Pages

15 Kasım 2018

Politik Kayıtsızlık

“İşçi sınıfı, kendisini politik bir parti olarak teşkil etmemeli; herhangi bir bahaneye sarılarak, politik eyleme girişmemeli, zira devletle mücadele etmek onu tanımak demektir ki bu, özünde ebedi ilkelere aykırıdır. İşçiler greve gitmemelidirler; zira ücret artışı için mücadele etmek veya ücretlerdeki düşüşe mani olmak için uğraşmak, ücretin kendisini tanımak demektir ki bu da işçi sınıfının kurtuluşu ile ilgili ebedi ilkelere aykırıdır!”

“Burjuva devletine karşı politik mücadele içerisine girdikleri takdirde işçiler, ancak belirli tavizler koparmayı başarırlar, o noktada uzlaşmak denilen o suçu işlemiş olurlar ki bu da ebedi ilkelere aykırıdır. İngiltere ve ABD’deki hareketlere benzer tüm barışçıl işçi hareketleri, politik mücadele yürütmek denilen o kötü alışkanlıktan muzdariptirler, dolayısıyla her daim hakir görülmektedirler. 

İşçiler, çalışma günlerinin sayısını hukukî düzlemde sınırlamak için mücadele yürütmemelidirler, zira bu, taviz verildiği noktada, on dört veya on altı saat yerine on-on iki saat sömürecek olan efendilerle uzlaşmak demektir. İşçiler, on yaşın altındaki çocukların fabrikalarda çalışmalarına mani olacak bir mücadele içine bile girmemelidirler, zira bu tür araçlarla on yaşından büyük çocukların sömürülmesine bir son veremezler, dolayısıyla, yeni bir tavizin altına imza atarlar ki bu taviz, ebedi ilkelerdeki saflığı lekeleyecektir.”

“ABD’de yaşandığı biçimiyle işçiler, bütçesi işçi sınıfından alınanlardan oluşan devletin işçi çocuklarına temel eğitim vermesini istememelidirler, zira temel eğitim eksikli bir eğitimdir. İşçi kadınlar ve erkekler için en hayırlısı, devletin yönettiği bir okulda eğitim veren bir öğretmenden eğitim almak değil, okumaması-yazmaması, hesap bile yapamamasıdır. Ebedi ilkeleri ihlal edeceğine işçiler, cahil olmalı, on altı saat çalışmalıdırlar.”

“Eğer işçi sınıfının politik mücadelesi, şiddet araçlarına başvuracak olursa ve işçiler, burjuva sınıfının diktatörlüğü yerine kendi devrimci diktatörlüklerini ikame ederlerse, ilkeleri ayaklar altına almış olacaklar, böylelikle korkunç bir suç işleyeceklerdir, zira o sefil, dünyevi ve gündelik ihtiyaçlarını karşılamak ve devleti ilga edip burjuvazinin silâhlarını almak yerine burjuva sınıfının direnişini kırmak için işçiler, devlete devrimci ve geçici bir form kazandıracaklardır. Hatta işçiler her sektörde sendika kurmamalıdırlar, çünkü bunu yapmak suretiyle onlar, burjuva toplumunda karşılaştıkları toplumsal işbölümünü ebedileştireceklerdir. Söz konusu işbölümü, işçi sınıfını paramparça etmektedir ve mevcut köleliğin gerçek temelidir.”

“Hâsılı, işçiler kollarını birbirine kavuşturup politik-ekonomik hareketlerle vakit kaybetmeye artık son vermelidirler. Bu tür hareketler, kısa vadeli sonuçlar dışında hiçbir şey üretmezler. Gerçek birer dindar olarak işçiler, gündelik ihtiyaçlarını küçümsemeli ve iman dolu bir dille konuşabilmelidir. Varsın sınıfımız çarmıha gerilsin, varsın soyumuz kurusun, yeter ki ebedi ilkelerimiz pirüpak kalsın! Mütedeyyin Hristiyanlar gibi işçiler de kendi papazlarının sözlerine iman etmeli, budünyanın nimetlerine yüz çevirmeli ve sadece cennete gitmeyi düşünmelidirler.”

Burada “cennet” kelimesinin yerine “toplumsal arınma” ifadesi konulabilir. Bu arınma süreci, dünyanın her köşesinde gerçekleşecektir; onun nasıl yaşanacağını, kimin gerçekleştireceğini kimse bilemez. Her durumda gizemlileştirme yöntemleri birbirine benzemektedir.

“Bu sebeple şu ünlü toplumsal arınmayı beklerken işçi sınıfı saygın bir tavır içerisinde olmalı, besili bir koyun sürüsü gibi hareket etmeli, devlete bulaşmamalı, polisi korkutmamalı, kanunlara saygı göstermeli ve savaşa en önde gidip ölen askerler gibi, asla şikâyet etmemelidir.”

“Gündelik pratikte işçiler, devletin en itaatkâr hizmetçisi olmalı, ama devleti kalplerinde tüm zinde hâlleriyle protesto edebilmeli, onu teorik olarak hakir görürken, ilgasıyla ilgili edebi tezleri edinip okumak suretiyle gerekli kanıtları sunabilmeli, bu nefret edilen rejimin varlığının son bulacağı, geleceğin toplumuna dair o nutuklardan uzak durup kapitalist rejime karşı asla direniş sergilememelidir”.

Politik kayıtsızlığın, nemelazımcılığın havarileri, kendilerini böylesi bir netlikte ifade etseler, işçi sınıfı onları hemen başından savar, her türden gerçek mücadele aracını işçi sınıfına yasaklayacak kadar aptal veya nahif olan doktriner burjuva ve yersiz yurtsuz beylerin hakaretine uğradığı için öfkelenirdi. Çünkü mücadelede kullanılacak tüm silâhlar, verili hâlleriyle, mevcut toplumdan temin edilmelidirler. Mücadele, içinde bulunduğu kötü koşullarda, belirli bir talihsizlikle yüz yüzedir ve bu talihsizlik, mücadelenin sosyal bilimler alanında aktif olan, mevzubahis doktorların Özgürlük, Özerklik, Anarşi gibi isimler verdiği ve tanrıymış gibi yücelttiği idealist fantezilere kendisini uyarlamamasıyla alakalıdır. Oysa işçi sınıfı hareketi bugün çok güçlüdür, öyle ki yardımsever tarikatçılar, ekonomik mücadele konusunda o büyük hakikatlerini papağan gibi tekrarlayıp duramamaktadırlar. O beyler, aynı hakikatleri politik mücadelenin öznesiyle ilgili olarak, sürekli dillendirmektedirler. Onlar o kadar korkaktırlar ki aynı lafları grevler, aynı sektörü kapsayan sendikalar, kadın ve çocuk emeği ile ilgili kanunlar ve işgünlerinin sınırlandırılması gibi konularda sarf edememektedirler.

Şimdi de onların mütevazı, iyi niyetli ve ebedi ilkelere, o hayırlı olan eski geleneklere geri dönmelerinin hâlen daha mümkün olup olmadığına bir bakalım.

İşçi sınıfının militan bir sınıf hâline gelmesini sağlayacak toplumsal koşulların henüz yeterli düzeyde olmaması sebebiyle Fourier, Owen, Saint-Simon gibi ilk sosyalistler, kendilerini, gelecekte kurulacak model toplumla alakalı düşler kurmakla sınırlandırdılar, dolayısıyla, işçilerin ellerine geçen payı artırma amacıyla devreye soktukları grev, kurumsallaşma veya politik hareket gibi tüm girişimleri mahkûm ettiler. Gelgelelim, tıpkı kimyacıların, önceli olan simyacıları redde tutamayacakları gibi bizim de sosyalizmin bu kurucu babalarını redde tutmamız mümkün değildir, ama öte yandan da biz, onların yanlışlarından da uzak durmalıyız. O yanlışları yaparsak bu, affedilmez bir hata olacaktır.

Sonrasında, 1839’da İngiltere’deki işçi sınıfının politik ve ekonomik mücadelesinin dikkat çekici bir nitelik kazandığı bir dönemde Owen’ın müritlerinden olan ve Proudhon’dan çok önce mutualizm fikrini keşfeden Bray, “Emeğin Yanlışları ve Emeğin Dermanı” isimli bir kitap yayımladı.

Bugünkü mücadelenin belirlediği tüm çarelerin verimsiz olduğunu söyleyen bölümde Bray, İngiliz işçi sınıfının politik veya ekonomik faaliyetlerini şiddetle eleştiriyor, politik hareketi, grevleri, çalışma günlerinin sayısının kısıtlanmasını, fabrikalarda kadın ve çocukların sayısının azaltılmasını mahkûm ediyordu. Bu eleştiri, temelde toplumun mevcut hâlinden kaçıp kurtulmamıza değil, aksine, bizim o hâl dâhilinde yaşamamızı ve çelişkilerin daha da derinleşmesini sağlamasıyla alakalıydı.

Bu tür tespitler yapan, sosyal bilimler alanında faal olan doktorların başını ise Proudhon çekiyordu. Üstat, mutualizmin kurtuluşla alakalı teorileriyle çelişen, grev ve kurumsallaşma gibi tüm ekonomik faaliyetlere candan karşı çıktığını beyan edecek kadar yürek yemişse de yazıları ve kişisel pratiğiyle işçi sınıfı hareketini teşvik ediyor, müritleri, sınıf hareketine karşı olduklarını açıktan beyan edemiyorlardı. 1847 gibi erken bir tarihte üstadın “Ekonomik Çelişkiler Sistemi” isimli o muhteşem çalışmasının raflarda yerini aldığı günlerde ben, işçi sınıfı hareketine karşı çıkan bu türden, safsatalarla yüklü önermeleri tek tek çürütmüştüm.[1] Buna karşın, 1864 yılında, kısıtlı da olsa Fransız işçilerine kurumsallaşma hakkı bahşeden Ollivier Kanunu sonrası Proudhon, ölümünden birkaç gün sonra yayınlanan İşçi Sınıfının Politik İmkânları isimli kitapta dile getirdiği suçlamaya geri döndü.

Üstadın yazıları, tam da burjuvazinin damak tadına uygun çalışmalardı. Öyle ki The Times, 1866’da Londra’da gerçekleşen o büyük terzi grevi üzerine, onu onurlandırarak, kitabını tercüme etti ve üstadın cümleleriyle grevleri mahkûm etme imkânı buldu. Çalışmadan şu tarz bir seçki yapmak mümkün.

Rive-de-Gierli madenciler greve gittiler; askerlere onları yola getirme görevi verildi. Bu noktada Proudhon şöyle haykırdı:

“Rive-de-Gierli madencilere kurşun sıktıran devlet ahlâksızlık etmiştir. O, tıpkı Brütüs gibi, babasına olan sevgisiyle danışmanlık görevi arasında sıkışıp kalmıştır. Cumhuriyeti kurtarması için onun evlatlarını feda etmesi gerekmiştir. Bu aşamada Brütüs, zerre tereddüt etmemiştir, dolayısıyla gelecek nesiller onu kınayacak cürete sahip olmayacaktır.”[2]

Oysa proletaryanın hafızasında burjuvazinin çıkarları için işçileri feda ederken tereddüt ettiğine dair tek bir kayıt bulunmamaktadır. Varsın Brütüs tepeden tırnağa burjuva olsun, neye yarar!

“Hayır, tıpkı sahtekârlık yapmanın, çalıp çırpmanın, ensest ilişkiye girmenin veya zina yapmanın bir hak olmaması gibi kurumsallaşma da bir hak değildir.”[3]

Anlaşılan o ki aptallık diye bir hak mevcut.

Peki şu gizemli aforoz etme girişimlerine dayanak oluşturan ebedi ilkeler de neyin nesi?

İlk ebedi ilke: “Emtia fiyatlarını ücret oranları belirler.”

Politik ekonomi bilmeyen, büyük burjuva ekonomisti Ricardo’nun 1817’de yayınlanan Politik Ekonominin İlkeleri isimli çalışmasından haberdar olmayanlar bile uzun zamandır yapılan bu hatayı anında ortaya çıkartır ve şu gerçeği idrak eder: Britanya’da endüstri, kendi ürünlerini diğer tüm uluslardan daha düşük fiyatlara satabilmektedir, oysa İngiltere’de ücretler, diğer tüm Avrupa ülkelerine kıyasla daha yüksektir.

İkinci ebedi ilke: “Kurumlara yetki veren kanun alabildiğine hukuk dışıdır, ekonomiye aykırıdır, her türden toplumla ve düzenle çelişmektedir.”[4] Hâsılı bu kurumlar, “ekonomi sahasında geçerli olan serbest rekabet hakkına da karşıdırlar.”

Eğer üstat bu kadar şovenist olmasaydı, ekonomideki serbest rekabet hakkıyla çelişen bir kanunun İngiltere’de kırk yıl önce nasıl yürürlüğe girebildiğini, ayrıca serbest rekabetin yanı sıra endüstrinin de gelişmesiyle, her türden topluma ve düzene aykırı olan bu türden kanunun kendisini burjuva devletlere bile bir zaruret olarak nasıl dayattığını kendisine sorardı. Ayrıca bu hakkın (büyük H ile Hakkın) sadece burjuva politik ekonomi okuluna mensup Zırcahil Kardeşler’ce kaleme alınan Ekonomi El Kitapları’nda bulunduğunu keşfeder, bu tür el kitaplarında “mülkiyet (yazarlar söylemiyor ama biz ekleyelim: “başkalarının”) emeğin(in) semeresidir” türünden incilere rastlardı.

Üçüncü ebedi ilke: “Bu nedenle, işçi sınıfını toplumsal anlamda aşağıda olduğu koşullardan kurtarıp onu yüceltmek için yurttaşlar sınıfının, patronlar sınıfının, müteşebbisler sınıfının, efendilerin ve burjuvazinin karşısına dikilmek gerekmektedir. Orta sınıfın o kıymetsiz mensuplarını hakir görüp onlardan nefret etmek için işçi demokrasisine can vermek zaruridir. Kanunî baskılara ticari ve endüstriyel savaşı; polise sınıfsal çelişkiyi tercih etmek şarttır.”[5]

İşçi sınıfının o bahsini ettiği “toplumsal anlamda aşağıda olduğu koşullardan” kurtulmasına mani olmak için üstat işçi sınıfını, Proudhon gibi sınıfsal çelişkiyi değil polisi tercih eden, efendiler, müteşebbisler ve burjuvaziden oluşan o saygın insanlarla dolu kategoriyle çatışma içerisindeki bir sınıf hâline getirecek kurumsallaşma pratiklerini mahkûm etmektedir. Bu saygın sınıfa yönelik her türden saldırıdan uzak durmak adına bizim iyi kalpli Proudhon’umuz, (her ne kadar ciddi kimi dezavantajları olsa bile, o mutualist düzen tesis edilene dek) işçilere ya hürriyet ya da rekabet tavsiye edebilmekte, bunların bizim “yegâne güvencemiz” olduğunu söylemektedir.[6]

Ekonomi söz konusu olduğunda üstadımız, kayıtsızlıktan başka bir şey vaaz etmemektedir. Bu noktada onun gayesi, burjuva hürriyetini veya rekabeti yegâne güvencemiz olarak muhafaza etmektir. Müritleri kayıtsızlığı politik konularda da salık vermektedirler. Onların gayesi ise yegâne güvencemiz olarak gördükleri burjuva hürriyeti muhafaza etmektir. Eğer bunlar gibi politik kayıtsızlık vaaz edip durmuş olan ilk Hristiyanlar, kendilerini mazlumdan zalime dönüştürecek bir imparator eline ihtiyaç duyduklarına göre, politik kayıtsızlık dininin günümüzde faal olan havarileri, kendi ebedi ilkelerinin dünyevi zevklerden ve burjuva toplumunun sunduğu geçici imtiyazlardan uzak durmayı gerekli kıldığına asla inanmamaktadırlar. Oysa bizim, onların fabrikalarda işçilerin sırtına aşırı yük misali binen on dört veya on altı saatlik çalışma sürelerine destek verirken ilk Hristiyan şehitler kadar sabır gösterdiklerini görmemiz gerekmektedir.

Karl Marx
1873
Kaynak

[İlkin 1874 yılında İtalyanca olarak Almanacco Repubblicano per l'anno’da (“Yıllık Cumhuriyet Almanağı”nda) yayımlandı.]

Dipnotlar:
[1] P. J. Proudhon, Système des contradictions economiques, ou philosophie de la misère (1846). Marx, bu çalışmaya Felsefenin Sefaleti (1847) isimli kitabıyla cevap vermiştir.

[2] De la Capacité politique des class ouvrières, Paris, 1865, s. 413. Proudhon’un hakkını teslim etmek lazım: Proudhon, Fransız devletinin eylemlerini meşrulaştırmaz çünkü o, “çelişkiler”i mevcut toplumsal düzene ait kaçınılmaz bir kötülük olarak görür.

[3] A.g.e., s. 421.

[4] A.g.e., s. 424.

[5] A.g.e., s. 426.

[6] A.g.e., s. 422.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder