Bir komünist hareket var ve halkın şahdamarında, derin ve
sessiz yürüyor. Onu kendinde boğmak isteyen her küçük burjuva, onu kendisine
mahkûm etmek derdinde. Derdimiz, o hareketi özgürleştirmektir.
Bir sol özne partiyi, diğeri kadroyu, bir başkası da
kitleyi sabite olarak belirliyor. Sonra piste çıkıp yarışıyorlar. İçi boş,
soyut bir parti, içi boş soyut bir kadro veya kitle ile kıyasıya bir yarış
içerisine giriyor. Solun serencamı bu.
Burjuvazi ve devlet, kendisine göre bir sol talep
ediyor. Solun eksikleri işaret etmesi, bir görevi yerine getirmesi, vicdanı
veya aklı birileri adına örgütlemesi isteniyor. Her zaman burjuvalar ve devlet,
sol içerisine adamlarını yerleştirmeyi biliyor. Aşağının kontrolü ve disiplini
bu sayede vücud buluyor. Sol, sermayenin ve devletin vicdanı olarak örgütlenmek
istiyor, tek muradı bu.
Sovyetler’in çözüldüğü momentte, seksen sonrası Sovyet
siyasetine yanaşmış koca bir örgütün lideri, sessiz sedasız İstanbul’a geliyor
ve kendisini devlete teslim ediyor. Yakalanma süsü verilen bu operasyon,
beraberinde teoriyi ve pratiği de vuruyor. Bu, münferit bir olay değil. O
günlerde 12 Eylül momentinde direnmemiş, savaşmamış örgütler, başka bir
merhaleye geçiyorlar. Çünkü ülke, ülkenin sermayesi ve devleti başka bir
merhaleye geçiyor. O merhale konuşuyor, sol örgüt şahsında.
Devlet ve burjuvazi, en çok doksanlarda sola nüfuz
etme imkânı buluyor. İşi boşa düşürmeye dönük pratik, bu dönemde yoğunlaşıyor
ve solcular, devletsiz ve/veya burjuvazisiz hayatın olmayacağına ikna
ediliyorlar. Devlet ve burjuvazi analizleri, onların zaruri olgular oldukları
üzerinden biçimleniyor. Sol, azınlık olan devlete ve burjuvaziye kendilerini
köpürtme imkânı sunuyor. Onun için var. O varlık bilinciyle hareket ediyor.
Sol, devletsiz ve/veya burjuvazisiz hayatın ütopya
olduğundan dem vuruyor. Bu sebeple “sömürüsüz kapitalizmin olabileceğinden”,
“proletarya diktatörlüğünün Paris Komünü’nün Marx’a bulaştırdığı bir hastalık
olduğundan” bahsediliyor. Bağlar böyle çözülüyor, bağlam bu şekilde dağılıyor.
Herkes, kendisine tevdi edilen görevini ifa ediyor ve bunu illaki
"devrimcilik" veya "sosyalistlik" sosuna buluyor.
Söz konusu çözülme ve bağlamsızlaşma sayesinde parti,
kadro ve kitle, içi boş, balon misali, bu sayede yükselme imkânı
buluyor. Onları ayrı tezgâhlarda satanlar, prim yapıyorlar. Mücadeleden
kaçırılan parti; kadro ve kitleyi alaya alıyor; mücadeleden kaçırılan kadro;
parti ve kitleyi küçük görüyor; mücadeleden kaçırılan kitle; parti ve kadrodan
tiksiniyor. Bunları sermaye ve devlet istiyor. Sermaye ve devletten özgürleşmeyen
irade, bu alaycılığı, küçük görmeyi ve tiksintiyi görmüyor.
Doksanlar, mücadeleden kaçış imkânlarının
araştırıldığı bir momenti ifade ediyor. Yenilgimizin ve teslimiyetin
sebeplerini orada aramak gerekiyor. Ne yapamadıysak orada yapamadık, ne
diyemediysek orada diyemedik.
Siyasetin devlete ve burjuvaziye teslim edildiği
koşullarda, partinin, kadronun ve kitlenin de içi boşalıyor. Yelkenler,
oralardan esen rüzgârlarla şişirildiğinde, geminin rotasını da devlet ve
burjuvazi tayin ediyor. Parti, kadro ve kitle, ancak devletle ve burjuvaziyle
mücadelede anlam ve bağlam kazanabiliyor. Mücadele yoksa, bu üçü teslimiyeti
güncelliyor.
Mücadele, işçiyle ve ezilenle var kılınmadığı ölçüde, köşe
başlarını işçiciler ve ezilenciler kapıyor, su başlarını onlar tutuyor. Bunlar,
kendinden menkul, kendi çıkarlarına uygun, kendileriyle tanımlı bir parti,
kadro ve kitle formüle ediyorlar. Her birine kazık çakan bu özneler,
parti-kadro-kitle arasındaki ilişkiyi de kopartıyorlar. Parti kadro ve
kitleden; kadro parti ve kitleden; kitle kadro ve partiden hiçbir şey
öğrenmiyor. Özel insanların özel rüyalarını süsleyen bu sabiteler, gerçek
hayatta zerre karşılık bulamıyor. Parti, kadro ve kitle arasındaki alaşım,
mücadele potasında oluşabiliyor.
Mücadele olmayınca, yüksekten uçan particiler, burjuva
siyaset alanına kul olmakla sonlandırıyorlar ömürlerini. Burnu havada gezen
kadrocular, devletin askeri oluveriyorlar. Kibri devrimci bir vasıf sayan
kitleciler, efendilerin yukarıdan oluşturduğu kurguya gerekli zemini teşkil
ediyorlar. Parti, kitle, kadro, birbirini tanımalı, tanış olmalı, hemhal olmayı
bilmeli.
Partinin içi boş, balon olduğunu görenler, kadro ve
kitleyle onu anlamlı kılmak istiyorlar. Ama bu kadronun ve kitlenin onu
ağırlaştırmasına, yere inmesine asla izin vermiyorlar. Parti için geçerli olan
bu tespitin kadro ve kitle için de geçerli olduğunu görmek gerekiyor.
İşçiciler ve ezilenciler, parti, kadro veya kitle
sabitesini diğerlerinden tecrit etmekten başka bir şey yapmıyorlar. Devrim için
bu tecridin kırılması şart. Devrim için komünist hareket, küçük burjuva
iradenin zincirlerinden kurtarılmalı.
Eren Balkır
5 Ağustos 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder