Rudi Dutschke’nin anısına
“Aslî görevimiz, Batı’ya
körü körüne tapmaktan kurtulmaktır. Bu görev, her yerde, Asya’da, Afrika’da ve
Latin Amerika’da ifa edilmelidir. Bizim ülkemizde de bu körü körüne tapınmayı
yok etmeye dönük faaliyetimizi sürdüreceğiz. Kastım şu: bizim kâğıttan bir
kaplan olarak emperyalizmi hakir görmemiz, ona çok az değer vermemiz gerekiyor.
Ama taktiksel açıdan, her bir somut görev dâhilinde bizim ona önem atfetmemiz
ve onunla ciddi bir biçimde uğraşmamız zorunludur. Emperyalizm, değişip gerçek
bir kaplan ya da yarı gerçek-yarı sahte bir kaplana dönüşecek, sonunda da
tümüyle sahte ya da kâğıttan bir kaplan hâline gelecektir. Bu, bir şeyin aksine
dönüşmesi sürecidir. Bizim görevimiz, bu süreci hızlandırmaktır. İlgili sürecin
sonuca ulaşmasından evvel belirli bir süre kaplan yaşayacak ve insanları
ısırmaya devam edecektir. Bu nedenle, bizim kaplana darbe üstüne darbe
indirmemiz ve boks sanatına belirli bir dikkat göstermemiz, bu konuda asla
ihmalkâr olmamamız zorunludur.”
[Mao Zedung, “Brezilyalı
Gazeteciler Mariudim ve Mme. Dotere’le röportaj”]
Küresel
Bağlam ve Çokmerkezli Perspektifler – Taraf Tutmalar
Ben,
küresel yönetimden ve onun sadece ortadan kaybolmasını arzulamamızın mümkün
olmadığı karmaşık bir örgütlenme olduğundan bahsediyorum. H’de iken A’dan Z’ye
gitmek isteyen bir kişinin X, Y ve Z’den önce I, J ve K’den geçmesi gerekir.
Daha önce de bir dünya hükümetinin inşa edilmesini hedefleyen kimi hareketlere
tanık olunmuştur ama bu, Amerika dizginlenene dek söz konusu bile değildir; biz,
bugün tarihin ön aşamalarından birindeyiz, bu aşamada zayıf bir kurumsal dünya
federasyonu bile, etkin bir Birleşmiş Milletler’e sahip olamayan bir dünyada
ileri doğru atılmış bir kaplumbağa adımıdır. Tefekkür âleminde çok uzağa
zıpladığımız takdirde biz, gerçek tarihin failleri değil, dilbazları oluruz.
Bizim, bugün tekâmül ettiği biçimiyle, dünyanın muayyen ve somut koşulları ile
ilgilenmemiz gerekmektedir. Biz, öncelikle çokmerkezli, çokkutuplu[1] bir dünya
arayışındayız.
Yeryüzündeki
her tekil kişinin anlatacak kendi hikâyesi, yaşayacak kendi hayatı vardır.
Her
tekil şahıs, aynı zamanda dünyanın yüzeyine fırlatılmış, alabildiğine sonlu ve
fani bir varlıktır ve nihayetinde geçici bir dünyada ikamet etmektedir.
Bu
şahsın yürüdüğü yol ise, sadece orada bir gerçek ya da olgu olarak olmuş olmak
değil, ayrıca şahsın durumu ile meşgul olan özgür ve yaratıcı bir varlık olmak
bağlamında da “ebedî”dir.
Hiç
kimse, hiçbir kelime, hiçbir eylem, ihmal veya sessizlik, gerçek manada
unutulmaz.
İnsan,
tüm dünya genelinde yaşanan hikâyeleri dinlemeye, tüm sesleri işitmeye çalışır
ama bu hikâyelerin ve seslerin her biri sınırlıdır -her birimizin tecrübe
edebileceği ya da bilebileceği çok şey vardır. İnsan, malzemeyi tetkik eder ve
gezegenin tekâmül eden hâline dair kaba bir taslak çıkartır.
Dünya
üzerinde yaşanan hayatın yeryüzüne ait gerçekliğinin ötesinde, her bir insan,
aynı zamanda başkalarıyla konuşmaya, bağlantılar kurmaya ve elimizdeki sınırlı
perspektifleri (ister bireyler ister halklar olarak) aşan ilişkiler yaratmaya
çalışır. Bu türden ilişkiler, her biri sonlu olduğu ölçüde sonludur ama
müşterek failliklerin söz konusu aşılması pratiği, kendi “ebedî” etkisine sahip
olacaktır.
Burası,
insanın “biz”, yani bir ilişki bağlamında güçlü sezgiler ve şüpheler
sergilemeye başladığı, genişletilmiş bir yüzeydir. Tecrübe ve bilgi, tecrübe
etme ve bilme, hem kolektif hem de bireysel birer çabadır.
Ancak
aynı zamanda hayat, sadece “tecrübe” ve “bilgi” ile ilgili değildir, çünkü
insan, sadece hayatı bir turist edasıyla yaşamaz, hayat, öncelikle yaşanır ve
bu hayat, herkesçe aynı şekilde ve temel bir usul dairesinde ama hayatın
niteliği bakımından alabildiğine farklı yolları dâhilinde tecrübe edilir.
Dolayısıyla, bu tespitin ışığında şu söylenebilir: hayat; mücadele, eylem,
tahayyül, yaratıcılık, hayal kırıklığı, sabır, neşe, hüzün, aşk ve nefretle
ilgilidir.
Bize
göre, yaşanan hayatın tümü yeryüzünde gerçekleşmektedir ama bizim muammalı bir
biçimde yaşadığımız bu yer, yani “bizim dünyamız”, teslimiyet, kölelik, açlık,
şiddet, tehdit, hemen oracıkta katledilme veya zorla açlığa mahkûm edilme
üzerine kurulu ilişkilerin hüküm sürdüğü, bölgelere ait belirsiz bir tipolojiye
doğru, birçok sunî zemine ayrışmaktadır.
Sermaye,
politik ekonominin sürekli askerîleştirildiği, demokrasinin Mekdanıldslaştırıldığı,
birer KFC, Burger King şubesine dönüştüğü, insan kaçakçılığının, yozlaşmanın,
hırsızlığın ve keşmekeşin hüküm sürdüğü bu tiyatro sahnesinde küresel bir
“gangster” olarak vücut bulmaktadır. Borsacılar, şirketlerin parasını ödediği
eskort kızların göbeklerinden kokain çekerlerken, milyonlarca insan, açlıktan,
temiz suya ve ilâca erişme imkânı bulamamaktan ölmektedir. Öte yandan,
sermayenin ilkeleri “insan hakları” denilen temel meselenin tam manasıyla
gerçekleşmesine yasak getirmekte (oysa bu kavram, alabildiğine
politikleştirilmiş, üzerinde fazla durulan bir anlayışı temel alır, bu açıdan,
politik ve hukukî nihilizm üzerinden ele alındığında neredeyse anlamsız bir
kavramdır), “fikrî mülkiyet” kılıfı altında fakirler için ucuz ilâç ve gıdalar
üretilmesine mani olmaktadır.
Ayrıca
sermaye, fakir çiftçiler için her yılın sonunda ölen tohumlar üretmekte, bu da
çiftçinin tohumu genetik kodu patentli olan bir tohumdan tüm açgözlülüğüyle kâr
elde eden imalatçı ve dağıtımcıya iade etmesini gerekli kılmaktadır. Doğa, doğa
olmaktan çıkmış, doğal hak ölmüştür. İnsanlar, bu haklar uygulanmadığı takdirde
her türden haktan mahrum kalacaklardır.
Dolayısıyla
sermaye, statükoyu muhafaza etmek için baskı ve işkenceye[2] başvurmak
niyetinde olduğu ve sermayenin efendisi olarak kalmak amacıyla verdiği
mücadelede mevcut hegemonun, yani ABD’nin iradesini ortaya koyan belirli ve
tanımlanabilir insanlar olduğundan, aynı zamanda kendi kendisinin katilidir de.
Bu belirli insanlar, sermayeye ve onun âşıklarına hizmet eden çürümüş kurumsal
çerçeveler dâhilinde faaliyet yürütmektedirler.
Sokaklarda
sürmekte olan macera, kamusal alanı evin içini geri kazanmak için işgal
etmekle, herkesle yatıp kalkan bu sermaye âşıklarından demokratik “toplum”u
geri kazanmakla ilgilidir.
Sermayenin
toplumsal ilişkisinin ölümcül tekrarı dâhilinde hegemonların hizmetkârları,
(Nazi suçlarına iştirak etmiş Adolf Eichmann’a atfen) o adi Eichmann’lar,
mebzul miktardaki taktiksel ve stratejik ortamlarında aralıksız biçimde düşmanı
yok etmek için uğraşıyorlar. Tek dertleri, sendikaları, eylemci gruplarını
ortadan kaldırıp, gelir uçurumunu büyütmek ve o hiç unutmadığı, durmadan
sürdürdüğü savaşı kazanmak.
Sermaye,
sendikacılık, insan hakları ve sosyo-ekonomik mücadeleler, kadın hareketi ve
üçüncü dünyadaki ulusal kurtuluş hareketleri gibi güçlüklere karşı yaşadığı
mağlubiyetleri sürekli kendisine dert ediniyor. O, bu nedenle refah devletini,
uzun süredir varolan toplumsal müzakereleri ve insanların kitlesel imhası ile
çilesini azaltmak ya da önlemek amacıyla temel bir ahlakî arzunun kabulüne
dönük mücadeleden doğmuş olan Birleşmiş Milletler gibi beynelmilel teşkilâtları
dağıtmaya çalışıyor.
Mevcut
hegemon ABD (ve aynı zamanda NATO, IMF vb.) eliyle yürüttüğü savaşta sermaye,
bir cinayet hâlini, insanın kurban edilmesine dair bir durumu koşulladı.
Bataille’ın kullandığı manada o, kendi planları, arzuları, korkuları ve gizli
ümitleri olan her bir bireyden hayatlarını çaldı. Bebek ölümlerinin yüksek
olduğu fakir uluslarda bir bireyin böylesi şeylere sahip olması bile imkânsız.
Yoksa artık cinayetin veya insan öldürme kapasitesinin yeni bir tanıma kavuşup
“yeni bir norm” hâline geldiğinden veya politik olgunluk ve doğruluğun bir
biçimi olduğundan mı bahsetmek gerekiyor?
Genelde
zengin olan batılı uluslarda neoliberal hükümetler, ister muhafazakâr, ister
merkezci, ister sosyal demokrat, isterse sosyalist olsun, temel kural olarak
tasarruf tedbirleri ve kriz üzerinden, ilkin doğrudan en zayıfa, çocuklara,
engellilere ve fakirlere saldırıyorlar. Bu noktada Richard M. Nixon’ın o meczup
hayaleti karşımıza dikilip uluyor: “Hepimiz artık neoliberaliz!”
Sefalet,
masumların katlidir, mevcut küresel durum dâhilinde yaşanan anlamsızlığın ve
işlenen suçların zorbalığı üzerinden gerçekleşen hırsızlığın en berbat
biçimidir. Yaşanan, bir hırsızlıktır, zira bu bedenler bizim değildir,
devletten kiralanmış varlıklardır, fakirin varoluşsal özgürlüğü ve onun
yaratıcılık ihtimalleri sıfırlanmıştır.
Biz,
fiiliyatta çocukların ve yetişkinlerin tüm dünya genelinde yok edildiği (ya da
mal gibi alınıp satıldığı) bir gerçeklikte yaşıyoruz. Tüm bunlar, ABD ve onun
mevcut müttefiklerinin iktidarına ait özel, gerçek hayata ait politik,
sosyo-ekonomik ve kültürel düzenin muhafazası ve yeniden üretilmesi adına
yapılıyor. Bu iktidar, tarihsel açıdan kandan doğmuş ve kanla vaftiz edilmiş
bir yapıdır.
Bu
dünyanın korkunç gerçekliğini bilen biri nasıl olur da taraf tutmaz?
Dünyanın
mevcut hâlini bilen bir insanın psikolojisi, tıpkı Eichmann’ın yaptığı gibi, bu
adaletsiz, ikiyüzlü, kana susamış ve hain “makine”nin ilerlemesine katkı
sunmayı sürdürürken nasıl bir hâldedir?
Taraf
tutmak imkânsızdır, dolayısıyla bu makale, “ikili iktidar”a dayalı mevcut
küresel durum dâhilinde ilişkiler kurmaya çalışanlara bir tür rehberlik yapmaya
çalışan, stratejik bir çalışmadır. Bu aşamada işaret ettiğim stratejik
ittifakla bağlantılı muhtelif gruplara bir dizi perspektif, tavsiye ve fikir
sunulmaya çalışılacaktır.
Üzerinde
yaşadığımız dünya, gelir farklılıkları, açlıktan geberme, kitlesel soykırım,
giderek artan iç savaşlar, mülteci ölümleri, çevresel yıkımlarla yüklü bir
dünyadır ama aynı zamanda bu dünya, direniş güçlerine de ev sahipliği
yapmaktadır. Atıfta bulunduğum “ikili iktidar”, belirli ulusların ve
uluslararası/ulusal kimi hareketlerin yan yana gelişlerine işaret etmektedir.
Hegemon, kendisine karşı ikinci ciddi meydan okumayla yüz yüzedir.
Mevcut
durumda dünyada kaos her yanı sarmaktadır. Bu durumu tarif ettiği, (24 Ekim
2014 tarihinde gerçekleşen) Valdai Konferansı’nda yaptığı konuşmada Vladimir
Putin, dünyayı beynelmilel teşkilâtların Hegel ile Henry Kissinger’ın
gayrimeşru çocuğu olan, kontrollü kaosa, işlevsel kılınmış (ya da belki de
silâhlandırılmış) kaosa dönük gayretler ortaya koyan “süper gücün” eliyle yerle
yeksan edildiğini söylemiştir. Kaos, kontrol için gerekli itici güçtür ya da
bir vakitler Kissinger’ın ifade ettiği biçimiyle, “Gıda stoklarını kontrol eden,
insanları; enerjiyi kontrol eden, tüm kıtaları; parayı kontrol eden, dünyayı
kontrol eder.”[3]
Ama
herkesin herkese karşı verdiği bu yeni savaşın operasyonel yönlerini ve
stratejiye dair ufkunu keşfe çıkmadan önce benim bu meselelere dair görüşlerimi
sunma konusunda aldığım kararın arka planını izah etmem gerek. Yaptığım tercihi
neden yaptığımı açıklığa kavuşturursam eğer, o vakit başkaları da aynı
muhakemeyi takip edecek ve belki de aynı kararı almaya karar verecektir.
Sahip
Olunan Bağlılık ve Alınan Kararın Ufku
Putin,
Valdai Kulübü’nde Platon ve Adalet başlığından, bilhassa Platon’un Cumhuriyet’inin
1. kitabından, Thrasymachus’un adaletle ilgili görüşlerine dönük soru soran
Sokrates’ten hiç dem vurmadı.
Thrasymachus’a
göre, adalet “güçlünün tercih hakkı”dır. Halkın dilinde bunun karşılığı “gücü
olan istediğini alır”dır. Cumhuriyet okumalarımızdan bildiğimiz üzere,
Sokrates, adalet anlayışının salt kelimelere hapsedilemeyeceğini, onun ideal
manada işleyen bir Polis’te pratikte gösterilmesi gerektiğini söyler. Adaletin
gösterilmesi gerektiği konusunda Sokrates ile uzlaşmak mümkün ama şu noktada
ondan ayrılmak gerek: adalet eylemdir, gidişatla ve ihtiyaçların giderilmesiyle
ilgilidir. İhtiyaçların giderilmesi meselesi adaletin gerçek anlamını verir.
Ama
Thrasymachus, Sokrates’e verdiği o ani ve alaycı cevapta, mevcut grup dâhilinde
adil söz hakkı alamadığını söyler ve adaletle ilgili diyalog devam ederken
gruptan ayrılmaya karar verir. Sokrates ideal adalet formunu ararken,
Thrasymachus, sözde demokratik Atina’yı sağlama alan kölelik sistemine işaret
edilmesine izin vermez. Günümüz “demokrasiler”inde (ücretli kölelikte) de büyük
ölçüde durum bu şekildedir.
Kendisinin
soluk bir gölgesi olan Ayn Rand gibi Thrasymachus da dünyanın mevcut
nesnelliğinin kölelik ve adaletsizlik olduğu gerçeği ile yüzleşemez.
Thrasymachus’un bakış açısından bakıldığında Platon, rasyonel manada ideal
olanın devrimciliğini yapan bir isimdir, zira o, hakiki olan ideal formların
“kusurlu” veya kalitesiz kopyası olabilecek bir sistemi tarif etmeye
çalışmaktadır.
Elbette
Platon’un yaratıcı (taklitçi olmayan) şairleri şehir devletlerinden çıkartması
ve Thrasymachus’un işaret ettiği aynı güce örtük olarak dayandığını ifşa eden,
toplumu muhafızlar, askerler ve zanaatkârlar diye üç katmana ayırma girişimi Yasalar
çalışmasındaki Yalan Nobeli’ni savunması ışığında korkunç bir vahiy işlemi
görmektedir.
Bu
yolla, bir yönetim sistemi, sadece Ayn Randcı iktidarın “nesnelciliği”ne ait
varsürekli üretildiği bir sistemi ve şiddeti üretecek yasalaşmanın, daimi
metafizik formlara dayalı bir rasyonel ve katı devlet modelinin temel hatasını
işleyerek, adaletin elverişsiz olduğunu ifşa eder. Adalet, dünyevî varoluşa ve
bu varoluşun muhteviyatına uydurulmak zorundadır.
Her
iki durumda da Thrasymachus ve Sokrates (Platon) özel ve somut koşullara dair
bir ufuk dâhilinde, halkın kendi doğal niteliklerini ve koşullarını
geliştirmesine izin veren demokratik bir gidişatı oluşturmasına izin veremez.
Marx’ın 1843’te Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde[4] yazdığı
biçimiyle, “demokrasi özgün bir oluşumdur.” Böylesi bir perspektif, ne ebedî
kutsal hakkın imajı dâhilinde, sömürü ve imtiyazın “nesnelciliği” ne de Platon
örneğinde görüldüğü üzere, rasyonel bir mükemmellik modelinin uygulanması ile
ilgilidir.
Bu
noktada Sokrates’in adaletin anlamı ile ilgili yönelimine yüzümüzü dönebiliriz.
Ama Platon’un aksine bu tarz bir bakış, başka bir metafizik âlemden buraya
doğru gerçekleşen belirli bir tekâmülün tezahürü değil, ebedî manada kusurlu
olan dünyamızda adaletin tecellisi ile ilgilidir. Bu türden bir adalet,
insanların ihtiyaçları ve arzuları üzerine kuruludur ve bu adalet üzre icra
edilen yönetim de dolayısıyla insanların içinde yaşadığı tabii koşullar
uyarınca söz konusu insanların kendi kaderlerini tayin hakkına ve müşterek
özyönetimleri ile ilgili olarak bu insanların eşitliğine dayanır.
Buna
“kusurlunun politikası”, dünya, somut durumlar, somut eylemler ve fiilî etkiyle
meşgul olma üzerine kurulu politika demek mümkündür. Ancak böylesi bir
kusurluluk, adaletin elde edilebileceği değil, onun bu kusurlu dünyamızda
varoluşumuzun içli dışlı olduğu yüzey üzerinde bulunan fani kulların düşünceye
dayalı praksislerinin yarattığı bir şeydir. Nietzsche’nin de önerdiği
biçimiyle, biz uzun süre Platonculuğun ve Hıristiyanlığın gölgesi altında
yaşayacağız. “Kusurluluk” kelimesi, o en ilkel manasıyla tam da bunu anlatır.
Ama belki de biz, bu “kusurluluk” kelimesini artık mahrumiyet anlamında değil
de hayatın varoluşsal durumu, sonlu varolma ve hayattaki belirsiz olasılıklar
ufku olarak anladığımızda mükemmelliğin bu gölgesini aşma imkânı bulacağız.
Böylesi
bir dönüştürücü anlayış, ötedünyaya dönük umutlarımızı, rasyonalist
stratejilerimizi, özgül ve somut olmayan durumu ve onunla içli dışlı olan
ilişkilerimizi terk ettiğimizde ortaya çıkacaktır. Muhtemelen Nietzsche de bu
türden yalanların artık gerekli olmadığını ima etmiş olmalıdır. Ancak gene de
anlayışta böylesi bir dönüşümün gerçekleşebilmesi için, dünyayla meşgul olma ve
insanların somut ihtiyaçları ile arzularını somut koşullarda karşılarken işe
yarayan, yüzü apaçık biçimde dünyevî bir adalete dönük olan dönüştürücü bir
praksisin var olması gerekmektedir.
Gene
de Thrasymachus’un yaklaşımı, dünyanın korkunç hakikatiyle ilgili insanı
inciten bir samimiyet içerdiği için onaylanabilir bir yaklaşımdır. Onun hatası,
tarihin kasap tezgâhını somutlamış olmasıdır. Bu bağlamda Thrasymachus’tan da
beter olan, İdealleri izlermiş gibi yapıp insanların somut koşulları ile
ihtiyaçları ile zerre ilgilenmeden, sınır mınır tanımaksızın iktidara aşırı bir
arzu duyduğu için gerçekte bir anarşi maskesine bürünmesidir.
Bu
tespitler ışığında, küresel demokratik yönetimin oluşturulmasına dönük
mücadelenin orta yerinde, iktidar söyleminin kapısına gelip dayanıyoruz.
Esasında biz, köleliğin olmadığı bir Atina kurmaya çalışıyoruz. Bu Atina, ne
rasyonalist bir planın uygulanması ne de geçmişten beri tüm müteakip tarih için
idealizmi sahte bir şablon olarak iş görmüş kitaba uygun bir tarihtir. Zira
tarihsel-politik spektrumun tüm katılımcıları için bu şiddete dayalı pratikler
yaygın birer durumdur.
Bize
gerekli olan, “Kusurlunun Politikası”dır; en nihayetinde alabildiğine dünyevî
ve maddî varlıklar olduğumuzu, maymunsulardan geldiğimizi (bu evrimin dayattığı
bir boşluğun mevcut olduğunu) kabul etmektir. Sokrates (ve Platon tüm o çağdaşı
felsefecilerle birlikte) ideolojik mükemmeliyetçiliğin ve tarikatçılığın
bulutlarından aşağı inip bölgesel, ulusal ve küresel manada adaletin her yerde
uygulandığı bir toplum için verilen somut mücadele dâhilinde dünya ile meşgul
olmalıdır.
Kusurluluk,
burada sadece birçok totaliter ideolojinin temelini teşkil eden ve bu sebeple
hep bir özür olarak kullanılan Platoncu mükemmeliyetçiliğe karşıtlığı değil,
ayrıca dünyevî manada, Nietzsche’ye göre ertelenmiş olan, Bataille’a göre ise
olasılığın eksikliği olarak cereyan eden bir hayatı ifade eder.
Varoluşun
temel koşulu çelişkidir, biz, hep yolda olacağız ama aynı zamanda zaten orada
bulunacağız. Bu düşünceleri aktarmamın sebebi, özgül ve farklılaşmış insanların
somut ihtiyaçları ve arzularının karşılanabildiği dünyevî bir gidişat ve doğal
adalet için verilecek bir mücadeleyle iştigal etmektir. Zira hepimizin gayet
net farkında olduğumuz ve Başkan Vladimir Putin’in Valdai’deki konuşmasına
yaptığımız atıfta da üstü kapalı bir biçimde ifade ettiğimiz üzere, mevcut
dünya düzeni, sadece insanların ihtiyaçlarını karşılamamakta, ayrıca pratikte o
insanların barış ve işbirliği içerisinde yaşamaya dönük bitmek bilmeyen
umutları ve mevcut ihtiyaçları hilafına çalışmaktadır.
Mevcut
dünya düzeni dâhilinde böylesi bir gidişat mümkün değildir. Dünyanın hâkim
durumunu kökünden dönüştürmeye çalışanların gayretleri bağlamında BRICS
ülkelerindeki gelişme semptomatik bir nitelik arz etmektedir. Dahası, görünüşe
göre söz konusu mücadele, ABD dolarının ve bu ülkenin “rakip tanımayan” askerî
gücünün parçalanması karşısında epey bir ilgiye mazhar olmaktadır. Dolayısıyla
ben, bu bağlamda dünya tarihinin mevcut momentini küresel bir “ikili iktidar”
durumu[5] olarak tarif ediyorum. Bu tarifin yerindeliğini Birleşik Devletler
Ulusal İstihbarat Direktörü’nün 2014 tarihli Ulusal İstihbarat Stratejisi’ne[6]
bakarak teyit etmek mümkün. Söz konusu rapor da benzer bir değerlendirmede
bulunuyor ama süreci hegemonun bakış açısından yorumlayıp ülkenin eşi benzeri
görülmeyen bir küresel risk durumu ile karşı karşıya olduğunu söylüyor. IMF
bile olan bitene kulak kabartıp ileri doğru hamle yapıyor ve örgüt dâhilinde,
BRICS ülkelerine daha fazla oy yetkisi vererek, efendisinin inatçılığını
kırmaya çalışıyor.[7]
Batı
hegemonyasının yüzleştiği yeni bir güçlük de şu: Çin ve Rusya, Evrensel Kredi
Derecelendirme Grubu (EKDG) adında yeni bir kredi derecelendirme kuruluşunun
oluşturulma sürecinde nihai aşamaya ulaşmış durumda. Hong Kong’da 2015 yılı
içinde faaliyetlerine başlayacak olan bu kuruluş S&P, Moody’s ve benzeri
batılı kuruluşlara rakip olacak. Esasında batılı kuruluşlarca derecesi
düşürülen Rusya, S&P, Moody’s ve Fitch ile ilişkisini kesti. Bu hamle,
Rusya’nın petrodoları terk edip 88 milyar dolarlık bir hükümet fonu[8] kurması
ve fondaki tutarı yaklaşık 8 milyar rubleye konverte etmesi ile eşzamanlı
olarak gerçekleşti. Böylece Rusya, likiditesini iç piyasada tuttu ve ABD
dolarının “hegemonya”sından çıktı. Ayrıca bu ülke, Danimarka gibi batılı
ülkeleri ve Avustralya’yı bile cezbedetmeye başlayan, Çin’in sahibi olduğu yeni
bir altyapı bankasının üyesi oldu.[9] Bu gelişmeler ışığında, artık
hegemonyanın dönüşmesi muhtemel dinamik bir gidişata mecbur kaldığını görmek
mümkün.
Amerika’nın
Öteki Tarafı: Bir Muhalifin Fikirleri
Kısa
süre önce Chomsky, Amerika’nın dünyadaki bir numaralı terörist devlet olduğunu
söyledi. ABD’nin bu terörist niteliği, kötü niyetli oluşu, Thrasymachus’un
felsefe dışında, uzun erimli olarak benimsenmesine, saf bir iktidar nihilizmine
dayanıyor. ABD ve müttefikleri (“Batı”) için adalet “güçlünün tercih hakkı”
demek.
Peki,
iyi niyetli insanlar böylesi bir duruma nasıl tepki veriyorlar? Bizler zaten
safımızı seçmişiz, bundan sonra ne yapmalı?
Geçici
bir strateji olarak ben, demokratik, çok merkezli bir toplumun oluşturulması
için küresel çapta mücadele edilmesini öneriyorum. Ütopya hiçbir yerde, zira
ütopya, tıpkı Platon’un İdeal Formlara dayalı Cumhuriyet’i gibi,
uzay-zamana ait hayatî çatışmaları, şu fani varoluşumuzu aşıyor. Ancak gene de
felsefenin, yaşayan düşüncenin, hayata ait amaçlar için kullanılacak,
dolayısıyla gerekli bir praksis tarzı olan, Deleuze’e atıfla, “kavramlar
yarattığını” anlamak bu noktada önemli. Bu nedenle, küresel demokratik toplum
düşüncenin değil, özgül tipte bir rasyonalist, artık dünyevîlikten çıkmış bir
metafiziğin, felsefe dışına ait düşünce olmayanın reddedilmesidir. Varoluşa ait
uzamsallığın ve dünyeviliğin toposu (geleneksel teması) üzerinde ortaya
çıkacak demokratik bir toplum somut koşullara ve praksise yönelik yaratıcı bir
düşünceyi gerekli kılar.
Bu
söylenenler ışığında, demokratik toplum, barışa dayalı bir işbirliği ve
gelişmenin hüküm sürdüğü çok taraflı bir dünyayı iyi niyetli ülkeler
elbirliğiyle inşa ettiğinde oluşacaktır. Böylesi bir çalışma hâlihazırda
yapılmaktadır. BRICS, diğer ülke ve şebekeler, küresel iktidar ve servetin
mevcut durumunu yeniden dengelemek için çalışmaktadırlar. Kanaatimizce bu
türden bir yeniden dengeleme pratiği politik elitleri içermemeli, yerel ve
küresel düzlemde insanların somut ihtiyaçlarını karşılamaya odaklanmalıdır.
Esasında
bu çalışma, hegemon ve acentelerince dünyanın istikrarsızlaştırılmasına, ortada
olan acil ihtiyaca cevap olarak yapılmakta, sonuçta da küresel yönetimin
alternatif düzenini oluşturup alternatif bir geleceği inşa etmeye
çalışmaktadır. Söz konusu küresel yönetim çokmerkezli ve demokratik olmalı, ana
amaç olarak, insanların ihtiyaçlarının ve arzularının adil ve eşit bir biçimde
karşılanmasını gütmeli, büyüme için, büyüme adına yıkıcı sonuçlar doğuran
üretim kotaları koymaya meyletmemelidir.
Bu
noktada adaleti, hakkaniyeti, eşitliği veya hakikati anlamak için Platon’un
formlarına ya da doğaüstü cennete (ve cehennemin intikamına) dayalı
kurtarıcılığa işaret eden fantezilere başvurmamıza gerek yok. Bu kelimelerin
anlamları gayet yalın, varoluşun ve fani içkinliğin mevcut sathında gayet
sarih. Tüm adaletsizlik, gözlerimizin önünde cereyan ediyor zaten. Batı’nın
Ukrayna’daki yasadışı darbeye suç ortaklığı yapması ve Avrupa’da neofaşizmin
yükselişiyle ittifak kurması, sadece binlerce insanın ölümüne ve
yerinden-yurdundan olmasına yol açmadı, ayrıca Birleşmiş Milletler gibi tüm
geçerli uluslararası küresel örgütlerin ve Avrupa Birliği’nin
istikrarsızlaşmasını sağladı.
ABD,
onun ekseninde ilerleyen ortağı İngiltere ve aralarında Avrupa Birliği ile eski
Britanya İmparatorluğu’nun eski sömürgeleri Avustralya ve Kanada’nın bulunduğu
diğer “müttefikler”i farkında olmayarak, Rusya’yı sadece kendi iç ekonomik
kalkınmasını gerçekleştirmesi konusunda yüreklendirmekle kalmadı, ayrıca
yaptırımlarla geçen bir yıllık sürece ek olarak (ki Sergey Lavrov ve diğerleri
bu yaptırımları uluslararası hukukun ihlali olarak görüyorlar) onun BRICS
ülkeleri ve müttefikleriyle, bilhassa Çin’le birlikte alternatif uluslararası
ekonomi kurumları oluşturmaya, teknoloji konusunda işbirliği geliştirmeye, insan
değiş tokuşuna, gelişkin askerî ittifaklar kurup kapsamlı ticarî anlaşmalar
imzalamaya dayalı kimi asimetrik stratejileri devreye sokmasını sağladı.
Chomsky,
kısa süre önce dünyamızın küresel bir nükleer savaşa her zamankinden daha yakın
olduğu uyarısında bulundu. Batı, ileride hiç gerçekleşmese bile, Henry
Kissinger’ın yakın zamanlarda beyan ettiği biçimiyle, yaptığı o “ölümcül
yanlış”ı kabullenip, Rusya, Çin, Venezuela, Küba, İran ve diğer ülkelere
yönelik uzlaşmazlığına bir son vermek zorunda. Batı, diyaloga girmek yerine,
kâr denilen o tuhaf güdüyle hareket ediyor, düşmanlık, savaş, yalana dayalı bir
değerler sistemi, propaganda ve psikolojik savaşı teşvik ediyor. Böylesi bir
diyalog yerine Batı, serseri mayın gibi ortalıkta dolaşan o yıkıcı,
Frankenstein’vari IŞİD canavarını bir silâh olarak kullanıp, petrolün fiyatını
hiçbir sürdürülebilirliği olmayan bir siyaset üzerinden düşürmeye çalışıyor.
Başka bir bakış açısından[10], NATO ve kendilerine dair zerre fikri olmayan
yeni-muhafazakâr teorisyenleri (Irak’ta net bir başarı kazanan) “rejim
değişikliği” senaryosunu yeniden yürürlüğe sokuyorlar.[11] Bu senaryonun Doğu
Avrupa’da fiilî bir bölgesel savaş arayışı içerisinde olduğu çok açık. Öte
yandan Batı bankaları, askerî Keynesçiliğin en son sefahat âlemlerinden kâr
elde etmeyi sürdüreceklermiş gibi görünüyorlar.[12]
Rusya’ya
ait ikmal hatlarının istikrarsızlaştırılması, Katar ve Suudi Arabistan’ın
Avrupa’daki petrol ve doğalgaz piyasasını Rusların ve İran’ın elinden almasına
imkân sağlıyor. Güney Avrupa’ya uzanacak boru hattı önerisi ile bu rekabet
ortamına İsrail de giriyor.[13] Rusya’nın İran’a verdiği destek düşünüldüğünde,
onun tüm dengesini yitirmesi, İran’a saldırılması gerektiğine dair sürekli
çağrı yapıp duran İsrail için olumlu bir gelişme. ABD Senatosu ise 11 Aralık
2014’te “Ukrayna’nın Özgürlüğünün Desteklenmesi Yasası”nı[14] geçirerek savaşa
doğru bir adım daha atıyor. Bu yasa, Rusya’nın hiç kabul edemeyeceği bir hamle
olarak, Ukrayna’ya gayet ölümcül sonuçları olacak bir yardıma kapı aralıyor.
Ayrıca yasama alanında yapılan tüm hamlelere, Rusya sınırı yakınında NATO
mevcudatına ve personeline yapılan ek yığınaklar eşlik ediyor.
Adil
Rusya Partisi ve Duma’nın solcu üyelerinden Mikhail Yemelyanof[15] “tepeden
tırnağa silâhlanmış” bir Ukrayna ile ileride daha yıkıcı sonuçlara yol açacak
bir savaştan kaçınmak için bu ülkenin hızla değişen koşullarına cevap olarak,
“yeterli düzeyde ele alınmış” kimi tedbirlerin uygulanması çağrısında bulundu.
Ancak Putin bu çağrıya onay vermese de, parçası olduğu “Asya Ekseni” ile
ilişkili olarak sürece asimetrik kimi cevaplar veriyor. Bu noktada ABD’nin
Çin’i kuşatma stratejisinin karşısına bu hamleye benzer bir hamleyle, Çin’le
işbirliğine dayalı bir stratejiyle dikiliyor.
Ancak
gene de şurası açık: ABD Kongresi’nin Kırım ve Rusya aleyhine çıkarttığı ek
yasalarda görüldüğü üzre[16], ABD’nin Rusya’ya yönelik yaptığı saldırıların
genel izleği bağlamında, Putin[17] ölçülü ve sistemik bir biçimde, söz konusu
asimetrik stratejiye dayalı girişimlerine devam edecek. (Putin’in 2014 Yılı
Basın Konferansı[18]) Yeni yasadaki on iki hüküm savaşa uzanan yolda atılan
başka bir adımı ifade ediyor. 2009’da Nobel Barış Ödülü’nü alan Obama (18
Aralık’ta) Kırım’a uyguladığı ekonomik ambargo ile esasen ateşe benzin döküyor.
Avrupa
liderleri ise 19 Aralık’ta yeni bir dizi yaptırımla adımlarını efendilerinin
adımlarına uyduruyorlar. Rusya’ya yönelik bu türden bir tecrit politikasına
Carter yönetiminde[19] de tanık olunmuştu. (Bu politikanın Ronald Reagan ve
George H. W. Bush için gerekli zemini hazırladığı biliniyor.) Ancak şunu
anlamak gerek: yetmişlerin sonundaki politika ile 2014-15’te uygulamaya konulan
politika arasında büyük bir fark var. İkincisi karşısında, Rusya ile Çin
arasında kurulmuş güçlü bir ittifak buldu. Çin’in desteğiyle, Putin’in
uluslararası hukuka ve diyaloga bağlılığını sürdürmesi muhtemel. Çin Dışişleri
Bakanı, Rusya’nın 12 Şubat 2014 tarihli Minsk Anlaşması’nı tam manasıyla
uygulama kararını desteklediklerini ifade etti ve bu anlaşmanın el üstünde
tutulması gerektiğini söyledi.[20]
Batı’ya
ait stratejilerin bir laboratuvar ortamında değil, risk ve misilleme durumu
dâhilinde oluştuğunu akılda tutmak önemli. Örneğin Rusya Devlet Meclisi
Dışişleri Komitesi Başkanı Aleksey Puşkof şu gözlemi yapıyor:
“IŞİD, tüm petrol
pazarlarında serbestçe petrol ticareti yapıyor. Peki bu nasıl olabiliyor?
Batılı yurttaşların başlarını kesen terörist bir örgüt bir petrol tüccarının
fiilî haklarına sahip. Kimsenin yaptırım uyguladığı da yok. ABD Dışişleri
Bakanlığı’nın IŞİD’e karşı yaptırım çağrısında bulunduğunu işiten oldu mu? Bu
durum, ABD’nin İslam Devleti’ne nasıl muamele ettiğini örnekliyor.” (Rusya ve
Hindistan Raporu, 14.11.2014[21])
Rusya,
Batı ve onun Ortadoğulu müttefiklerinin stratejilerine kendince bir cevap
verdi. Putin, 1 Aralık 2014’te Ankara’da, Bulgaristan’dan geçmesi planlanan
Karadeniz Güney Akımı doğalgaz boru hattı projesinin iptal edildiğini[22],
bunun yerine Gazprom’un hattı Türkiye’den Yunanistan’a uzanacak şekilde inşa
edeceğini söyledi.[23] Bu hat sayesinde Rusya, Katar ve Suudi Arabistan’ı
ekarte edip, Güney Avrupa doğalgaz pazarına girme imkânı bulacak.
Ama
öte yandan, Katar ve Suudi Arabistan Avrupa pazarını ele geçirme stratejilerine
bağlı olduğunu gösteriyor. Rus, İranlı, Meksikalı ve Venezuelalı rakiplerinin
altını oymak istiyor. OPEC’in petrol üretim düzeylerini muhafaza etmesinde de
görüldüğü üzere[24], bu iki ülke, ABD ve İngiltere ile aynı yatağa girmenin
kaymağını yemek arzusunda. Avrupa pazarı için verilen savaşın ötesinde, bir de
mevcut pazar payı için savaş veriliyor.[25] Öte yandan, OPEC’te belirgin bir
anlaşmazlık hüküm sürüyor, kimse petrol fiyatlarındaki düşüşe karşın, elindeki
pazar payını kaybetmek istemiyor. Bu ise politik ve geçici bir gelişme olarak
görülüyor.[26]
Doğu
Avrupa’da o yaşanmaması gereken bölgesel çatışmanın yol açtığı beklenmedik
durumların dışında, cereyan eden Rusya ekonomisi aleyhine işleyen mevcut
kusursuz fırtına etkilerini gösterdi ama gene de Rusya ekonomisi, temel
eğilimler bakımından güçlü olduğunu ortaya koydu.[27] Ülke, 2013’te toplam
gayrisafi milli hâsılasının %16’sını teşkil eden petrokimyasal ürünler
üzerinden çeşitlenme imkânı buldu. Yüzleşilen fiilî tehlikelerin bu sayede kısa
erimli olması mümkün. Muhtemelen bu süreç, yaşanan fırtına karşısında rublenin
değerinin korunmasına dönük mevcut politikalar dâhil[28], Rusya ve Çin’in
giderek artan bütünleşmesinde ifadesini bulduğu biçimiyle[29], BRICS ve ona
bağlı politik ekonomilerin ileride tuhaf bir biçimde pekişmesine sebep olacak.
29
Aralık 2014’te Rusya ekonomisini kesin olarak koruyacak bir “Yuan Değiş
Tokuşu”[30] gerçekleşti. Pakistan[31] ve Hindistan[32] gibi diğer Asya
ülkeleriyle de benzer tipte asimetrik stratejiler geliştiriliyor. Tuhaf olan şu
ki, ABD’nin yaptırımlar üzerine kurulu politikaları, sadece Avrupalı
“müttefikler”inin canını acıtmakla kalmıyor, ayrıca ABD’nin başından beri cevap
geliştirmeye çalıştığı BRICS’in gücünü giderek artırdığı sürecin daha da
hızlanmasına neden oluyor. Artık kimileri, Rusya ve Çin’in “kâğıttan kaplan”ı,
hegemonu, yani ABD’yi o en ümitsiz hâlinde yaralı bir hayvan gibi boyun
eğdirmek için uğraştığına dair endişelerini dile getiriyorlar. Bu iki ülkenin
ellerinde emirlerine amade, öldürücü olmayan bazı finansal silâhlara sahip
olduğu üzerinde duruluyor.[33]
Bu
fikirleri daha somut ifadelere kavuşturmak adına, “ikili iktidar”ın değişmekte
olan küresel durumunda yüzleşilen mevcut aciliyet bakımından ben, işbirliğinin
iktidar blokları arasında kurulmaya devam etmesi, böylelikle bir hegemon olan
ABD ile onun (Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Rusya’ya yönelik olarak Avrupa’nın
işgal ve askerî saldırı platformu olarak işleyen) askerî üsler ve mevcudatından
oluşan küresel şebekesinin, yani dünyadaki militarizmin ve sömürünün aslî faili
olan, alabildiğine kompleks bir yapı arz eden NATO’nun kuşatılması gerektiği
iddiasındayım. Elbette ABD’nin müttefikleri, Batı’nın etiketlediği
“demokrasiler”i içeriyor ama bu ülke, surette boş birer gevezeliğe dayanan
özgürlük ve insan hakları şiarına rağmen, ayrıca sınır nedir bilmeyen
kapitalist, son dönemde de neoliberal bir ortamda işleyen askerî diktatörlükler
ve krallıklarla da iş tutuyor.
Kuşatmaya
dayalı böylesine somut bir stratejiyi ABD dışında açıktan kimse dile
dökmemişti. Buna karşın, Avrasya Birliği ve Avrupa Topluluğu arasında kurulması
düşünülen işbirliğini de içeren, BRICS, Avrupa ülkeleri ve AB arasındaki
bağlarda fiiliyatta canlanma söz konusu. Alternatif bir gelişme için açık ve
ayrıksı bir fırsat sunduğu takdirde, Avrupa’nın Amerikalı işgalcilerinden
uzaklaşmaya ikna edilmesi mümkün.[34] Eğer ABD, Avrupa’yı nükleer silâhlarla
tekrar donatma konusunda ısrarcı olursa, böylesi bir alternatif bir zorunluluk
olarak görülebilir.[35] Yukarıda da ifade edildiği biçimiyle, Danimarka ve
Avustralya, ABD’ye rağmen, Rusya’nın da üyesi bulunduğu yeni kurulan Çin
altyapı bankasına katılmak için başvurdu.[36]
Tasarruf
tedbirlerine karşı olan SYRIZA’nın elde ettiği zafer, Foucault’nun da talep
ettiği biçimiyle, Avrupa’nın “farklı düşünme”sine yardımcı olabilir.
Yunanistan’ın Rusya ile temas kurduğu ve ona karşı uygulanan yaptırım
politikasına karşı çıkan AB devletleri (Avusturya, Macaristan ve Slovakya)[37]
arasına katıldığı biliniyor. Yavaş ama emin adımlarla Avrupa’nın bir bütün
olarak bu gülünç ve giderek bir saçmalığa dönüşen sürece bir son verme
konusunda çağrıda bulunmaya ikna edilmesi mümkün. Bilhassa yaptırımların Avrupa
ekonomilerine de zarar verdiği koşullarda bu, güçlü bir olasılık.[38] Burada
yeni bir Yugoslavya’nın oluşma ihtimalinin eşikte beklediğini belirtmeye gerek
bile yok. Bu türden hamleler, AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikasından
Sorumlu Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini’nin ifadelerinde karşılık buldu
bile.[39] Mogherini, Batı’nın “çatışma mantığı” yerine diyalog mantığını ikame
etmek niyetinde olduğunu söyledi.
Avrupa’nın
ABD’den uzaklaştırılmasına ve onun eşzamanlı olarak küresel planda
kuşatılmasına ilişkin bu türden bir strateji, Amerikan halkına yönelik bir
saldırıyı ifade etmiyor, aksine, ABD hükümetine bu dünyada başkalarının da
çıkarlarının bulunduğunu, onların da küresel yönetim ve uluslararası hukuk
üzerine kurulu kurumlar üzerinden ihtilafları gidermeye dair kendi olgun
yöntemlerine sahip olduklarını hatırlatmayı amaçlıyor. Bu stratejiye bir katkı
olarak Rusya, Avrupa Birliği’ne Birleşik Devletler’le imzalamayı düşündüğü
Transatlantik Ticaret ve Yatırım Anlaşması’nı reddetmesini söyledi ve “Batı”
medyasında haberi dahi yapılmayan bir gelişme dâhilinde, bir tür diplomasi
jesti olarak, Avrupa’yı Avrasya Birliği’ne davet etti.[40]
2015
başında Batı’nın Rusya’ya karşı sürdürdüğü propagandası tuz buz oldu. Bunun bir
göstergesi, Russia Today’in başarısı karşısında Batılı medya devlerinin
içine düştüğü derin panikse, diğer göstergesi de Çek Cumhurbaşkanı’nın bir
mülâkatında, “Maidan’ın demokratik bir devrim olmadığını” açıktan kabul
etmesi.[41] Milos Zeman devamında şu değerlendirmede bulundu:
“Kanaatime göre, Ukrayna
bir iç savaş yaşıyor. Ukrayna’daki olayların Batı destekli darbenin bir sonucu
olduğunu ve Prag Baharı ile asla kıyaslanamayacağını ancak ‘yeterince
bilgilendirilmemiş insanlar’ kabul etmeyecektir.”
Fransız
Cumhurbaşkanı François Hollande ise Rusya’ya karşı uygulamaya konulmuş
bulunulan yaptırımlara derhal son verilmesi çağrısında bulunarak, Batı
propagandasının tuz buz olma sürecine ve ekonomik savaşa dâhil oldu.[42]
Elbette ertesi gün de o berbat Charlie Hebdo olayı meydana geldi.
Bu
noktada ilk adımı ben atmış olayım. Konuyla ilgili kanaatlerimi de gayet yalın
ifadelerle aktarayım.
ABD,
kuşatma ve yıkım üzerine kurulu yığınla stratejisini rakiplerine karşı
aralıksız devreye soktu, üstelik kendi müttefiklerini bile gözetleyip
baskıladı. Diğer tarafta ise hâlâ gururunu muhafaza eden çok sayıda ulustan
müteşekkil geniş bir şebeke duruyor. Bu ulusların ABD’yi ve aslî müttefiklerini
onları uluslararası hukuka sadakatle bağlı kalmaya ve gerçek manada küresel
(çokmerkezli) ve demokratik bir yönetim düzeninin oluşum sürecine katılmaya
mecbur etmek için kuşatılması zorunlu. Bu kuşatmaya demokratik bir direniş,
belki de ABD ve ona bağlı müttefiklerinde bir devrim eşlik etmeli. Bu strateji,
aynı zamanda Birleşmiş Milletler gibi mevcut uluslararası kurumların köklü bir
reform sürecine tabi tutulmasını ve salt hegemonun çıkarlarına hizmet edip duran
IMF, Dünya Bankası ve NATO gibi diğer uluslararası kurumların ise ortadan
kaldırılmasını gerekli kılıyor.
Ulusların
teşkil ettiği bu yeni gruplaşmaya Avrupa halkları da davetli. Ama bu bloka
Avrupa’nın katılmasının koşulu şu: Amerika’nın işgal amacıyla kullandığı sinsi
bir güç olarak NATO’nun dağıtılması.
NATO
varoldukça “Avrupa” Avrupa olamaz. O, sadece işgal altındaki Avrupa olarak
kalır. NATO, kendi varlığını sürekli meşrulaştırmak için sahte veya gereksiz
düşmanlar icat ediyor.
NATO,
uluslararası toplumla ilişkisinde fitneci, uluslararası hukuk noktasında ise
yıkıcı.
Avrupa’nın
egemen bir politik bir birlik olması, barışçıl, işbirliğine dayalı,
sürdürülebilir bir kalkınmaya adanmış çalışmayı merkeze alan küresel bir
demokratik yönetimin ortaya çıkması için NATO’nun dağıtılması, sökülüp atılması
şart.
Hegemona
karşı artık küresel bir muhalefet yükseliyor. İkili iktidarın ortaya çıktığı
koşullarda bu karşı cephe, BRICS [Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney
Afrika] ile başkaları yanında, Venezuela, El Salvador, Bolivya, Arjantin,
Nikaragua, Küba, Vietnam’dan oluşuyor. İşbirliğine dayalı bu geniş şebekenin en
önemli öğesi de BRICS Kalkınma Bankası olacak.[43] Bugüne dek niteliğini
ABD’nin belirlediği kurumların “mecburî tercih”i ile yüzleşmiş bulunan çok
sayıda fakir ulus, söz konusu alternatif finans sistemlerini ve şebekelerini
bağırlarına basacaktır.
Bu
strateji, Amerika’nın hesap verme ve sorumluluk alma konusunda artık istisna
teşkil etmediği bir durumu koşulluyor. Hegemon, emperyalist maceralarının ve
fantezilerinin bedelini ödedikçe güçleri giderek azalan o müttefikleri ile ABD
zamanla daha çok kuşatılacak.
Böylesi
bir bağlam dâhilinde Amerika, uluslararası hukuka uymaya ve savaş suçlularını
mahkemeye çıkartmaya mecbur kalacaktır. Birleşmiş Milletler’in[44] konuyla
ilgili çağrıda bulunduğu, Anayasal Haklar Merkezi Hukuk Direktörü’nün[45]
hakkında önerge sunduğu, ABD Senatosu CIA İşkenceleri Raporu[46] herhangi bir
adlî kovuşturmaya yol açsaydı, bizim Trasimahosçu dünyamızın mevcut hâlini
sınayacağımız emsal niteliğinde bir davanın açılmasını sağlayacaktı. Gelgelelim,
ABD Adalet Bakanlığı meseleyle ilgili olarak kimseye suçlama
yöneltmeyeceklerini açıktan ifade etti bile. Bu, Federal Mahkeme’nin işkencenin
planlanıp uygulanmasına iştirak etmiş olanlara karşı sivillerin her türden
iddiasını reddedeceğinin, işkencecilerin tüm müteakip hukukî işlemlerden muaf
tutulabileceğinin (19 Aralık 2014) ve küresel yönetimin mevcut tehlikeli durumu
dâhilinde fiilen adaletsiz ve yasadışı olan bir seyrin içine girdiğinin açık
bir göstergesidir.[47] Gene de Anayasal Haklar Merkezi[48], Berlin’de bulunan
Avrupa Anayasal Haklar ve İnsan Hakları Merkezi[49] isimli Alman insan hakları
grubu öncülüğünde yapılan işkenceyle ilgili şikâyet dilekçesine imza attı.
Bundan sonra muhtemelen İnsanlığa Karşı İşlenmiş Suçlar ve Savaş Suçları
Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kapısı çalınacak.
Böylesi
bir durumda, “Amerikan istisnacılığı”nı (uluslararası hukuk konusunda istisnaî
olma imkânını) frenlemek için kendi iç uyumuna sahip bir direniş ve koordineli
bir eylemlilik ortaya konulmalı, yasal, barışçıl, işbirliğine açık ve
sürdürülebilir bir (ekonomik, çevresel, kültürel) gelişme ile ilgili yeni bir
norm belirleyecek demokratik bir küresel yönetimin oluşup, uluslararası
kurumların acilen dirilişi gerçekleştirilmeli.
Batı
Solunun Yüzleştiği Güçlükler Üzerine
Üzerinde
yaşadığımız bu kusurlu dünyada, hem yirmi birinci yüzyılın siyasetini
kavramaktan aciz, alabildiğine sekter olan sola hem de neoliberal sosyalist,
sosyal demokrat ve işçi partilerine alternatif teşkil eden Batı solundaki iyi
niyetli insanların bir araya gelmesi hayatî bir önem arz etmektedir. Bu iyi niyetli
insanlar, esas olarak somut koşullara ve somut ihtiyaçlara odaklanmalıdırlar.
Gerçek manada devrimci ve yaratıcı bir düşüncenin ortaya çıkacağı, ileride de
ortaya çıkmayı sürdüreceği bağlam burasıdır. Geçmişte böylesi bir birleşmeye
Avrupa ve ABD’deki komünist partilerde tanık olunmuştu. Bu birliktelik yerini
nihayetinde yeni sola ve muhtelif toplumsal ve tekil meselelere veya kimlik
hareketine bıraktı.
Günümüz
Batı toplumunda “komünist hareket”in meselesi, onun tartışmayı onlarca yıl
esasta hegemonun, yani ABD’nin çıkarları ve tercihleri etrafında döndürmesi
idi. ABD, Avrupa’da komünist hareketi akamete uğratmak için elinden gelen her
şeyi yaptı, komünizmle sosyalizm arasında suni bir ayrım yapılmasını sağladı.
Sosyalist ve komünist örgütlere sızdığından, “bölünme” kültürünü mayalayıp,
küçük, toprağıyla bağı olmayan, ilgisiz, komünizm, sosyalizm veya devrimci
sosyalizm etiketli kimi grupların oluşumunu tetiklemesinden bahsetmeye gerek
bile yok. Çatışmacı kavmiyetçilikle birlikte bu bölünmenin hüküm sürdüğü
gerçeklik, ABD, Avrupa, Avustralya ve Japonya’da solun yaşadığı sayısız politik
yenilginin bir ürünü. Solun Latin Amerika’da görece başarılı olmasının nedeni,
sol politik partilerin işçilerle ve yoksul halk kitleleriyle ilişki içerisinde
olması.
Tüm
o belânın göbeğinde, yani ABD’de sol, ideolojik tarikatçılığın ve
mükemmeliyetçiliğin oluşturduğu gettolar dâhilinde karantina altına alındı ve
kazığını her daim Rus Devrimi ile sonrasına dair o çeşitlilik arz eden,
çoğunlukla birbiriyle çelişen yorumların üzerine çaktı. Tüm ülkelerdeki
fakirlerin ve zayıfların arasında olmaya dair gerçek aciliyetin ışığında,
küresel ölçekte, misal Troçkistlerle kendilerini Stalinist veya Maoist
addedenler (ve tabii unutmamak gerekir ki Avrokomünistler) arasında süren
tartışmalar, solun birliği ve büyümesi tam anlamıyla bir gereklilik arz
etmediği takdirde, gülünç bir hâl almaktadır. Oysa böylesi bir birlik, kısa
süre önce Almanya’nın eyaleti Türingiya’da, onlarca yıl süren, ayrıştırıcı
ideolojik tartışmaların ardından, mevcut duvarları yıkarak gerçekleşti.[50]
Burada sol, daha çok destekçiye sahip olduğundan değil, birleşik bir seçmen
kitlesinin, iyi niyetli katılımcıların ittifakı koşullayacak o fiilî
tartışmalara katılmaları üzerinden oluşması sayesinde başarı kazandı.
Arap
Baharı ve Wall Street’i İşgal Et eylemlerini takip eden ve Avrupa ile dünya
genelinde hâlâ süren 2011 tarihli tasarruf tedbirleri karşıtı kitlesel gösteri
dalgası Thomas Picketty gibi düşünürler nezdinde mevcut sol akademyada ve “yeni
sol” partilerde seçimlere dayalı politik ifadesini nihayet buluyor. Sola doğru
yaşanan bu kayma, Latin Amerika’da yaşanan benzer süreci takip etti. Avrupa’da
yeni sol ittifaklara, Yunanistan’da SYRIZA’ya, Birleşik Krallık’ta İskoç Ulusal
Partisi, Galler Partisi (Plaid Cymru) ve Yeşiller’den oluşan tasarruf
tedbirleri karşıtı ittifaka, İrlanda’daki benzer ittifaka ve birçok Avrupa
ülkesinde bu türden politik oluşumlara tanık olundu. Ancak gene de bu partiler,
sırtlarını sokaklara ve halk meclislerine dayasalar da sahip oldukları tasarruf
tedbirleri karşıtı politikalar, Avrupa, Amerika ve tüm dünya bağlamında
gettolara hapsolmuş hâlde olan sol tarafından genel manada kucaklanmamış olan
yeni sola ait o “büyük sentez”i henüz koşullamış değil.
Ama
gene de SYRIZA’nın Yunanistan’da elde ettiği o önemli zaferin, solun Avrupa’da
ve dünyada canlı ve güçlü bir geleceğe sahip olduğuna en dik kafalı kötümseri
bile ikna etmesi gerekiyor.
Solda
uzun süredir varlığını koruyan parçalılık, üretken bir tartışmayı ve kitlelerle
koordineli bir eylemliliği (tek tek örgütlerden daha büyük olan işgal
hareketinin mevcudiyetine karşın) neredeyse imkânsızlaştırdı. İçerisinde hem
teorik hem de pratik öncülüğü birlikte barındıran bir liderliğin büyüyüp
gelişmesinin mevcut ihtiyaçların giderilmesini sağlayacağı açık. Bu mevzuyla
alakalı düşüncelerimi “Alain Badiou’nün Psikoanalizi” başlıklı ekle birlikte,
“Ölümcül Tekrar: Badiou ve Şairler Çağı”[51] isimli makalemde daha detaylı
olarak ele alıyorum.
Mevcut
tarikatçılığın yaratıcı bir felsefî ve politik tefekkür, strateji ve eylem ile
yerinden edilmesi/sökülüp atılması şart. Her şeyden önce bu tarikatçılık,
“diyalektik materyalizm”in dünyayı terk eylemiş, idealist manada yozlaşmış bir
hâlidir. Odaklanılması gereken, mükemmel bir teorinin tüm detayları ile
kurulması değil, gerçekliğin kendisine, yaratıcılığa ve deneyime açık bir
mücadeledir. İnsanların sokaklarda var ettikleri hareketler, politik iktidar
bilincine doğru evrilmelidirler. Marx’ın da iddia ettiği biçimiyle düşünce,
somut ihtiyaçlardan, durumlardan ve eylemlerden varoluşa dair bir hüküm olarak
neşet etmelidir. Esasında birçok dogmatik “Marksist-Leninist”, tam da Marx’ın
tüm eseri boyunca, Eleştiri öncesine ilişkin kullandığı anlamda,
idealist, safi duygusal bir dogmatizm olarak eleştirdiği ütopik sosyalistler
gibi davranmaktadır.
Ben,
demokratik komünizm düşüncesini ve pratiğini Marx’ın ruhu dâhilinde keşfetmeye
çalışıyorum. Böylesi bir çalışmanın bir yandan geçmişe dönük çalışma ve
tartışmadan, bir yandan da yeni solun (İşgal Et hareketi, Savaşı Durdur
hareketi, işçi hakları vb.) somut mücadele içerisinde, etrafında birleşmesi
gerektiği somut durum ve ilişkilere odaklanmanın kendisinden istifade etmesi ve
mücadelenin mevcut dönemi için en iyi strateji ve taktiklerin kararlaştırılması
mümkün. Başka bir şekilde ifade edecek olursak, uluslararası sol hareket, daha
çok tarihle ilgili çalışmadan, tartışmadan ve eleştiriden öğrenecektir ama daha
da önemlisi, solun sahadaki taktik ve stratejileri fiiliyatta sınamak ve
insanların gerçek ihtiyaçlarına odaklanmak suretiyle bu düşünsel ayrışmaları
bir tarafa bırakması şarttır. Örgütlenmek zor bir iştir ve zaman harcamayı
gerektirir. Bu türden ağlar oluşturmak, her daim radikal değişim için
oluşturulacak bir hareketin temelini teşkil edecektir.
Somut
İhtiyaçlar, Somut Durumlar ve Somut Eylem
Günümüzde
Batı solu, bir yandan içindeki herkesin ölmek üzere olduğu, her yanını
alevlerin sardığı binanın karşısında dikilip duran ama bir yandan da ateşi
söndürmenin tarihini tartışan itfaiyecilere benziyor. Her politik partide
hiziplerin ve görüş farklılıklarının bulunması olağandır, gerçek acı ve çile,
içinde yaşanılan şimdiki anda bulunduğundan, (bilhassa karar verirken)
odaklanılacak nokta, birleşik bir mücadele çalışması olmalıdır. Oysa ateş
yanmakta, itfaiyecilerse kenarda durup geçmişi tartışmaktadırlar.
Yaklaşık
iki yüz yıldır birçoklarının sıklıkla geçmişe ait eylemleri ve kişilikleri
birer formül veya idol hâline getirecek bir yoldan uygulamaya çalıştıkları
Marksçı diyalektik praksisin anlamı işte budur. Esasında Marx’ın icat etmediği
devrimci tefekkür ise temelde somut koşullara ve somut bir stratejiye
odaklanır, bunu da insanî varoluşun derin ve çoğunlukla insanın kafasını
bulandıran karmaşıklığı ile akıldışılığı bağlamı dâhilinde yapar. Bütün bu
çalışma, dünyaya ve onun tüm ömrüne ait imkânların yaratıcı bir biçimde
fiilîleşmesi ile insanların ihtiyaç ve arzularının gerçekleşmesine uyumlu bir
hâle getirilmelidir.
“Ölümcül
Tekrar: Badiou ve Şairler Çağı”[52] isimli makalemde de tartıştığım üzere,
örneğin Batı’daki solcular, küresel, çokmerkezli bir demokrasinin barışçıl,
işbirliğine dayalı ve sürdürülebilir bir gelişimi için iyi niyetle çalışmaya
hazır olan neredeyse tüm mevcut rejimleri desteklemelidirler.
Stratejik
ve taktiksel ortaklık ve ittifaklar düzleminde, dünyadaki muhtelif uluslar
konusunda reddiye, itiraz, düşmanlık yerine kabullenme, onaylama ve dostluk
gibi zeminler üzerinden bazı gerekçeler bulmaya çalışmalıyız. Esasında mükemmel
bir toplum için mükemmel bir reçete mevcut değildir, bu türden bir reçete,
uygulama noktasında kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak olan şiddeti üzerinden,
aksine büyük bir şevkle arzulanan toplumun tam aksi tipte bir toplumu
yaratacaktır. Devrimci düşünürlerin geleneği sürekli sorgulamak, eleştiriye
tabi tutmak ve konuşma, düşünme ve eylemle ilgili kimi alternatif yolları
yaratıcı bir biçimde deneyimlemek zorunda olmalarının nedeni budur.
Bu
nedenle fikrî hürriyet, her türden, gerçek manada demokratik olan, demokrasi ve
ortak mülkiyetle gönüllü ilişki kurmuş toplum, hareket veya topluluk için
hayatî önemdedir. Praksisin, bilinç-madde etkileşimi, çaba ve deneyin o büyük
görevi budur. Dolayısıyla gerçek bir Marksizm, eğer revizyonizm bir devrimci
sosyalistin, demokratik komünistin veya ulusal kurtuluş mücadelesi veren bir
halkın fikrî, pratik ve stratejik faaliyetini ifade ediyorsa, her daim bir
revizyonizm biçimi olacaktır. Dünya varlığını ekonomik, politik ve kültürel
açıdan eşitsiz gelişim durumu dâhilinde sürdürmektedir, bu nedenle, bizim
sadece bu eşitsiz gelişmeye değil, belirli bir ülkeyi karakterize eden kültürel
ve ulusal özgüllüğe ve biricikliğe karşı da hassas olmamız gerekir.
Marx’ın
ilk dönem Alman romantisizmi ile Alman idealizminin gelişimi sonrası ilk büyük
katkı yapan isim olduğu düşünülürse, varoluşun dünyevîliği ve eylemine dayalı
solcu bir felsefe, bizim tefekkürümüzü insanların ihtiyaçları ile uyumlu
olacak, somut koşulların gelişimi ile bağdaşacak şekilde sürekli revize etmeyi
gerekli kılar. Platon’un idealist mükemmeliyetçiliğini reddetmekle birlikte,
bizim muhtelif ulusların gündelik kusurlu yanlarına açık olmamız, birçok ulusun
eşitsiz gelişiminin suçlamanın değil, dayanışmanın temeli olduğunu, ayrıca
mükemmel bir teorinin ideal bir formunun bulunmadığını anlamamız şarttır.
Bunun
yerine, bizim üzerinde durmamız gereken, herkesin Marx’ın o meşhur özdeyişine
atıfla, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” sözünü gerçek
kıldığı farklı bir tür dünyayı hedefleyen müşterek bir projeye iyi niyetli bir
katılım göstermektir. Bu, bizim bu gezegen üzerinde birer fani olarak her daim
ulaşmak için çaba sarfettiğimiz bir hedeftir. Sadece fani olan değil, ayrıca
maymunsulardan gelen bir tür olarak bizim bilincinde olmamız gereken, radikal
dönüştürme pratiğinin uzun erimli bir mesele olduğu gerçeğidir. Roma bir günde
kurulmadığı gibi, eşit ve çokmerkezli bir yönetime dayanan küresel bir
demokratik sistem de bir günde kurulmayacaktır. Bizim onu inşa etme ihtimalini
bir an görebilmemiz bile gene de büyük bir başarıdır.
Bu
söylenenler ışığında, devrimci düşünce, Mao’nun çelişki anlayışı ile
Nietzsche’nin kendini aşma anlayışına (Foucault’nun ‘kendimizin eleştirel
ontolojisi’ne) uygun olarak, maddî ve stratejik koşulların dönüşümü ile
kendisini aralıksız bir biçimde dönüştürmelidir. Bu sayede “revizyonizm”
suçlaması, somut koşullar ve somut eylemlere yöneltilmiş düşünceye dayalı bir
praksis bağlamında kendisini entelektüel açıdan geliştirmeye devam etmemiş,
herkesi ve her şeyi suçlayıp duran bir kişiye ait basit bir semptom hâline
gelir. Böylesi bir devrimci, artık devrimci değil, “tek boyutlu insan”,
Zerdüşt’ün maymunudur.
Yaşanan
güçlükler karşısında radikal düşünceyi ve praksisi daha güçlü kılmak için
sürekli çalışma yapmak gerekir. Bilim ve felsefenin, sosyoloji, psikoloji ve
antropolojinin tüm alanlarından bir şeyler öğrenilebilir. Bu noktada estetik ve
sanattan bahsetmeye bile gerek yok. (Rancière, Lyotard, Deleuze, Žižek vb.) Burada
kilit nokta, öğrenmek, düşünsel açıdan gelişmek aynı anda da somut pratikle
meşgul olmak, böylelikle daha güçlü bir devrimci olmaktır. Kişi, düşman kabul
ettiklerinden bile bir şeyler öğrenmekten korkmamalıdır.
İngiltere’de
böylesi bir alternatif sol parti kurma yönünde son dönemde belirli bir çaba
ortaya kondu. Kimi zaman belirli tartışmalara sebebiyet veren İngiliz sinema
yönetmeni Ken Loach’un çağrısı ile 2013’te Sol Birlik kuruldu. O günden beri
birçok sosyalist grup, bu yeni politik parti içerisinde belirli “eğilimler”
oluşturdu. Seçim sürecine gerçek bir nitelik arz eden her türden parti
katılacağından, Sol Birlik, bu noktada demokratik seçimlere tüm düzeylerde
katılımı artırmayı amaçlıyor.
Yeni-Teçırcı
Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi [UNIP] gibi, İngiliz sağına mensup bir
azınlık partisinin “iktidar iplerini elinde tuttuğu” bir dönemde, Galler
Partisi, İskoç Ulusal Partisi ve Yeşiller gibi sola mensup bir parti veya
partilerin de aynı şeyi yapması ihtimali var. Hiç olmadı, en azından böylesi
bir parti, mevcut hâliyle demokratik sistemi halka alternatif bir mesaj sunmak
için kullanabilir. Farklı türden bir siyaset için böylesi bir demokratik
sosyalist deneyimden çok şey öğrenilebilir.
Esasında
düşünme sürecinin diyalektik, dönüştürücü olmasına ve somut praksis üzerinden
edinilmiş deneyime yöneltilmesine psikolojik veya eğitsel açıdan izin veremeyen
ya da bu konuda isteksiz olan sabit fikirli sekterler, hatta Lenin (Trotskiy,
Gramsci, Mao, Castro, Ho Chi Minh, vd.) dahi, “işçi sınıfı” denilen, milyonları
bulan çalışan halka ulaşmak için gerekli birer düzlem olarak, mevcut olduğu
takdirde, seçim siyaseti ve sendika siyaseti ile uğraşılması gerektiğine
inanmıştır.
Solcuların,
Gramsci ve Rosa Luxemburg’a atıfla, sadece kendi ülke topraklarındaki politik
kültüre değil, ayrıca sürrealistlerin ruhuna bir selâm çakarak, kültürel
üretime, felsefeye, sanata, aktivizme, işgale, etkinliklere iştirak etmesi,
plastik sanatlar, edebiyat ve müzikle ilgilenmesi, böylelikle Adorno’nun sözünü
ettiği kültür endüstrilerinin, yaşam endüstrilerinin, kontrol endüstrilerinin
lehimsiz bir tarzda yeniden üretimine, karşılaşma, mücadele, deneyimleme ve
yaratma alanı, bir topos, bir “çelişki sahası” olan Deleuze ve
Guattari’nin “mekanizma” dediği şeye müdahale etmesi zorunludur.
Eğer
iyi niyetli insanlar yaratıcı düşünceyle meşgullerse ve eylem de somut koşul ve
ihtiyaçlara yönlendirilmişse, sol şahsında siyasetin vahim sonuçlar üretmemesi
gerekir. Wittgenstein’ın sözüne atıfla, bugün birçok solcu, duvarlarını belirli
bir jargonun teşkil ettiği bir hapishanede tutsaktır. Lacan varoluşçularla ve
postyapısalcılarla ilgilenmiştir. Žižek gibi kimi Marksistler de benzer
alanlara bakmışlardır. Žižek’in bu jargon hapishanesinin tutsaklarına verilmesi
gerekir. İdeolojik mükemmeliyetçilerin ve uzlaşma nedir bilmez sekterlerin
ikinci baba hayali, suni, rol yapmaya dayalı kimlikleri yerinden sökülüp
atılmalı, paramparça edilmelidir. Deleuze ve Guattari, bu parçaları toplamaya
yardımcı olacaktır. Sekterler bile diğer birçok isim gibi toplumsal planda
yapılandırılmış olsa dahi, geleceğe dönük düşünsel ve deneyimsel büyümenin
ketlenip redde tabi tutulduğu durdurulmuş bir gelişme hâline duçar olmuşlardır.
Çin’e
Dair
Çin,
sol ve sağın onu genel olarak redde tabi tutması sebebiyle Batı’da karşı
koyulması güç bir konu başlığıdır. Bu fikirlerin Batı’da tartışılmasının zor
olmasının nedeni, sadece Çin ve sosyalizm aleyhine medyada kapsamlı bir
propaganda yürütülüyor olması değil, ayrıca yukarıda bahsini ettiğim soldaki
parçalılıktır. Sosyal demokrat partilerle sosyalist partiler, akademik
Marksizmle geleneksel Marksizm, yeni sol ile Stalin tarikatı üyeleri, yeniden
inşa sürecine girmemiş Maoistlerle trajik biçimde aydın karşıtı olan, devrimci
felsefenin gelişimine (Eleştirel Teori, postyapısalcılık, Deleuze, Žižek,
Judith Butler, Cornel West vb. gibi çağdaş Marksçı yazarlar) ayak uyduramamış,
bu nedenle köhne bir düşünce ile tozlu resimlerin çamuruna saplanmış (ya da
gerçekte olmayan bir guru olarak iş gören bir lideri takip eden) komünist
eylemciler, partiler veya gruplar arasında belirli ayrılıklar söz konusudur.
Çin’in
bilhassa uzlaşmanın nihayetinde tesadüfî olduğu gerçeğine bağlı olarak, yaygın
biçimde redde tabi tutulması ile ilgili temel meseleleri saptamak gerçekten
güç. Bu noktada hâlâ kıyım, suçlamalar, fiiliyatta var olan, el altından
üretilmiş, iddia düzeyinde kalacak kimi olaylara dayalı gerçekötesi bir gelenek
ve “şarkiyatçılık”ın (Edward Said) devamlılığı söz konusu. (Edward Said) Oysa
artık bir dizi “bilgi arkeolojisi”nin ifşa ettikleri ışığında, Hong Kong’daki
“kapitalist demokrasi” hareketinin çetrefilli bir süreç dâhilinde bir kukla
olarak nasıl kullanıldığı konusunda gözlerimiz açıldı. Bu, George H. W. Bush’un
Tiananmen Meydanı olaylarında onlarca yıl oynadığı rolle ilgili olarak da
geçerli bir husus. Zira arşivler gerçekten tehlikeli şeyler.[53]
Çinliler,
tarihlerinin mevcut dönemini “ilksel sosyalizm” olarak adlandırdılar, görece
muğlâk bir tarzda Çin Halk Cumhuriyeti Anayasası’nda da geçen bu ifade ile
adlandırılan dönemin “çok uzun süreceği” iddia edildi. Mevcut politik ekonomik
siyasetin aslî teorik yön, anti-emperyalist bir bağlam dâhilinde belirlenmiş
olan ve iktidarın temelini kurma amacını güden, 1978’den beri uygulamada
bulunan “piyasa sosyalizmi”. (Elbette burada cinin şişeden çıkmasına izin
verilmiyor ki cin hâlâ şişesinde.)
Şimdi
bu meseleyi biraz daha açıklığa kavuşturalım. Bir yandan Batı’daki liberaller,
merkezciler ve muhafazakârlar arasında Çin’in “otoriter” olduğu konusunda güçlü
bir uzlaşma söz konusu. Elbette bunlar, yatırım ve düşük vergilenme gibi
fırsatlardan istifade ettikleri için gayet mesut olan kapitalist politik
partiler ve politik oluşumlar. Demokratik sosyalistler, sosyal demokratlar ve
işçi partililer de Çin’i bir sosyalizm modeli olarak reddediyorlar ya da ona
neoliberal ekonomiye dayalı etkisiz bir idare adına “sosyalizm”i terk ettiği
için karşı çıkıyorlar. Her ne kadar yekpare bir nitelik arz etmeseler de
Troçkistler, genel manada Çin’in tümden kapitalist ya da bürokratik sosyalist
olduğunu düşündükleri için bu modeli reddediyorlar. Ayrıca bir de Çinli
Troçkistlerin 1927’de hem milliyetçilerin hem de komünistlerin yaşattıkları bir
mağlubiyet tarihinden söz etmek gerek.
Troçkistler
(belki de Trotskiy’nin kendi düşüncesi hilafına), Stalin ve “Stalinizm”i
reddetmeyen tüm devletlere benzer bir eleştiri getiriyorlar. Batı’daki aşırı
solun belirli bir kısmını teşkil eden Troçkist kimi gruplar genelde Çin’e
olumlu yaklaştılar ama bu ülkenin geçirdiği “kapitalist restorasyon”un
gerçekliği ve bu yöndeki beklentilere ilişkin endişelerini de hep dile
getirdiler. Öte yandan şurası önemli: Çin Komünist Partisi, Stalin’in faşizmin
yenilmesi ve Rusya’daki hızlı ulusal kalkınma noktasında oynadığı rolü
savunmakla beraber, sadece Stalin’e değil, Sovyetler Birliği’nin bilhassa
“Kötülük İmparatorluğu”nun dağılmasını bekleyen Gorbaçev’in kendisine de
eleştiriler yöneltti. Esasında Çin’in mevcut yapısını ve düzenini Stalinist ya
da bürokratik sosyalist olarak nitelemek doğru değil. Çin’i ve yüzleştiği fiilî
güçlükleri “Trajik Topluluk: Friedrich Nietzsche ve Mao Zedung”[54] isimli
makalemde tartışıyorum.
Aslında
Çin’in kendisine ait, katılıma ve meşverete dayalı bir demokrasi geleneği,
dilekçe sistemi ve görece ağır işleyen, her seferinde değişen Anayasa’ya katkı
sunan, üçayaklı, dönemsel seçimlere dayanan bir seçim sistemi var. Diğer
parçaları, tarihleri ve teorik inşa süreçlerini de içeren bu sistem,
Nietzsche’den ilham almış Sun Yat sen’i, Marksizm-Leninizmi, Mao Zedung
düşüncesini, Deng Xiaoping Teorisi’ni, Üç İlke’yi ve Anayasa’da yapılan bir
dizi değişikliği kapsıyor. Eğer bir adım geri çekilip Çin Anayasası’na
bakıldığında, iki ayrı ilkenin işler hâlde olduğu görülüyor. Marksist praksis
felsefesi ve deneyimleme üzerine kurulu olan Anayasa bir yandan sürekli evrim
geçiriyor. Her bir kuşak Anayasa’nın geliştirilmesine katkı sunma fırsatı
buluyor.
Örneğin
şu anda başkan olan Xi Jinping, Çin’in sola kaymasına katkıda bulunmuş bir
isim. Bu katkıyı, iki ve çok taraflı ilişkilerin yeniden tasdikleyip
genişletme, toplumsal güvenlik ağının sürekli geliştirilmesine odaklanma, beş
yıllık bir çabanın ardından bu yıl içerisinde nüfusun %95’ni sağlık hizmetleri
kapsamına alma ve binlerce rüşvete bulaşmış memurun görevden alındığı veya
cezalandırıldığı “yolsuzluğa karşı” Kitle Çizgisi’ni uygulama, çevre yenileme,
şehirleşme ve belki de en önemlisi, (Çin’deki yeni solun da savunduğu) Çin’e
has özelliklerle birlikte sosyalist hukuk sisteminin olgunlaştırılması
üzerinden yaptı.
Diğer
yandansa Anayasa, materyalist tarihi ve politik ekonomik gelişmeyi anlayan
düşünür ve uzmanların görüşlerini yansıtıyor. Yukarıda Çinlilerin tarihlerinin
mevcut dönemini “ilksel sosyalizm” olarak adlandırdıklarından söz etmiştim. Bu
özelliği, emperyalizme karşı verilen ulusal kurtuluş mücadelesinin küresel
ölçekte, sadece iyi niyetli olan ama sosyalist ya da komünist olmayan diğer
ülkelerle işbirliği içerisinde olarak değil, ayrıca geri kalan kapitalist
ülkelerle rekabet dâhilinde işleyebilecek sağlam bir sosyalist demokrasi
projesinden ayrıştırılamayacağına dair anlayışa işaret ediyor.
Marx
ve Engels’in Alman İdeolojisi’nde açık bir dille ifade ettiği üzere,
materyalist tarihe dayalı bakış açısından bakıldığında, bizim doğrudan mükemmel
bir komünizme sıçramamız mümkün değil. Mevcut dünya düzeni içerisinde
sömürgeciliğin ve emperyalizmin tüm tarihi göz önüne alındığında, ulusal
kurtuluş mücadeleleri beynelmilel bir sosyalist devrimin bir parçası ve
bileşeni olagelmişlerdir. Dahası, reelpolitik açısından bakıldığında ve
cümlemizin maymunsulardan geldiği akılda tutulduğunda, mevcut mücadele
dâhilinde birçok durumda sosyalist özleştirmecilik (pürizm) asla geçerli bir
konu değildir.
Elbette
birçok durumda muhtelif ülkeler ve iyi niyetli bir dizi ulusal mücadele de
yüzlerini solun ajandasına çeviriyorken (ki bu duruma Afrika, Latin Amerika ve
Pasifik Havzası’nda tanık oluyoruz), diğer yandan Rusya gibi kimi BRICS
ülkeleri sosyalist veya komünist olmaktan fersah fersah uzakta. Ama gene de
uluslararası hukuka ve kurumların doğru düzgün işlemesi ilkesine verdiği
destekten ötürü, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin bir üyesi olarak
Rusya anti-emperyalizm bağlamında önemli bir ülke. Tekrar etmekte fayda var:
Rusya ve Hindistan’ın önemli bir bileşeni olduğu anti-emperyalist mücadele
mevzubahis olduğunda, mevcut mücadele ve geçici strateji bağlamında Rusya’nın
veya diğer ülkelerin sosyalist olmamasının bir hükmü yok. Mücadelede Çinlilerle,
dünyanın belki de en eski kültürüyle birlikte olan birisinin tarihsel
mücadeleyi uzun erimli kavraması gerekiyor. Bizim maddî koşulların çoğunlukla
tüm umarsızlığıyla bizden önde giden değişim sürecinin düşüncelerimizden
nispeten daha yavaş seyrettiğini anlamamız şart.
Batı
medyasına ait şizofrenik söylemlerin kışkırttığı bu türden, kısa erime bakan
düşüncesizlik, alabildiğine sınırsız, son dönemde neoliberal olan bir ortamda
faal olmaya çalışan batı demokrasilerini tarif eden önemli bir husus. Korkarım,
neoliberalizmin hükmettiği bu su şırıltısının Batı solu üzerinde de etkileri
mevcut. Bir ideali elinize alıp maddî gerçekliği bu türden bir ölçütle
değerlendiremezsiniz. Bu, alt tarafı Platonculuğun ölümcül biçimde tekrar
edilmesinden başka bir şey değil. Böylesi bir usul, radikal bir tarihsel
değişimi kavrayıp uygulamaya koyma noktasında gerekli sabrı dikkate alamamakla
kalmaz, ayrıca gezegen genelinde bugün aşikâr olan, her yanı saran eşitsiz
gelişimi, tarihsel gelenekleri, farklı kültürel pratiklerin yerel ve özgül
koşullarını siler.
Başkan
Xi Jinping’in tahayyül ettiği sosyalist bir demokrasi ise aksine tümüyle farklı
bir olgudur. Böylesi bir demokraside geleceğe görece daha fazla ilgiyle
odaklanmak mümkün olacaktır, zira esasen Batı’nın kısa erime kilitlenmekten
kaynaklı birçok sorununun temelde kaynağı kapitalizm içi konjonktürel
dalgalanmalar ve yolsuzluk/sömürüdür. Ortak mülkiyete ve meşverete, halkın
katılımına dayalı bir demokrasi ortamı sağlayan bir sosyalist demokraside
kaçınılması olası bu türden bir “belirsizlik” durumu asla oluşmamalıdır.
Özetle
benim önerim şu yönde: Batılı solcular ve diğer iyi niyetli, tüm inançlardan
insanlar, tarihsel varoluşun felsefesine ait anlamı, Çinli özellikler
barındıran bir sosyalizme doğru kendi yolunda ilerleyen ülkeyi tekrar düşünme
süreci dâhilinde radikal bir tarihsel değişimin derinliğini ve güçlüğünü
kavramaya dönük çabalarını artırmalılar. Bu, somut koşullar ve insanların
ihtiyaçlarına odaklanan düşüncenin ve yaratıcı praksisin kendine özgü bir
gelişimidir.
Esasında
Deng Xiaoping’in fikirleri, Lenin’in Yeni Ekonomi Politika dâhilinde
geliştirdiği fikirlerinin akıllıca ve olgun bir tarzda uyarlanmasından ibaret.
Pratikte bu girilen süreç (birçok Latin Amerika ülkesinde yapıldığı üzere) eğer
solcu bir hükümetin kılavuzluğunda yönlendirilecek olursa, hayırlı da olabilir,
zira tarihin de açık bir biçimde gösterdiği kadarıyla, neredeyse tüm sosyalist
devrimler zayıf oldukları için ezilmişlerdir. Örneğin Rusya’daki sovyet
ekonomisi Soğuk Savaş’ın zirvede olduğu dönemde, ABD ekonomisinin sadece üçte
biri kadardır. Amerika, İngiltere ve Fransa’ya bağlı beyaz güçler devrimden
kısa süre sonra saldırmış olsaydı Ekim Devrimi Rusya’sı nasıl bir hâl alırdı,
bir düşünün.
Sosyalist
bir dönüşüm ya da devrim, ne ekonomizmin varsaydığı biçimiyle, kendi kendine ne
de tüm dünyada tek bir günde hep birden gerçekleşecek. Gerçekte bu tarz bir
mücadelenin süresi belirsizdir, mücadelenin kendisi darmadağınık, yolu eğri
büğrü, bileşimi dengesiz ve şeklen rengârenk, yani tek kelimeyle kusurlu bir
gidişat üzredir. Ama maymunsulardan gelen ama aynı zamanda kendi esrarengiz
potansiyelini gören bir tür olarak bizler, iyi niyetli olan, kendi
anti-emperyalist ajandaları dâhilinde alternatifler ve müttefikler arayan
ülkelerle dayanışma içerisinde olmalı, bu noktada meseleleri sabırla ele
almalıyız. Ayrıca barışçıl ve işbirliğine dayalı bir dünya için verilen
mücadelede kimi vakitler ne kadar kusurlu olursa olsun, küresel bir mücadele
kurmak amacıyla bu ülkelerle omuz omza olmalı, mücadelelerimizi onların
mücadeleleriyle birleştirmeliyiz.
James Luchte
21
Kasım 2014
Kaynak
Dipnotlar:
[1] Andrew Korybko, “The Multipolar Network-Centric Policy of the Eurasian
Union”, Oriental Review, orientalreview.
[2]
“UK complicit? US Senate report reveals CIA torture and deception of Congress”,
Russia Today, RT.
[3]
Asad Ismi ve Peter Koenig, “De-Dollarization: Is BRICS a Viable Alternative to
the U.S. Dominated World Economic System?”, Global Research, GR.
[4]
Marx-Engels, Critique of Hegel’s Philosophy of Right, MIA.
[5]
Dmitry Kalinichenko, “The Golden Trap of Chess Master Vladimir Putin”, 27 Kasım
2014, SFP.
[6]
Office of the Director of National Intelligence, “DNI Unveils 2014 National
Intelligence Strategy”, 18 Eylül 2014, DNI.
[7]
“US Isolated, BRICS to Get Greater Voting Power at IMF”, 13 Aralık 2014, BRICS Post.
[8]
Colin Chillcoat, “Russia Abandons Petrodollar by Opening Reserve Fund”, 15 Ocak
2015, Russia Insider.
[9]
“Beijing calling: Australia & Denmark defy US by applying to join China-led
bank”, 29 Mart 2015, RT.
[10]
Eric Zuesse, “Obama’s Secret Deals with Saudi Arabia and Qatar”, 6 Kasım 2014, GR.
[11]
Robert Parry, “The Crazy US ‘Group Think’ on Russia, 18 Aralık 2014, GR.
[12]
Eric Zuesse, “U.S. & ‘International Banks’ Finance Ukraine’s Civil War”, The
Pontiac Tribune.
[13]
Steven MacMillan, “Israel proposes natural gas pipeline to Southern Europe”, 16
Aralık 2014, Neo.
[14]
Ramsey Cox, “Senate pass Russian sanctions bill”, 11 Aralık 2014, Hill.
[15]
“‘If US sends weapons to Ukraine, Russia should send troops’ – lawmaker”, 12
Aralık 2014, RT.
[16]
Doug Bandow, “How Many Enemies Does America Want? Congress Sacrifices US
Security New Sanctions Against Russia”, 15 Aralık 2014, Cato.
[17]
Patrick L. Young, “Putin’s press conference for all reasons”, 19 Aralık 2014, RT.
[18]
Putin Q&A 2014, Youtube.
[19]
Henri Trofimenko, “The Third World and US-Soviet Competition”, www.foreignaffairs.com.
[20]
“Outcome of Minsk deal should be cherished: FM”, 25 Mart 2015, People.
[21]
“Russian MP accuses US of secret financial support of Islamic State”, Russia&India
Report, in.rbth.com.
[22]
“Gazprom to build new 63 bcm Black Sea pipeline to Turkey instead of South
Stream”, 1 Aralık 2014, RT.
[23]
Joaquin Flores, “Russia and Turkey’s Gas Deal can Save Europe and the World”, 11
Aralık 2014, Center of Syncretic Studies, SS.
[24]
“Oil falls to four-year low as Opec maintains production levels”, The
Irish Times, 27 Kasım 2014, IT.
[25]
“‘Impossible’ to cut oil production - Saudi oil minister”, 18 Aralık 2014, Russia
Today, RT.
[26]
“Russia, Saudi Arabia, Mexico, Venezuela decide not to cut oil production”, 25
Kasım 2014, Russia Today, RT.
[27]
“Obama misinformed on Russia economy”, Press TV, www.presstv.ir.
[28]
“China Prepars Bailout Russia”, 18 Aralık 2014, Zero Hedge.
[29]
Alex Lantier, “China Challenges US Economic War against Russia”, 23 Aralık
2014, Global Research, GR.
[30]
“China to Launch Yuan Swap”, 28 Aralık 2014, Peakoil.
[31]
Zafar Bhutta, “Ties Triumph”, 22 Aralık 2014, The Express Tribune, Tribune.
[32]
Suhasini Haidar, “US upset at India-Russia deals”, 16 Kasım 2014, Hindu.
[33]
Paul Craig Roberts, “The Outlook for the New Year”, Paul Craig Roberts
Institute for Political Economy, PCR.
[34]
Carol J. Williams, “European leaders warn against too much economic pain in
Russia”, 19 Aralık 2014, Los Angeles Times.
[35]
“Redeployment of nukes to Europe won’t increase US security – Moscow”, 12 Aralık
2014, RT.
[36]
“US Officially Loses Battle Over China-Led Investment Bank”,
sitsshow.blogspot.co.uk.
[37]
“New Greek govt furious over EU ‘unequivocal’ anti-Russia statement”, 28 Ocak
2015, RT.
[38]
Mark Thompson, “Putin puts a chill on German economy”, 14 Ekim 2014, CNN.
[39]
“West Wishes to End Confrontation With Russia”, 28 Aralık 2014, Sputnik.
[40]
“Schachzug gegen die USA”, Deutsche Wirtschafts Nachrichten,
deutsche-wirtschafts-nachrichten.de.
[41]
Eric Zuesse, Czech President Says […]”, 4 Ocak 2014, Real Independent News
& Film, Rinf.
[42]
“Russian sanctions must be lifted”, 5 Ocak 2015, RT.
[43]
Horace G. Campbell, “The Future of the BRICS Development Bank”, 29 Temmuz 2014,
Counterpunch.
[44]
Diana Ozemebhoya Eromosele, “UN: Prosecute Bush Officials”, 10 Aralık 2014, Root.
[45]
“CCR Legal Director Says […]”, Center for Constitutional Rights, 9
Aralık 2014, CCR.
[46]
“CIA torture report”, 10 Aralık 2014, Guardian.
[47]
Inder Comar, “Federal Court Gives Early Christmas Present”, 22 Aralık 2014, GR.
[48]
“CCR Joins Criminal Complaint”, 17 Aralık 2014, Center for Constitutional
Rights, CCR.
[49]
“Criminal complaint against Bush”, European Center For Constitutional and
Human Rights, ECCHR.
[50]
“Breaking down walls in Thuringia”, 19 Kasım 2014, DW.
[51]
James Luchte, “Fatal Repetition: Badiou and the ‘Age of the Poets’ with
Appendix: ‘A Psychoanalysis of Alain Badiou”, Luchte. Bahsi geçen ek bölüm hariç,
makalenin Türkçe çevirisi için bkz.: James Luchte, “Ölümcül Tekrar: Badiou ve
‘Şairler Çağı’, İştirakî dergisi, Nisan-Haziran 2014, Sayı:
2, s. 55-58.
[52]
James Luchte, a.g.m.
[53]
Brian Becker, “What Really Happened in Tiananmen Square 25 Years Ago?”, 5
Haziran 2014, So That The Peoples May Live, sttpml.
[54]
James Luchte, “The Tragic Community: Friedrich Nietzsche and Mao Tse Tung”, Luchte. Makalenin Türkçe çevirisi için
bkz.: “Trajik Topluluk: Friedrich Nietzsche ve Mao Zedung”, Çev.: Emrah
Saraçoğlu, İştirakî dergisi, Temmuz-Aralık 2014, Sayı:
3-4, s. 143-152.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder