Değirmen
Taşları
Eski
İran devlet geleneğinden beslenen bir damar, İslam’ı “avama, ayaktakımına,
kölelere söz hakkı ve yetki vermek”le eleştirir. Diğer bir damar da Bizans
geleneğini fiiliyatta kan niyetine taşımıştır. İslam, Hristiyanlığın ve
Yahudiliğin egemenler eliyle ezenlere yâr olan kısımlarını müşterek bir
kavganın içinde eritmeyi bilmiş bir devrim hareketidir. Kur’an’da o dinlere
yönelik atıflar, bu minvaldedir. Özünde “dost edinmeyin” denilen kesim,
sömürenler-zalimlerdir.
Yukarı
çıkıldıkça, iktidarın ilahiyatına dûçâr olunmaktadır. Şiilik ve Sünnîlik arası
münakaşa, söz konusu fırkalar içre münazara, iktidarın ilahiyatının
sınırlanması, kontrol altına alınması, gerilimlerin düze çıkartılması veya
ondan uzaklaşarak yok gibi davranılması ile alakalıdır. O ilahiyata öykünüldüğü
ölçüde alt fırkalar vücud bulmuştur.
İslam’ın
mücadelesi, her daim iki değirmen taşı arasında varolma mücadelesidir.
Kurumsallaşmış Hristiyanlık ile kurumsallaşmış Yahudiliğin gerilimi, İran ve
Bizans dolayımı ile zuhur eder. Tezahür alanı, siyasettir. İran ve Bizans
arasında kalmışlığın yarattığı gerilim ise karşılıklarını teoride bulur. Teori
ile siyasetin yeknesak, tek bütün kılınması teşebbüsü, gene kurumsallıkla,
efendilerin ilahiyatı ile alakalıdır. Gerilimler, her zaman mazlumların
lehinedir.
Bugün
İslam çatısı altında toplanan her şey, belirli bir denge düzleminin adıdır.
Kavim ve kabilelerin, cemaatlerin, dinî isyan pratiklerinin bugüne taşınmış
olması, ancak bu denge düzleminde mümkün olabilmiştir. İki taşın arasında
öğütülenler öğütülmüştür, diri kalanlar aradaki mesafenin karşılığıdır. Bunları
kir olarak görmek, sonuçta bir sıfır noktası, sömürü ve zulmün olmadığı bir
cennet hâli olarak Asr-ı Saadet kurgusuna yol açmıştır. O sıfır noktası, kendi
içinde belirli bir mânâya sahip olabilir, ama kazık hâline getirildikçe,
hareketi kilitleyecektir. Aynı zamanda her daim gündeme gelen denge ihtiyacı
üzerinden, efendilerin belirledikleri denge durumuna kul olmayı beraberinde
getirecektir. Mazlumların efendilerin denge hâllerine tabi olmaları mümkün
değildir.
Haricîler,
Ali’ye itiraz ettiklerinde, bir bakıma sonradan Müslüman olmuş kabilelerin
direncini de geleceğe taşımışlardır. “Allah” ile anladıkları, kendi
kabilelerine karışmayacak bir iktidar boşluğudur. Tarihin çeşitli
momentlerinde, muhtelif hareketler şahsında görülen bir gelişme, İslam
içerisinde de ortaya çıkmış, sapkın, mülhid, zındık görülen dinamiklerden kimi
unsurlar alınıp iktidar ideolojisine taşınmışlardır. Haricîlerin bulduğu
iktidar boşluğu, çoğu kez, efendilerin denge hâllerinin bir karşılığıdır. İlk
sarsıntıda o hâl, mazlumlara mezar olmuştur.
Tek
kitabîlik ve çokkitabîlik arasındaki tartışma, Hristiyanlık’ta ciddi bir
ağırlığa sahiptir. İkinciler, genel mânâda Eski Ahid öğretisini öne
çıkartmışlardır. İslam’ın Avrupa toprağına dayandığı momentte Kilise
devletleşmiş, yoksulla ilişkiler kopmuştur. İslam içerisinde de benzer bir
gelişme yaşanır. İktidar içe kapandığında, mazlumun sırtına biner. O da dinî
geleneğin tümüne çevirir yüzünü. Meselenin bu yönü önemlidir. Yoksa Hz. Musa’da
ya da Hz. Muhammed’de bulunacak mutlak denge hâli, mevcut pratikte, efendilerin
dengesiyle uzlaşmaya doğru evrilir. “Size barış değil, kılıç getirdim” diyen
Hz. İsa’nın toprağın efendilerine aksesuar kılınması bundandır.
İktidarın
dinine karşı halkın dini, tüm silâhlarını, imkânlarını devreye sokmak
zorundadır. İktidar, kendisini Bizans’a benzettiğinde, yüzler İran’a; İran’a
çevirdiğinde ise Batı’ya çevirecektir. Baskı ve zulüm karşısında her türden
çatlaktan, nefes almak için her şekilde istifade edilecektir. Eski Yunan
kaynakları ile kurulan rabıtanın “İskender miti” türetmesi bu eğilimin
eseridir. Ama tersten, İskender miti ile devlet fukaranın içinde
örgütlenmiştir. Adaletin ve eşitliğin mutlak timsali olarak İskender, diğer
yönden, adalet ve eşitliğin mevcut iktidara indirgenmesi noktasında araç hâline
gelmiştir.
Ebu
Zerr’in Muaviye’nin sarayına itiraz ederken dillendirdiği söz, herkesin
malûmudur. Aynı şekilde, ordu komutanlığı yapmış, Hz. Ebubekir’in torunu
Abdullah bin Zübeyr’in kıyamı da bu tarz bir itirazla alakalıdır. Zübeyr, bir
savaş öncesi askerlerin Bizans askerleri gibi giydirilmesine, benzer simgelerin
kullanılmasına karşı çıkar. Bu itiraz, İslam’ın resmî bir ordusu olmaması ile
alakalıdır. Bu kurumsallaşmaya itiraz kendisini ordu komutanı olan Zübeyr’de
somutlamıştır. Hz. Hüseyin’de karşılık bulan ise, sarayın kendisini Bizans
saraylarına göre kurması ile alakalıdır. Fukaraya sıcak gelen, bu itirazdır. O,
itirazını gene İslam sancağı ile yükseltmeyi bilmiştir.
Bir
dihkan-köy ağası soyundan gelen Firdevsî’nin dilinde ise İslam şudur: “Bir hiç
olan köle, hükümdar olup gelir başa/ Üstünlük ve büyüklük de artık yaramaz
işe.” İslam’ın yoksulları örgütleme biçimi ile devletleri örgütleme biçimi iki
zıt yönelimi ifade eder. Bizans ve Sasanî arasında konumlanmak, teoride ve
pratikte belirgin bir gerilimin açığa çıkmasına neden olur. Üstünlük İran’da;
büyüklük Roma’da bulunur. Köle başa geçmesin diye, sürekli belirli bir mesafede
tutulur. Ona hayaller, hikâyeler, kısmî, sınırlı üstünlük-büyüklük masalları
düşer. İktidarın ilahiyatının her çatlaktan sızması gibi, mazlumun da ilahiyatı
akacak bir yer bulur.
Bu
anlamda yoksullar, iktidara dair ve içre yorumları kendi mücadeleleri ölçüsünde
dönüştürürler. Tarih, çoğu zaman iktidarların hikâyesidir. Yoksullar, kıyıda
köşede, bir arka plan unsuru olarak görülürler. Ezilenlerin mücadelesinin
geleceğe dönük yüzü ise, iktidara dair ve içre yorumların terazisine
vurulmamalıdır. O mücadelede sözü edilen yorumlar dönüştürülmüş hâldedir,
mündemiçtir. Hazır muktedir olana öykünüp yol almak, çıkışsızdır.
Bu
cihette, Bizans veya İran olma iradesinin ezilenlere tembihlenemeyeceği
açıktır. Ezilenler, kendi kudret imkânlarını kendi mücadelelerinden üretirler.
İslam içi tartışmalara dolaylı olarak Bizans ve İran’daki tarihsel çürümenin
kesif kokusu sinmiştir. O kokudan uzak durmak da çare değildir. Buranın kavgası
buradan ve burada yürütülür. Başkalarının parfümünde bulunacak bir şey yoktur.
O parfümler, sokaklardaki cesetlerin, kanın, çöpün kokusunu bastırmak içindir.
Hristiyanlıkta
hâkim olan tartışma, Tanrı’nın neliği ile ilgilidir. Teoloji, bu tartışmanın
genel başlığını ifade etmektedir. Bu anlamda İslam’da böylesi bir teoloji
alanından söz edilemez. Esas tartışma, iktidar meselesi etrafında döner.
İslam’ın girdiği her alan, bir yandan eşitleyici-özgürleştirici bir pratiğe,
bir yandan da iktidarın ilahiyatı adına düzenlenmesine tanık olur. Hz.
Muhammed’in üzerinde durduğu koku, hiç unutulmaz. Resmî ordusu olmayan İslam,
eşitleyicidir, yeryüzünü düzler; özgürleştiricidir, semavî olanı serbest
bırakır, öze nakşeder.
Ama
bu pratiğin her dönem sınırlanması, hapsedilmesi gerekir. Hem Emevîler hem de
Abbasîler döneminde önemli mevkilerde bulunmuş İbn-i Mukaffa’ya göre, hilafet
halkın desteğini almaya mecburdur. Halk doğru biçimde eğitilmeli, halkın
şikâyetleri şeklen de olsa, geçici biçimde, giderilmelidir. Her bölge, “Sünnet
ve tarih, dinî ilkeler konusunda bilgili ve sadık insanlara muhtaçtır. Sünnet
ve tarih, halkı eğitmeli, onun sorunların bilincinde olmasını sağlamalı,
yılanın başını küçükken ezmelidir.” Buna göre, Mukaffa eğitimi vermekle yükümlü
öğretmenlerin de bir tür ajan ve muhbir olarak örgütlenmesini önerir. İktidar
boşluk tanımaz. Boşluğu dahi örgütlemelidir. Denge hâli, rahatlık imkânları,
iktidarın hanesine yazar.
1905
yılında Fransa’da çıkmış laiklik kanunu da öğretmenlere benzer bir rol
bahşeder. Devlet, aşağının disiplin ve kontrol altında tutulmasını
erteleyemeyecek bir güçtür. Bu yönüyle, İslam içi tartışma, Bizans-Sasanî
gerilimi üzerinden biçimlenmektedir. Sünnî geleneğin devlet adamını yukarıdan;
Şii geleneğin aşağıdan kontrol etme teşebbüsü, kısıtlı bir niteliği haizdir.
İki gelenek de mazlumlar açısından önemli bir birikim sunar. Kavganın
ayıklayıcılığı olmaksızın, bu iki gelenekten istifade etmek ya da arayı açıp
yaşanan çatışmaya odun taşımak, sakıncalıdır. Şii ve Sünnî gelenekler, iktidar
kadar mazlumlar için de imkânları haizdir.
İktidar
ise asla Allah’a layık olamaz. Budünya, onun hükmünün geçtiği yer olarak
kurgulanmak zorundadır. Kelâmın, hadisin, fıkhın ayrı ayrı ve bütün olarak
iktidara uyarlanması şarttır. Tarihte görülen isimlerin belirli bir kısmı, bu
konuda mahir olmaklığı ile bugüne taşınmıştır. Taşıyan, iktidarın ilahiyatıdır.
Ötedünyacı pratiğin akıldışı ve insandışı görülerek çöpe atılması yanlıştır. O
özünde budünyayı tekeline, tasarrufuna alan muktedirlere yönelik bir itirazdır.
Ötedünyacı pratiğin, dünyevileştirilmesi, bugüne çekilmesi, buranın
ihtiyaçlarına göre biçimlendirilmesi, iktidarın insan ihtiyacının bir ürünüdür.
Fakihlerin temel gerilimi, “bir muktedire ihtiyaç olmadan yaşamak mümkün mü?”
sorusu etrafında döner. Bu soru bir yanıyla, ötedünyacılığın dünyevileştirilmesidir.
Bugün, bugünde yaşanacak bir cennet yoktur. Böylesi bir arayış ve iddia,
iktidarın ilahiyatına bağlanmaya mecburdur. Zira burada mazlumların, gündelik
çıkarlara, benmerkezli amele teslim edilme iradesi söz konusudur.
İktidarın
sınıf ve sınır dışı olma arzusu ile Allah arasında kısa devre yapmak, başlıca
yöntemdir. Bahsi geçen laiklik kanunundan önce Fransız devleti ulus-devlet
olarak örgütlenme kararı almıştır. Görevliler, ülke sınırlarına gönderilirler.
Köylülere, “bir savaş çıksa, Almanlarla (veya İtalyanlarla) savaşsak, o ölen
Alman (veya İtalyan) askeri için de dua eder misiniz?” diye sorarlar. Köylüler,
“biz Hristiyanız, tabii ki dua ederiz” derler ve çizilen sınırları
tanımadıklarını zımnen ifade ederler. Görevliler başkente dönerler ve bu
durumun üstesinden gelebilmek için eğitimi yeniden kurgularlar. Artık erkekler
asker; kadınlar üniforma diken terziler olarak yetiştirileceklerdir.
Değirmen
taşlarının döndüğü yer burasıdır. Onun soldan sağa ya da sağdan sola dönmesi
arasında bir fark yoktur. Kadının asker, erkeğin terzi olması kurguya ve
döngüye hâlel getirmez. Çomak, gene mazlumların elinde, iradesindedir.
Yağmurdan
Doluya
Mazlumların
müşterek mücadelesine atılan her çentik, zalimlerin elinden çıkmadır. İktidarın
sınıfları ile sınırları, mazlumu sınırlayıp sınıflara tefrik ettikçe, her türlü
mevzii de devre dışı kalacaktır.
Sovyetler
Birliği’ne karşı yürütülen mücadelede ümmete Kur’an’daki ayetlere atıfla,
ABD’yi savunmak öğütlenmiştir. Rum Suresi’nde bahsi geçen, Persliler-Romalılar
arasındaki savaş, yeniden tefsir edilmiş, Müslümanlara Allah’ın Romalıların
safında olduğu söylenmiştir. Burada Müslümanların Romalıların safını
tutmalarını sağlamak için onların “ehl-i kitap” olduğu söylenmiştir. “Allah’sız
Rusya”ya karşı en azından “ehl-i kitap” olan ABD öne çıkartılmıştır.
Esasen
bahsi geçen surede savaşı Romalıların kazanacağı söylenmekte ve devamında da
“Müslümanlar da bir gün sevinecek” denilmektedir. Bir örnek olarak anlatılan
olay, güncel politik ihtiyaçlar uyarınca yeniden yorumlanmaktadır. Müslüman
coğrafyası Soğuk Savaş süresince karış karış gezilmiş, Sovyetler ile ilgili
değerlendirmeler derlenmiş, rapor hâlinde merkeze takdim edilmiştir. Bu pratik,
ehl-i kitap olan bir millete değil, sömürü ve zulüm araçlarını baki kılmak
isteyen güçlere aittir.
Batı
ile kurulan bu ideolojik ilişki, iktidarın ilahiyatı ile kurulan rabıta
üzerinden bugüne dek varlığını korumuştur. Tarihteki ve toplumdaki çelişkileri
kendi iktidar mekanizmaları ile belli bir süre askıya almış olan Batı, sönük
bir imgesini Doğu milletlerine sunmuştur. Müslüman coğrafya İslamî
mücadelesini, bu askıya alma pratiğine uyarlamak zorunda kalmıştır. Elini veren
kolunu da kaptırmıştır. Yağmurdan kaçan, doluya tutulmuştur.
Bölgedeki
gerilim, ilahi kata çıkartılmış bir kavmiyetçilikle dengelenmiştir. Ulus-devlet
pratiği, kavmi merkeze alan Yahudiliğin bir türevine yaslanmıştır. Batı’da öne
çıkan, pazar ilişkilerine uyarlanmış, milliyetçilik, kendi kelamını, fıkhını ve
tefsirini üretmiştir. Buna karşı çözüm olarak, yeniden İslam’ın kelamına,
fıkhına ve tefsirine dönmek isteyenlerde bir eğilim, kavmiyetçiliğin
yüceltildiği kurguya ayak uydurmak yönündedir.
Sır
takvadadır. İran-Bizans içtihadında Allah ve Kur’an, iktidar lehine hayatın
kılcal damarlarından çekilmek zorundadır. İçtihadın gayesi budur. Takva ise tam
aksini ima eder. Kulları “köle”leştirmek, asıl hedeftir. Oysa kul, köle olmaya
başkaldırandır. İslam, aslolarak onlarındır.
İktidar,
kişilerarası hukukun ve ahlâkın yokluğuna oynar. Hem hukuku ve ahlâkı kendisine
bağlar hem de kişilerarası teması kendisi üzerinden geçerli kılmaya çalışır.
İnsanlararası ilişkilere iktidar ve devlet bu şekilde yerleşir. Bu açıdan İslam
ümmetinde devlet, Allah’sızlığın, Kitap’sızlığın yokluğuna ait bir tezahürdür.
Doğa, toplum ve insan ile kurulan ilişkiler devlet dolayımı ile gerçekleşmek
zorundadırlar. İslam’ın tarihte devlet kurmuşluğu ile tanımlanması sorunludur.
Yıkan, yıkıcı niteliğinin her daim ezilmesi gerekir. Tersten, tarihte
kurulanlar, Sasanî-Bizans geleneğinin tezahürleri, onun süreklileştirilmesi
olarak anlaşılmalıdır. Geriye kalan, Sasanî-Bizans geleneğini aşan, onun
sınırlarından taşan yanlar, mazlumların hanesindedir. Osmanlı Timur devletinin
uzanımı iken, Bizans’a eklemlenmiştir. Devlet, Osmanlı hanedanlığı ile bekasını
korumuştur. Eski devlet kiliselerinin yerini yeni camilerin alması bunun bir
sonucudur. Ama dipte ve ötede İslamî olan yaşamayı gene bilmiştir. Bakılması
gereken gene dip ve ötedir.
O
dipten ve öteden uzak durulamaz. Kaçılan yağmur, yakalanılan dolu, terk-i
diyardır. Devletin ilahiyatı Batı’ya yanaştıkça, Müslüman, her nefesine
Batı’nın sindiğini fark etmez. Batı için buradaki zulmün ve sömürünün nasıl
sürdüğünün bir önemi yoktur. O, kendi sömürü ve zulüm araçlarıyla aradaki uyuma
bakar. Akış önemlidir. Filistinlilerin vurgusuyla, “sumud”
tehlikelidir. Sumud kök salmaktır.
Kök,
mazlumların tarih boyunca döktüğü kandan ve terden beslenir. Özel kişiler
nezdinde terkip ve tevhid edilen sınıfsızlık-sınırsızlık kurgusu, bu anlamda
vehmîdir. Geçmişte muktedirlere, sultanlara veya halifelere atfedilen
anlamların güncellenmesi, çıkışsızdır. Pazarın kendisini Tanrı zanneden, ama
köle gibi çalışan kullara ihtiyacı vardır. Köle, efendinin sınıf ve sınır
dışılığında bir hülya bulur. O serap, onu mevcut maddî ilişkilere daha da
bağlar. Bu hayatta özel olan güzel; güzel olan özeldir. Her ikisi de pazarın
diline esirdir.
Allah’ın
beşere bahşettiği sancak olarak İslam, o pazar için tehdittir. Yumuşatılması,
dönüştürülmesi, özel bireyler eliyle başkalaştırılması bundandır. Eskiden
Sovyet tehdidiyle adım atılan coğrafya, başka araçlarla mânâlandırılmaya
çalışılmaktadır. Amerikan istihbaratçılarının veya stratejistlerin zihninde
Avrupa’nın sınırı, bir mevziiye denk düşer. O sınırın ötesinde kalan Ortadoğu
yok hükmündedir, boştur, hiçliktir, avamdır ve çirkindir. Müslümanların
iktidarın ilahiyatı ile kurduğu rabıta, bu boşluğun Batı lehine doldurulmasına
karşı bir akıl ve irade çıkarmasına manidir. Başa, işte tam da burada dolu
yağmaktadır. Özel ve güzel olma kavgası, teslimiyetle sonuçlanmaktadır.
İncil’in
dediğidir: “Hem Tanrı’ya hem para tanrısına ibadet edemezsin.” Batı,
İncil’lerin yırtılmasıdır. Hz. Muhammed’in kıyamında sadece eski müşrikler
yoktur, Hristiyanlığın ve Yahudiliğin tıkandığını gören, bu dinlerin çare
olmadığını düşünen, iki dinin mensupları da vardır. Süreç içerisinde İslam, bu
öze atıfla, başka coğrafyalarda söz konusu dinlerin mensuplarını örgütlemeyi
bilmiştir. Bugünün iktidar menşeli İslam tefsirlerine kalsa, İslam’ın
Medine’den öteye geçmesi mümkün değildir. Medine’cilik yapmak, bu anlamda,
kısıtlayıcıdır. Para tanrısına tapanlara karşı Allah’a iman başka araçlar
üretmiştir. Yerleşik olan halklar, mücadele içerisinde değerleri
dönüştürülerek, kazanılmıştır. İslam çokkültürcü değil, kültürü çok boyutlu bir
dindir.
İslam’ın
dışına adım atmak, iktidarın ilahiyatı bahane ve mazeret kılınarak
gerçekleşmektedir. Esasen, iktidar, İslam dışı olan yanına insan
örgütlemektedir ki esasen bu yanı nispeten daha güçlüdür. İslam’ın hizaya
çekici, dönüştürücü, disipline edici, halka alan açan yanı, bu sayede felç
edilmek zorundadır. İslam, iştirakçi, takvaya dayalı, tevhidî niteliğini
iktidara teslim etmediği için vardır. Bugün onca iç ve dış saldırıya rağmen
İslam’dan hâlâ söz edilebiliyorsa, bu üç niteliği koruduğu ve zinde tuttuğu
içindir. İslam’ın dışarı atılması, içerinin liberal birey kurgusu ya da
milliyetçiliğin kavmî üstünlükçülüğü ile mümkündür. Her ikisinin de panzehri
İslam’dadır.
İktidardaki
bireylere ulu’l emr üzerinden kutsiyet atfedilmesi, İslam öncesi geleneklerin
bir eseridir. Bizans ve İran devlet geleneği, bu konuda derin bir mirasa
sahiptir. Oysa ulu’l emr, adaletsiz yöneticiye başkaldırmayı emreder. Hz. Ömer
de dâhil iktidarı kılıçla düzeltmeyi öngörür. Varlığın borçlu olunduğu tek güç,
Allah’tır. O’nun dışındakiler kılıcın konusudur. Pazara göre kurulmuş bireyin
veya milletin İslam’ın kılıcını kırması zarurîdir.
O
kılıç korkusu, iktidarın ilahiyatının iştirakçi, takvaya dayalı, tehvidî
kavgayı sindirmesinin gerekçesidir. İnsanlar yan yana gelmemeli, Allah’ın hüküm
ve emirleriyle hareket etmemeli, gerçeğin iki ya da daha fazla parçalanmış
hâline son verecek, birleyici bir pratik içine girmemelidirler. Pazarın ve
devletin istediği birey tipi için geliştirilmiş ahlâkın ve hukukun İslamî renge
boyanması kimseyi aldatmamalıdır. İslam, hâlâ o pazardan ve devletten arî ve
ayrı bir ahlâkın ve hukukun taşıyıcısıdır.
O
pazar ve devlet için, fukara Müslümanın varlığını, İslam olmayı, iktidara
muhtaç olduğuna inandırmalıdır. Buradan iç ve dış cihad, devletin tekeline
girer. Devlet, fukara Müslümanda örgütlenir. O Müslüman, iştirakçiliği, takvayı
ve tevhidi devletle tanımlı kılmaya zorlanır. Ahlâkını da hukukunu da ona
borçludur. Devletin dinsiz olması bile hükmünü yitirir. Batı’yla girilen çıkar
ilişkileri bile görülmez. Yaşanan her şey, onun terazisine vurulur. Temel, aslî
ayıraç odur.
Sınırsızlığın
ve sınıfsızlığın ancak devletle tanımlı olabileceği, köklü bir vehimdir.
Sınırsızlık ve sınıfsızlık, esasen kavgaya dairdir. Devletin bu iki olguyu
uhdesine alması, kavgayı geciktirmek ve ertelemek içindir. Zaten erişilmiş bir
emel olarak sınırsızlık ve sınıfsızlık, artık devletin ve iktidardakilerin
tekelindedir. O tekelin kırılması, mücadelenin salahiyeti için şarttır.
İslam
içi tartışmalar, kimlerin üstün, yüce ve özel olduğuna dairdir. Bu
tartışmaların iktidarla ilişkisi açıktır. İktidarı aşağıdan ya da yukarıdan
hizaya sokan dinamiklerdeki eksik yan, alternatif kudret imkânlarını geri plana
atmalarıdır. Bu açıdan İslam, perde önünde sunulanlarla değil, perde gerisinde
kalan, bastırılmış ideolojik müdahalelerle idrak edilmelidir. O’nu bugüne
getirenin iktidarlar-devletler olduğuna inanmak, Allah’a küfürdür. Evlerinin
duvarına kuşluk yapan iman, avcılar adına yok edilemez.
Mülk
Allah Değil Allah’ın
Ortadoğu’daki
sınırların direkleri Fransız; tel örgüleri İngiliz malıdır. Sykes-Picot
Anlaşması, İslam’ın politik mânâda olmadığının ispatıdır. O sancağın
dalgalandığı yere o direklerin dikilmesi, tel örgülerinin çekilmesi mümkün
değildir.
Türkiye’deki
devlet kurgusu, bir yanıyla Fransız, bir yanıyla İngiliz’dir. “Yedi düvel”den
dem vuranların o devletleri sayarken yedi rakamına ulaşmaları mümkün değildir.
O mitoloji, ilahiyat, içteki halka düvelin nasıl sindiğini gizlemek içindir.
Buna
karşı İslamî duruşun imkânları, İslam öncesinin İran’ından veya Bizans’ından
beslenen teorik kurgudan neşet etmezler. Bu kurgu, ister istemez, Fransız veya
İngiliz arasında bir tercihe gidecektir. İran’la Bizans arasındaki gerilimin
dengelendiği yerle, Fransa ile İngiltere arasındaki gerilimin dengelendiği yer,
paraleldir.
Bizans
ile Sasanî arasında olmak, iki değirmen taşı arasında ezilmek ciddi sonuçlar
doğurmuştur. Her iki imparatorluğun mazlumları ile rabıtalanan İslam devleti,
alan hâkimiyeti ile bir tarafa doğru savrulmuş, o mazlumları geri plana
atmıştır. Aradaki rabıta kopmuştur. Fransız-İngiliz’in ezdikleriyle kurduğu
ilişkide de benzer bir sorun vardır.
Fransa
ve İngiltere, ideolojik bir mecazdır. İlkini Cezayir’de, ikincisini
Hindistan’da görmek mümkündür. Devletin çekildiği yerde, yerel halkın içinden
devşirilen, sömürgeciye layık unsurlar başa geçirilirler. İslamî hareketin
bağrında her iki devletin ateşte ısıtılmış ideolojik mührü vardır. İki
imparatorluğun ezdikleriyle ilişki kurmamanın günahı, bugünün İslamî
hareketlerinin boynunda asılıdır. Zafiyet, bu ağırlıkla alakalıdır.
Kemalist
kurgu, o mührün öteki adıdır. Bugün tanık olunan, İslamîlik ya da İslamcılık
değil, o ilahiyatın nüfuz ettiği güç odaklarının iktidarla hemhal olmaları ve
bu minvalde attıkları adımlardır. “Gâvur”a kızıp oruç bozulmaz. Mesele,
İslam’ın iştirakçi, takvaya dayalı, tehvidî pratiğine bakmaktır. Bunun dışına
bakan göz, her daim devletin gözüdür.
Emperyalizm
ve kapitalizm, siyasal alanda müşterek olanı, müştereğin ruhunu, cismanî
birliğini tehdit görür. Bu açıdan Kemalizm ve mevcut muhafazakâr siyasî yapıyla
ilgili eleştirilerine aldanmamak gerekir. Kemalizmin ve mevcut siyasî yapının
kitlesi içinde mazlumlardan yana tecessüm edecek siyaset ve ideoloji, bu
aldanmadan arî olmalıdır. Kürd, kendisini ikisinin yukarısı ile kurduğu ölçüde,
coğrafyaya mazlumdan yana ses veremez. Kürd’ün kurtuluşu, felâhı, onların
parçaladığını bütünleyecek, bütünlediklerini parçalayacak kavgadadır.
Dolayısıyla efendilerin imge, simge ve bilgileriyle yoğrulan bir zihne, en
başta Kürd ve diğer mazlum milletler itiraz edebilmelidirler. O milletlerin
kavgalarında aranıp bulunacak olan, esas olarak bu itirazdır, şeklî başarı hikâyeleri
değil.
İktidar,
bir yandan da muktedir olma imkânlarını yok etmeye yazgılıdır. Buna mecburdur.
İçeriye sızacak bilinç ve eylem, mazlumları muktedir olmanın tehlikeleriyle
korkutmayı öngörür. İktidar eleştirilerinde dikkatli olunması gereken,
burasıdır: iktidar, kendisini kötü göstererek de örgütlenmektedir. Bu liberal
itirazlara karşı mânâ kazanacak şerbet, mazlumu ayakta tutacaktır.
Bizans’a
ya da Batı’ya sığınıldığında onlar da bir şeyler isteyecektir. İslam, siyasî
alanın özel insanlara has, onlarla müşahhas noktalarına hapsedilecektir.
İddialar, tasavvurlar, ümitler bugünün çıkarlarına teslim edileceklerdir.
Kur’an’da ahenge dair sözler cımbızlanacak, fıkıh tarihi, iktidarın yüceliğine
atıfla kaleme alınacaktır. Özel insanlar ve kurumlar, İslam’ı ayrıksı, sadece
özel olanların sahip olacakları bir göstergeye/gösteriye indirgeyeceklerdir.
Böylelikle
İslam, İngiliz’in-Fransız’ın ya da Bizans’ın-İran’ın mülkle ilgili kavgasına
kenar süsü olacaktır. Ait olmanın iradesi, mülk sahibi olmanın iradesine
yenilecektir. Temel tartışma konusu, burasıdır: ait olan, başkalarını arayacak,
ortaklaşacak, müşterek bir ahlâka ve hukuka bakacak, birliğini oradan
kuracaktır. Mülk sahibi olan, mülkün aklî uzantısı olacak, onun
zorunluluklarına köle gibi hizmet edecek, sadece kendi varlığını üstün
görecektir. İslam’ın bu tuzağa düşmesi mümkün değildir.
O,
“Mülk Allah’ındır” diyendir. Oysa mülk, Allah’ı mülk edinenlere muhtaçtır.
Efendilerin mülkü adına, alttakilerin ağzına mülke dair bal çalmak, bu ihtiyaca
hizmet eder. Mülkün tarihi, o ihtiyaca göre yapılandırılmış toplumları emreder.
Mülkün tarihselleştirilmesi, yarına dairdir. Kitap’ı, hükümleri motamot, lafzî
anlayan kesimler, misal, “ahiret” gibi kelimeleri nedense bağlamlarından söküp
alırlar. Ahiret, bugünden sonrasıdır. İlk Müslümanlar, muhtemelen o kelimeyi bu
şekilde anlamışlardır. Yarına dair kavganın, iktidarın ilahiyatı eliyle,
metafizik âleme fırlatılıp atılması şarttır.
Mülkün
mutlak, bütün ve bölünmez oluşuna itiraz, her daim tevhidîdir. Bölenin
böldüğünün birlenmesi, birleyenin birleştirdiğinin bölünmesi, elzemdir. İslam
sancağının dalgalanacağı yer, burasıdır. Bu direnç, metafizik âleme atılarak,
mülkün fizikî varlığına halel getirmeyecek düzeye çekilecektir. Asıl kızılan
İslam değil, iktidarın ve mülkün ilahiyatıdır.
Mülk,
şirkin kaynağıdır. Ateşten korunmak için, hayata dair kavganın kendisine ait
olmak şarttır. Aidiyet, kimlikçilikle iğdiş edilemez. Kimlikçilik, kavganın
neferlerini, sınıflara ayırır, sınırlar çeker. İngiliz’in tel örgüsü,
Fransız’ın sınır direkleri, ümmetin direnişini iğdiş etmeye dairdir.
1920’lerde
bir yanda Ekim Devrimi, bir yanda Rus devleti vardır. Sapla samanın karıştığı
yerlere takılmamak gerekir. Ekim, ümmetin kavgasına nüfuz edememenin sancısını
çekmiştir. Bugün de ümmet, emperyalizmin pençelerine teslim edildikçe, benzer
bir akıbetle karşılaşılacaktır. Mazlumların mücadele birliği, soyut bir ülkü
değil, somut bir mihenk taşıdır.
O
mihenk taşı, Batı’nın demokrasisine ve devletine biat ettirilemez. Aksine,
devlet ve demokrasi, o mihenk taşına vurulmalı, oradan dönüştürülmelidir. Soyut
bir devlet veya demokrasi müdafaası, somuttan, somuttaki kavgadan, kavganın
sorumluluklarından kaçışın bir tezahürüdür. İngiliz-Fransız veya toplamda ABD,
Bizans-Sasanî mirasına bakar. Oryantalistlerden öğrenilen İslam, sadece o
mirası görür. Alttaki mücadele birikimi oradan anlaşılır.
Misal,
Şeyh Bedreddin ile alakalı yazın, ya Batı ya da Osmanlı üzerinden kaleme
alınmıştır. Onda Batı’ya layık, Osmanlı’ya aykırı yanlar öne çıkartılmıştır.
Ama kıyamın nasıl ve neden gerçekleştiğine bakılmamıştır. Batı veya Osmanlı,
madalyonun iki yüzüdür. Muktedir olan, kendisini bir başarı hikâyesi olarak
takdim eder ve başka bir hikâyeye asla izin vermez. “Mülk ortaktır” diyen
Bedreddin’in bu sözünü cımbızlamak yetmez, o sözün onca fıkıh çalışması ve
birikimi içerisinden nasıl zuhur ettiğini anlamak gerekir.
Değirmen
taşları döner, yağmurlar yağar, dolu kırar dalları. Mülksüzlerin hurucu, İslam
içredir. İslam, yüce olma imkânı değil, yücedeki tek gücün ortaklaştırılması,
ona göre yaşamak ve bir olma hâlidir. Hz. Muhammed’in hadisine atfen, ana
nifak, mülktür. Hizb-i naciye, mülke itiraz edenlerin, ortaklaşanların, nefesi,
sesi, aklı birleyenlerin fırkasıdır. O fırkanın programının ilk maddesi, La
İlahe İllallah’tır, önderi elbette kuru ekmek yiyen bir ananın evladıdır.
Cidal Haksoy
22 Haziran 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder