfın yürüttüğü çıkar siyasetinin ilgili sınıfı birbirinden kopuk
sınıflara böldüğü, onun en ufak bir sorumluluk hissine sahip olmadığı toplumsal
evrim sürecinde hükümet ve meclis, o sınıfın çıkarlar dünyasına ait bir
oyuncağa dönüşmüştür. Diğer yandan söz konusu evrim süreci orduyu
bağımsızlaştırmıştır. Kamu kurumlarının elinde bir araç olmak yerine ordu,
kendi çıkarlarına sahip bir grup hâlini almış, cumhuriyete rağmen hatta
cumhuriyete karşı cumhuriyeti hiç düşünmeksizin, kendi imtiyazlarını savunmaya
hazır olan bir yapıya dönüşmüştür.
Parlamenter
cumhuriyetle daimi ordu arasındaki çelişki, ancak ordunun sivil topluma iade
edilmesi, sivil toplumun bir ordu olarak örgütlenmesi yoluyla çözüme
kavuşturulabilir. O noktada ordu, artık sömürgeci fetihler için
kullanılamayacak, sadece milletinin savunulmasını düşünecektir.
Velhâsıl,
daimi ordunun yerini milisler almalıdır. Bu durumun gerçekleşeceği güne dek
içteki çelişki, kendisini dönemsel krizlerle, cumhuriyetle ordusu arasındaki
mücadelelerle, disiplinsizlik, çürüme ve kurumsal bağımsızlıkta karşılık bulan
mücadelelerle kendisini ele verecektir. Wilson olayı, Panama ve Güney
Demiryolları skandalları Dreyfus olayının birer muadilidirler.”
Kilisenin
ve ordunun cumhuriyete karşı işgal ettiği pozisyon kıyaslandığında, her iki
gücün arasında bir yakınlaşmanın yaşandığı, sonrasında Fransa’da ortaya çıkan
tüm politik krizlere krallığın rengini çaldığı görülmektedir. Cumhuriyetin bu
iki kurumu, kıyam ettikleri vakit her daim birleşmişlerdir.
Tıpkı
ordu ile cumhuriyet arasındaki çelişkinin daimi ordunun milis kuvvetlerine
dönüştürülmesi sayesinde çözülmesinde olduğu gibi, Katolik Kilisesi ile
cumhuriyet arasındaki çelişki de ancak kilise, bir kamu kurumu olmaktan
çıktığı, özel bir kurum hâline geldiği noktada, yani kilise devletten ayrılıp
ruhban sınıfı okullardan ve ordudan çıktığında, ayrıca mallarına el
konulduğunda ortadan kaybolacaktır.
Sosyal
demokrasi, orta sınıfa ait devletin kapitalist malları kısmen müsadere etmesini
istemez, bunun nedeni, onun müsaderelere karşı olması değildir. Bir sanayinin
örneğin demiryollarının toplumsallaştırılmasını istediğimizde biz, bu tedbir
basit mânâda müsadere yoluyla alınmışsa, buna karşı çıkmayız. Ama bu adım
yetmez. Belirli durumlarda, örneğin devletin bir sanayiye el koyması gerektiği
durumlarda, daha fazlası yapılmalıdır. Zira belirli bir sanayiyi devletin
işletmesi, mülkiyetin kapitalist niteliğinde herhangi bir değişikliğe yol
açmaz, hatta kimi durumlarda gerici devletin gücünün artmasına neden olur.
İsviçre’de görüldüğü üzere, bu korkunun makul bir zemini varsa, yani devletin
gücünün artması tehlikesi mevcutsa, orta sınıf hükümetinden sanayiye el
koymasını istemek, boş hayalcilik olacaktır.
Asıl
makul olansa, sosyal demokrasinin orta sınıfın elindeki devletten ortaçağa has
mülkiyet biçimlerine son vermesini istemesidir. Tekerdeki asıl “çomak”lardan
birisi budur. Yoksullara yardım, hastaların tedavisi, okullar gibi tüm
görevler, bugün modern devletin sırtındadır. Eskiden din adamlarının ifa
ettikleri bu görevleri devlet yerine getirmektedir. Ruhban sınıfının elindeki
mülkiyet, bugün orta sınıf toplumunda feodal dönemlerden kalan bir bakiyedir.
Görevlerine sadık olan her türden orta sınıf devrimi, kilisenin mallarına el
koymalıdır. Fransa’da böylesi bir tedbiri savunmuş olan ama aynı zamanda
seküler eğitim talep eden sosyalistler, bugün orta sınıf cumhuriyetçileri
ilkelerine uygun hareket etmeye zorlamaktadırlar.
Eğer
Fransız yoldaşlar, kendi ülkelerinde başka koşullarla ilişkili olan Almanlara
has taktikleri uygulamaktan ve cumhuriyetle kilise arasında otuz yıldır süren
politik mücadeleye katılmaktan imtina etselerdi ve tüm bu kavgaların
kendilerini ilgilendirmediğini söyleselerdi, kendilerini inkâr etmiş
olacaklardı ve pratik siyasete asla etki edemeyeceklerdi.
II.
Sosyalistlerde ve Orta Sınıfta Ruhban Karşıtlığı
Sosyalistler,
cumhuriyet karşıtı, gerici bir güç olan kiliseyle mücadele etmeli, orta sınıfla
ruhban karşıtlığı konusunda uzlaşmamalı, aksine ondan kurtulmalıdır. Son on
yıldır rahiplere karşı verilen gerilla savaşı sayesinde Fransız orta sınıf
cumhuriyetçileri, işçi sınıfının dikkatini toplumsal meselelerden uzaklaştırma
ve sınıf mücadelesini güçsüzleştirme imkânı bulmuşlardır. Ruhban karşıtı
siyaset, aynı zamanda Radikal Parti’nin yegâne varlık sebebidir. Gelgelelim son
otuz yılda sosyalizmin yaşadığı yükseliş sayesinde bu tür partilerin
programları beş para etmez hâle gelmişlerdir.
Orta
sınıf partileri açısından devlete karşı mücadele bir araç değil, amaçtır.
Özünde bu, belirli bir hedefe ulaşmayacak bir mücadeledir. Orta sınıf,
mücadelenin sonsuza dek süreceğini düşünür, dolayısıyla devletin kalıcı bir
kurum olduğuna kanaat getirir. Daha önce dile getirdiğimiz gibi, sosyalistler,
orta sınıfın ruhban karşıtı mücadelesiyle yetinmemeli, onun hasım olduğunu
bilmeli, ruhban karşıtı orta sınıfın kiliseye karşı verdiği mücadelede onun
maskesini indirmesini bilmelidirler.
Sosyalizmin
ruhban karşıtlığı ile orta sınıfın ruhban karşıtlığı arasındaki fark, programın
kapsamı ve kararların ağırlığı değil, çıkış noktasının çok farklı oluşu ile
ilgilidir. Orta sınıf cumhuriyetçilerin son otuz yıldır kiliseye karşı
yürüttükleri, zerre ümit taşımayan, hatta böyle olması için de epey uğraş
sarfedilmiş olan mücadeleleri, belirli bir niteliğe kavuşmakta, bu
cumhuriyetçiler, iki farklı sorun üzerinden suni bir ayrışmaya maruz
kalmaktadır. Tek ve ayrılması mümkün olmayan bu politik sorunlar bağlamında söz
konusu cumhuriyetçiler, dinî bir kuruma değil de devlete bağlı yardımcı papaz
veya rahipler anlamında seküler ruhbanla bekaret ve itaat konusunda yemin edip
dinî kuruma bağlı olan nizami ruhbanı farklı görmekte, dinî tarikatları göz
ardı etmektedirler. Oysa asıl mesele, kilisenin devletten ayrılmasıdır. O
Gordiyon düğümünü tek darbede kesip atmak yerine, dinî tarikatların mallarına
el koyup ruhban sınıfına verilmiş tüm idari görevleri ortadan kaldırmak ve
kamusal ibadetle ilgili bütçeyi kısmak suretiyle cumhuriyetçiler, sadece yetki
dışı tarikatlara saldırmaktadırlar. Kiliseyle devleti ayırmak yerine bu
cumhuriyetçiler, dinî tarikatları devlete bağlamaya çalışmaktadırlar. Okullar,
dinî tarikatların elinden alınsa da kiliseye ağır bir darbe indirilememektedir,
zira kilise, hâlen daha bir devlet kurumu olarak görülmektedir. Bu konuda
Fransız başbakanı Waldeck-Rousseau’ya bağlı bakanlık tipik bir örnektir.
Dolayısıyla, Radikal Parti’ye bağlı bakanlıkların ve meclis çoğunluğunun aldığı
o acınası ruhban karşıtı tedbirlerinin daha kapsamlı reformların başlangıcı
olduğunu, soruna kısmi de olsa bir çözüm sunduğunu kimse söyleyemez. Bilâkis,
tarikatlara yönelik olarak yürütülen bu yavan mücadele, ancak saldırıyı en
hassas yerinden kırar ve din adamlarının pozisyonlarını korumalarına katkı
sunar. Bu sebeple kilise, orta sınıf cumhuriyetçilerin uydurduğu hikâyeye,
seküler din adamları ile nizami din adamları arasında belirli bir karşıtlık
olduğuna dair hikâyeye dair inancı sürekli beslemektedir. Kilise, bu inancını
açıktan sergilenen düşmanlıklar yoluyla, dışa vurmaktadır.
Sonuçta
orta sınıf ruhban karşıtlığı gerçekte, orta sınıfa has anti-militarizmde
görüldüğü üzere, kilisenin gücünü pekiştirir. Dreyfus Olayı, bu
anti-militarizmin doğasında olan olgulara sadece temas etmekle yetindiğini
ortaya koymuştur. Bu olay, generallerin bulaştıkları yolsuzluğu temize çekmiş,
pratikte orduyu daha da güçlendirmiştir.
Sosyalizmin
ilk ödevi, söz konusu siyasetin maskesini indirmektir. Bunun için sosyalist
hareketin eksiksiz bir din siyaseti ortaya koymalı ve onu orta sınıf
cumhuriyetçilerin kuşa çevrilmiş olan programının karşısına çıkartmalıdır. Ama
öte yandan sosyalistler, parlamentarist Radikal Partililerin yürüttükleri
zavallı hilelere dayanan mücadeleye eleştirme gereği duymadan katılacak
olurlarsa, bu orta sınıf “rahip yiyiciler”in[2] her şeyden önce proletaryanın
düşmanı olduğunu söylemezlerse, o vakit cumhuriyetçi ruhban karşıtları
amaçlarına ulaşırlar ve sınıf mücadelesi yozlaşır. Din adamlarındaki
gericilikle mücadele ümitsiz bir hâl almakla kalmaz, ayrıca orta sınıf ile
işçilerin ortak eyleminden kaynaklanan, cumhuriyetçiliğin ve sosyalizmin
birlikte göğüsleyeceği tehlike, hiç şüphesiz, kilisenin gerici saldırılarından
kaynaklanacak güçlüklerden daha büyük olacaktır.
Dolayısıyla
kanaatime göre, Fransa’da sosyalizm şu siyaseti gütmelidir: Sosyalistler, ne
Alman sosyal demokratların ne de Fransız Radikallerin taktiklerini benimsemeli;
sadece cumhuriyet karşıtı kiliseye bağlı gerici güçlere değil, ayrıca orta
sınıfta görülen din adamı karşıtı riyakârlığa da saldırıp ona diz
çöktürmelidir.
Rosa Luxemburg
Leipziger Volkszeiting
The Social Democrat
Ağustos 1903
Kaynak
[İlk
Yayınlandığı Yer ve Tarih: (Fransızca olarak) Le Mouvement socialiste,
1 Ocak 1903 (Bir ankete cevaben).]
Ayrıca
bakınız: “Sosyalizm ve Kilise”
Dipnotlar:
[1] On dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başlarında Fransızca bir
kelime olan burjuvazi İngilizceye çoğunlukla “orta sınıf” yani
proletarya ile aristokrasi arasındaki sınıf olarak tercüme edilmiştir.
Dolayısıyla, bugün okurların metinde geçtiği yerde orta sınıf yerine burjuvazi
kelimesini koymaları gerekmektedir.
[2]
Fransızca orijinali şu şekilde: “bourgeois mangeurs de prêtres. Mangeurs de
prêtres” ifadesi, düz mânâda “rahip yiyiciler” demek ama deyim olarak ele
alındığında muhtemelen burada “rahiplerden nefret eden burjuvalar”
kastediliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder