Yıllar önce Aziz Nesin, aslında ülke insanının
yeterince et tüketememesinden dem vuruyor, o ünlü “halkın yüzde altmışı aptal”
lafını, halkın yüzde altmışlık kısmının et tüketemediği haberi üzerinden
dillendiriyordu.
Bugünse gene kriz var ve insanlar, iki yüz gram kıyma
almadan önce epey bir düşünmek zorundalar. Devlet, bu iaşenin dağıtımı ve
temini noktasında belirli bir role sahip. Ama mevcut uluslararası, bölgesel ve
ülkesel kriz şartlarında bu rol ifa edilemiyor. Bu yönde halkı kışkırtma ve
ayaklandırma derdine düşmeyen sol ise derhal veganizme sarılıyor. Veganizm,
bunun için var. İnekleştirilen insanoğlu, sorumluluklardan ve yükten
kurtuluyor, zira bu, üst-insan için atılan bir adım.
Zamanla devlet, halkla ilgili sorumluluklarından
sıyrılıyor, giderek, şirket gibi idare ediliyor, içerik ve biçim buna göre
oluşuyor. Ve tabii sol da içeriğini ve biçimini buna göre oluşturuyor. Devlet
denilen tencereye uygun bir sol kapak bulunuyor.
Etin yenemediği koşullarda, muhtemelen devlet eliyle,
bir “şarbon paniği” piyasaya sürülüyor, böylelikle et yememe ile alakalı
gerilim azaltılıyor, kontrol altına alınıyor, kaynağı bilinmeyen bir korku tüm
ülkeyi sarıyor, insanlar, “zaten yenecek bir hâli de kalmamış etin” diye
düşünüyorlar.
Tam bu sorumluluğun ortadan kalktığı ortamda veganlar
sahneye çıkıyorlar ve “tüm et satışları durdurulsun” diye basın açıklaması
yapıyorlar. Açıklama, tabii ki, istediğinde “Kadın”, istediğinde “Kürd”,
istediğinde “Özgürlükçü Gençler”, istediğinde “LGBT” partisi olan, neticede
hiçbir şey olamayan örgütün (ESP’nin) bürosunda yapılıyor.
Esasında bu başlıkların tamamı, ilgili sorumluluklar
bağlamında tekrar tekrar eleştirilmeyi bekliyor. Misal, burjuva TV kanalları
birden hayvan sevici oluveriyor, bu yönde faaliyet yürütenler devreye
sokuluyor, sokakta rahatça hayvan gezdirmek isteyen burjuvalar ve yarenleri,
gerekli düşmanı da temin ediyor: “Başörtülü bir kadın, elindeki sopayla
tasmasız köpek gezdiren kadına saldırdı” haberi yapılıyor hemen. Oysa sokakta
tasmasız köpek gezdirmek yasak!
Et yiyemediğimiz koşullarda, Batı kaynaklı haberler
servis ediliyor. Sosyal medya, birden Maduro’ya yönelik küfürlerle bezeniyor.
Nusret, muhtemelen devletin dış PR çalışması
bünyesinde örgütlenmiş bir isim. Türkiye devleti ile kurulan ilişkiler
bünyesinde Maduro’yu lokantaya götürüyorlar. Onca baskının orta yerinde Maduro,
Türkiye gibi bir nefes borusu bulduğuna sevinerek, et yiyor. Hemen “kendi
memleketinde insanlar et yiyemezken, Maduro et götürüyor” haberleri
pişiriliyor. Newsweek gibi mahfiller, bu haberi servis ediyorlar. Kendi
ülkesinde “et satışları yasaklansın, herkes vegan olsun” diyen veganlara tek
laf etmeyenler, tüm mızraklarını Maduro’ya sivriltiyorlar. Bunların bir kısmı,
“biz devletçi-iktidarcı sol değiliz, üretim güçlerinin gelişimine uyumlu siyasetimiz
var bizim” diyenler (ESP). Bu siyaset, AKP’ye sırf devletle iç içe ve iktidarla
sarmaş dolaş olduğu için kızıyor. Bunlar, AKP muhalif iktidar partisi iken,
liberal mahfilken ona pek kızmıyorlardı.
Nusret’in şovu, et yemenin seksi, özel, sadece belirli
kesime ait bir pratik olduğunu anlatıyor bir yanıyla. Et yemenin gündemden
düştüğü gerçekliğe dair bir mecaz o. Nusret, batıda “tuz güzeli” olarak
anılıyor. Eti koruyan tuz, bu vasfından sıyrılıyor, süse, renge dönüşüyor. Tuz,
şovda bir tür “sperm” mecazı olarak kullanılıyor. Zihinlere et yemenin özel
kişilere ait pratik olduğu fikri kazınıyor.
Yani devlet, belirli bir alanla alakalı
sorumluluğundan vazgeçiyor, hemen piyasaya, o sorumluluğun boş, anlamsız hatta
zararlı olduğunu söyleyen bir örgüt sürülüyor. Tesadüf mü bu?
Bu arada belirtmekte fayda var: bize yönelik
eleştiriyi, esas olarak “sola fazla saldırıyorsunuz” olarak özetlemek mümkün.
Ama bu lafı edenler, Marx, Lenin, bilcümle Marksist yazında sola
saldırıldığını, solun eleştirildiğini görmüyorlar. Üstelik bu isimler, neden “solcu”
olduklarını da izah etmiyorlar.
Dahası, bu feveranda “koministler malınızı, karınızı
elinizden alacak” diyen köy ağasının yaygarası var.
TİP’lilerin mitingi öncesinde ağa, köylüleri uyarıyor,
söz konusu lafı ediyor, köylünün biri, “sen kendi derdine yan” diyor ağaya.
Ağadaki, kendi derdini genele yayma iradesi, bu solcularda da var. Yani aslında
biz, sol denilen yapıda faal ve güçlü olan devletle burjuvaziye saldırıyoruz,
bu saldırı karşısında birileri çıkıp “sola saldırıyorlar, koşun” diye
bağırıyorlar.
Sonuçta Maduro, bir ülkenin sorumluluğunu üstlenmiş.
Onun eşit bireylerden biri olarak değerlendirip, “ben öyle yapmazdım, bence
yanlış” diyerek eleştirmek doğru değil. Daha dün Venezuela temelli “yirmi
birinci yüzyıl sosyalizmi” edebiyatına sarılanlar, daha ilk sarsıntıda
Venezuela’yı düşmana satıyorlar. Asıl yanlış bu… Maduro’yu Tayyip üzerinden
eleştirmek, Tayyip karşıtı CHP solculuğunun işi olmalı. Süreçler, dönemler ve
durumlar farklı saiklerle değerlendirilmeli.
Görünenler, görünümler dünyasına hapsolmuş olanlar, ne
sınıfları ne de politik dinamikleri görebiliyorlar. Sadece bireysel ihtiyaçlarını
önemseyebiliyorlar. AKP karşıtı pratikleri de bu ihtiyaçlar üzerinden
biçimleniyor. “Özgürce içmek, giyinmek, yaşamak istiyorsan, AKP’ye karşı çık”
deniliyor. Burada “AKP niye var?”, “neleri örtüyor, neleri açığa çıkartıyor?”
sorularının cevabına hiç bakılmıyor. Bireysel vasıflar ve özellikler, Tayyip
denilen birey-düşman karşısında koruma altına alınıyor, buna da “siyaset”
deniliyor. Bireyi aşan kolektif meselelere karşı sorumluluk, anti-Tayyip
siyasetinin duvarına çarpıp dağılıyor. Bu siyasetin havalimanı işçilerinin
taleplerine gülüp geçiyor olması lazım!
Sonuçta zaten artık kimse, tahtakurularından devrime
uzanan yolu zerre düşünmüyor. Çünkü artık onların, köprülerin,
havalimanlarının, kapitalist-emperyalist üretim güçlerinin gelişimine
ayarladıkları siyasetleri, eylemlerde bireylere dağıtılan güneş kremleri var.
Eren Balkır
19 Eylül 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder