Politika, ideoloji ve teori düzleminde ana dümen
olarak görülen “kitle” ve “silâh”, masa başı kurguların ürünü, kafanın içindeki
hezeyanların tezahürü olamaz. Amaçla aracın yer değiştirmesi üzerinden, amaç
hâline gelen kitle ve silâh, bir dümene, hileye dönüşecektir.
Silâhçılık ve kitlecilik, ayrımsız, bağlamsız,
dolayısıyla anlamsız hâle geldikçe, devletin ve demokrasinin dönüşümüne
endekslenir. Ezilenlerin kudret imkânları silikleştirilerek, posası
çıkartılarak, bu güç bir yerlere bağlanır. Ezilenlerin kudret mücadelesi,
kitlecilikle tarihsizleştirilir; silâhçılıkla toplumsuzlaştırılır. İki dümen
bizzat sahiplerince kırılır.
Silâhın bilgisi devletten; kitlenin bilgisi
burjuvaziden edinilir. Burada zımni, gizli bir parantez söz konusudur. Eksik
varsa, fazla görülen bir şeyler vardır. Yani kitleyi önemseyenler, silâhı
paranteze almışlardır. Ya ele hiç silâh almayacaklardır ya da zaten silâha
sahip olanların siyasetini güdüyorlardır. Silâhı önemseyenler için de aynı
tespit yapılabilir. Onların cepte kabul ettikleri bir kitle vardır ve bu kitle,
burjuvaziye göre teşkil edilmiştir.
“Eğer
ABD’de, Kanada’da, Güney Amerika’da ve Avustralya’nın belirli kısımlarında
milyonlarca insan, başka zamanlardan gelmiş yüz binlerle yan yana gelmişse bu,
Avrupa uygarlığının sömürgecilik ile tanık olduğu ilerlemenin bir sonucudur.
Eğer İngiltere’de ve başka yerlerde besleyici ve lezzetli tropik ürünler halkın
sürekli tükettiği başlıca gıda maddeleri hâline gelmişse ve Amerika ve
Avustralya’daki büyük meralar ve tarlalar, milyonlarca Avrupalı işçiye ucuz et
ve ekmek tedarik ediyorsa, sömürgeciliğin tüm teşebbüslerine minnettar olmayı
bilmeliyiz. […] Ekonomimizin sömürgecilik üzerinden yaşadığı yayılma olmasaydı,
bugün Avrupa’da hâlâ var olan ve bizim kökünü kurutmaya çalıştığımız yoksulluk
daha da kötüleşir, onu imha etmeye dönük umutlarımız sönerdi. Terazinin bir
kefesine sömürgeciliğin işlediği suçlar, diğerine sömürgelerden edinilen faydalar
konulsa, faydaların konulduğu kefe daha ağır basacaktır.”[1]
Sol, bugün Bernstein çizgisine gelmesini, onun şu
düşüncesinin şekillendiği düzleme gerilemesine borçludur. Bu bakkal solculuğu,
bakkal sahibi olma veya bakkal açma arzusuyla birlikte oluşuyor. Yoksulluğun
kökünü sökeceğini söyleyenler, sömürgeciliğin elindeki silâha övgüler
diziyorlar. Kitleselleşip seçimlerde oy toplamayı düşünenler, mazlum halkların
kanını tartıya vuruyorlar. Buna da “solculuk” deniliyor.
Solculuk-sağcılık, ortada duran krala göre belirlenen
konumlar. Tartışmanın olmaması, içe sinen krala karşı herkesin körleşmesini
beraberinde getiriyor. Kitleselleşmek isteyen, silâhı mutlak bir paranteze
alıyor. Silâhı yücelten, burjuvazinin kitlesine dokunmama yemini ediyor.
Latin Amerika, Afrika gibi coğrafyalarda edinilen,
ulusal kurtuluş mücadelelerine dair bilgi, Batı’nın devlet ve burjuva aklının
suyuna yatırılıyor ve o akla göre yoğruluyor. Başarı ve güce göre şekillenen
tarih, Batı aklıyla yazılıyor. Örneğin Ali Şeriati burada ancak Fransız eğitimi
sayesinde önemsenebiliyor.
Batılı aklı yüceltmek için her fırsattan istifade
ediliyor. Devlet ve burjuvazi eleştirileri, eleştiri düzeyinde kalıyor ve
sadece eksiklere bakıyor, geleceğe dair notlar çıkartılıyor. Bu eleştiriler,
iki gücün verili kapsamının genişlemesi ve derinleşmesi sonucu oluşan sancılar
olarak biçimleniyor. İkisine karşı kalıcı, köklü ve yerleşik bir gücün
oluşumuna katkı sunmuyorlar. Bu oluşuma mani olmak için devlet ve burjuvazi
mücadele içine kurtlar, ajanlar yerleştiriyor.
Bugün “dönek” denilen isimler, esasen bir yoldan
dönmüş değiller. Burada saf ve mutlak kabul edilen ilk dönem yüceltiliyor, oysa
bu kişiler, o gün de bugünkü işlerini yapıyorlardı. Devletin ve burjuvazinin
yüzleştiği veya yüzleşeceği varoluşsal tehditlerin güçlenmelerini beklemesi
mümkün değil. Önceden önlem almak şart. Döneklerin ilk dönemleri saf, temiz
görülerek, onların bu önlemin parçası oldukları görülmüyor, dolayısıyla
bugündeki önlemler ve bu amaçla kullanılanların varlığı asla anlaşılamıyor.
Dümenlere, başındakilere dair analiz, tefekkür önemli.
Kitle denilen dümen, tarih katında oluşan imkânları
tasfiye etmek için. İşçicilik, demokratlık, özünde sömürgeciliği, emperyalizmi
paranteze almayı gerekli kılar. Ülke içerisindeki ilerleme öne çıkartılır ve en
ilerici mevzi olarak solculuk, pazarlanmaya çalışılır. O, artık siyaset
pazarının, rekabetin ana unsuru, payandasıdır.
Dolayısıyla sömürgeciliğin ve emperyalizmin ülke
içerisindeki yerleşikleşmesi, kurumsallaşması bir biçimde gizlenir. İşçicilik
de üretimdeki ilerlemeye vurgu yapma ihtiyacını karşılar. İşçi varsa,
ilerlemişiz demektir. Bir dönem “komünist partimiz varsa, artık Avrupalıyız”
demek gibi. Sırf birileri Avrupalı görünecek diye komünist parti kurulmaz.
Kurulan da KP olmaz. Bu kuruluşun mücadeleyi geri çekmesi, belirli bir kıvama
getirmesi şarttır.
Solun işçi sınıfı içerisindeki geçmişi, yirmilerde
devletin sınıf hareketi içerisinde örgütlenmesine dayanır. İlerleme, aydınlanma
gibi başlıklar, bunun sonucunda gelişir. Yoksul köylülere temiz kıyafetler
verilmesini bugün övenler, oradaki sömürüyü ve zulmü asla görmezler, görmek
istemezler. Bu körlük, bilmezden gelmek zorundadır. Kitleci şahsında
örgütlenen, burjuvazidir. Dolayısıyla ömründe emperyalizme laf etmemişlerin
bugün emperyalizm edebiyatı yapmaları, NATO ilişkileri için belirli kanalların
açılması ile alakalıdır.
Körlük, Hamid Dabaşi’nin “komprador aydın” dediği
tipin oluşumu için gerekli zemini teşkil eder. Dabaşi’nin “paranın uşağı,
avare, köksüz ve paralı asker”[2] olarak tanımladığı bu tip, siyaseti kendi
bireyliğinin serbestiyet alanını genişletmek olarak anlar. Tanrı’nın yerine
kendine tapmayı, maddi kazanımları yüceltmeyi koyan bu yüksek siyasetçiler,
tehdit ve tehlike teşkil edecek kolektif her tür dinamiği tasfiye etmeyi görev
bellerler. Bunların kendi devletlerine yönelik eleştirileri karşısında, başka
devletlere tek laf etmemelerine aldanmamak gerekir.
Paranın serbestiyetini avarelik imkânı, köksüzlüğü
avarelik etme fırsatı olarak gördüğü için bu aydın, askerleşir. O artık kendi
ülkesinin vicdanî retçisi, başka orduların askeridir. Sivil-asker ayrımı, bu
kişiler şahsında geçersizleşir, çünkü bu kişiler, liberalizmin askerliğini
yaparlar. Ordunun neoliberal koşullara uyum sağladığı koşullarda, asker
eleştirileri de hükmünü yitirir. Tüm sivil toplum kuruluşları birer garnizona
dönüşürler. İlişkilerin sorgulanması asla istenmez.
Frantz Fanon’un son duası şudur: “Benim naçiz bedenim,
beni her daim sorgulayan bir insan yap.”[3] Artık bu duayı edecek bir isme
rastlanmaz. Dümen de çarklar da dönmelidir. Geminin altındaki kürekçilerin
etinden akan kan ve ter kimsenin umurunda değildir. Bunların edebiyatını
satanlar, başköşededir. Görevleri, ezilenlere uşak, avare, köksüz ve paralı
asker olmayı öğretmektir.
Bahsi edilen garnizonların güvenliği, kolektif
dinamiklerin pasifize edilmesine, kontrol altına alınmasına bağlıdır.
Dolayısıyla güç ve kudret arayışları geçersiz kılınmalıdır. Yoksulların ve
ezilenlerin tümünün imha edilemeyeceğini efendiler de bilirler. Bu önbilgi,
aracıları, koruyucu kılıfları şart koşar.
Bunlar, efendileri adına yoksullara, ezilenlere
sinmeyi, verili özelliklerini yücelterek övünmeyi öğretirler. Ezilenler, bu
isimler aracılığıyla, “ezenlerle değil, ezildiği yanlarla mücadele”nin
mevzilerine yığılırlar. Ezilen yanlar, ezenlerle mücadeleyi görmez. Ezilenlerin
bilincine, ezilenlerle mücadelenin ezilen yanları beslediği düşüncesi
nakşedilir.
Ezilenlere ezildikleri yerlerle mücadele etmeyi
öğretmek, yanlıştır. Aslolan, o yerlere devrimin bayrağını dikmektir. Latin
Amerika’dan öğrenilen devrim ve devrimcilik bilgisi, Avrupaîdir. Bu bilgi,
sadece ezilmenin gerçekleştiği yerlerle mücadeleyi öğretir. Önemli olan,
mücadelenin maddesi ve diyalektiğidir. Ezilen yerlerdeki kıyamda olmak, öncü
kol çıkartmak ve öne atılmak şarttır. Bu açıdan, bu sefil koşullarda eldeki
kandille “yeni insan” arayışına girişmek yanlıştır. “Yeni” yenilenmeden,
“insan”ı insan kılmadan bu teşebbüs düzene bağlanacaktır.
“71 devrimciliği” denilen momentin önemli bir zaafı,
“bu halkın isyan kültürü yok. Onu biz yaratacağız, isyanı biz başlatacağız”
demeleri, Latin Amerika ve başka yerlerdeki pratikleri bu bağlamda
okumalarıdır. Öne atılma, öncü kol çıkartma, ezilen yerlerdeki kıyamda olmadan
anlamsızdır.
İkinci Dünya Savaşı’na katılmadan Fransız Komünist
Partisi olunamaz. Yaşanmış onca darbeyle mücadele edilmeden, Túpac Amaru
olunamaz. Sandino, Túpac Amaru gibi isyan geleneklerinin bu topraklardaki
köklerine bağlanmak şarttır. Bizdeki tercüme büroları, Latin Amerika’daki
Bolívar’ı burada ancak “Atatürk” diye tercüme edebilmektedir.
Silâhın ve kitlenin dümeninde devletten kral,
burjuvaziden tanrı olmayı öğrenenler durur. Onlardan kurtulmadan, mücadelenin
rotası, bahsi edilen iki gemiye tabi olmaktan kurtulamaz. Silâh ve kitleyi
yarıştıranlar, kendi krallıklarını ve tanrılıklarını koruma derdinde
olanlardır. Aradaki diyalektiğe ve maddeye tabi bağların kopartılması,
rekabetin kaçınılmaz sonucudur. Böylesi bir durumda mücadelenin havası
kirlenecek, hayat tatsızlaşacak, düşünce ve sahipleri soysuzlaşacaktır.
“Entelektüel
yabancılaşma, orta sınıf toplumunun icat ettiği bir şeydir. Orta sınıf toplumu,
önceden belirlenmiş formlar dâhilinde, artık taşlaşmış olan, tüm evrim
sürecini, tüm kazanımları, mevzilerdeki tüm ilerlemeyi ve tüm keşifleri
yasaklayan bir toplumdur. Kanaatimce orta sınıf, hayatın tatsız, havanın kirli,
düşüncelerin ve insanların soysuz olduğu bir toplumdur. Bence bu ölüm hâline
karşı bir duruş sergileyen her insan, bir anlamda devrimcidir.”[4]
Devrim devrimcilere muhtaçtır ama devrimcilik de
ezilme ve sömürülme hâlinden azade olma imkânı zannedilmemeli, bu şekilde
pazarlanmamalıdır. Ezilenlerin kudret mücadelesi denilen ayraca vurulmadan,
eldeki araçlar, devletin ve burjuvazinin eline geçecektir. Bu mücadele araçlara
kavuşmazsa, devletin ve burjuvazinin ayraçları belirleyici olacaktır. Taşlaşma,
mevzilerdeki gerileme burayla alakalıdır. Ezilen yerler, bu noktada allanıp
pullanacak, üzerine pembe bir cilâ vurulacak ve pazara çıkartılacaktır.
Derinin altına işlemiş beyazlığın açığa çıkması,
devrimcilik olarak satılamaz. Ingmar Bergman’ın faşizmin yükselişini, biraz da
överek anlattığı Yılan Yumurtası filmi, ezilen Almanya’nın dirilişine
dairdir. Bu çaba, Alman devletinde mündemiç olan Naziliğin açığa çıkışındaki
mantığı gizler ve bu çıkışı ezilenlerin uyanışı olarak resmeder.
Öte yandan solun kitlede tanık olunan, kendi
kontrolünde olmayan her kolektif çıkışı ve uyanışı “faşizm” olarak kodlaması
sorunludur. Ne kitle burjuvazinin, ne de silâh devletin mutlak olarak tekelinde
ve mülkiyetindedir.
O tekeli kırmak, mülkiyete son vermek, devlet ve
burjuvazi olarak mümkün değildir. Ayraç için araca; araç için ayraca ihtiyaç
vardır. Doksanların sonunda “baştan başlayalım, çartist hareket olalım” diyen
işçici solcuların hatası buradadır: onlar, ne ayracın ne de aracın oluşumuna
izin vermektedirler.
“Baştan başlayalım” diyenler, tasfiyeci olmak
zorundadırlar. Ya oluşmuş araçları kendilerine bağlamak için tüm ayraçları
silmek ya da ayraçları silmek adına tüm araçları yok etmektir dertleri.
Başa yazılmak, baş olmak isteyen, sonu da tayin etmek
istiyordur. Bu isteğe sahip kişinin başla son arasında olan bitenle bir alakası
yoktur. Yerle gök, başla son arasında yaşananların sorumluluğu böylece silinir.
Tanrı ve baş olma arzusu, mücadeleden kaçmaktır. Ezilenlere öğretilen,
yaralardan kurtulma yolları, bu kaçış için çizilir.
Kaçmayacağız, geminin dibinde, zincirli köleler olarak
kurtuluşa örgütleneceğiz, dalgalara güveneceğiz, sahibine iman edeceğiz,
yolumuzu kendimiz bulacağız.
Eren Balkır
8 Ağustos 2018
Dipnotlar:
[1] Aktaran: Domenico Losurdo, Class Struggle: A Political and Philosophical
History, Palgrave, s. 139.
[2] Hamed Dabashi, Brown Skin, White Masks,
Pluto Press, s. 60.
[3] A.g.e., s. 181.
[4] Frantz Fanon, Black Skin, White Masks,
Pluto Press, 2008, s. 175.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder