Tarihimizdeki
kişiler ve olaylar, gerçeğe açılan birer kapı değillerse hiçtirler.
Onlarla kurduğumuz ilişki, hakikatle ilişkidir. Öyle olmalıdır. Onlara yönelik
her saldırı, bireyin özgürlüğü adına savuşturulamaz, karşılanamaz. O saldırıda
nimet bulmak, tehlikelidir.
Efendilerin
çanağını yalayarak politika yapılamaz. Bizim beraber soğan kırdığımız ortak
sofralarımız olmalıdır. İnşaat işçileri sendikası kurup, ona sahip olmakla
övüneceğimize, akşamları o yapıcılarla birlikte ekmek bölüşebilmek gerekir.
Müşterek
tarihimizin kişilere ve olaylara bölünmesi anlamsızdır. Bu bölme girişiminde
batıya has bir ilerlemecilik olduğu görülmelidir. Bizdeki Maoizm ve Kastroizm,
batıdan ithal edilen, taşınan sol tercümelerin ilerlemecilikle iğdiş edilmesinin
çilesini çekmiştir. Yani esasen Maoizm ve Kastroizm, Ekim Devrimi, artık batı
mahfillerinde “geri” kabul edildiği için belirli bir edinime tabi tutulmuş, bu
devrimlerin her bir karesini, anını, kişiliklerin biyografilerini ezberlemek, mertebe
atlamak olarak algılanmıştır. Sonuçta bugün Ekim Devrimi’ni aşanlar,
aştıklarını düşünenler, onun gerisine çekilerek Paris komüncülüğü düzeyine
gelmişlerdir.
Bu,
tarihteki kişiler ve olaylarla birey merkezli bir ilişki kurulmasının
sonucudur. Bağlam öznelleştirilmiş, o bağlamla özne olunacağı düşünülmüştür.
Anlam kazanılacak yer, bağlamdır. Bağ kurulan yer, anlam edinilen yerdir.
Mevcut güç ilişkileri içerisinde yapılan tahliller, en kısa erimli olana
meylederler. Kişiler ve olayların kapısından geçip gerçeğe nüfuz etmeyi göze
almayanlar, o kişi ve olayları kendi varlıklarında dondururlar. Kendi
varlıklarını ise o kişi ve olaylarda kilitlerler.
Bağlam
dinamik; anlam kavgalı bir süreçtir. Mesele, Ekim’ci olmak veya Ekim’i
(geriye/ileriye doğru) aşmak değil, onun açtığı kapıdan girmeye cüret etmektir.
Kolay çözümler, kısa erimli anlamlar, kesik bağlamlar, her daim düşmanındır,
düşmandandır.
Ortadoğu
Avrupa-Amerika
arasındaki yüzeysel gerilimin bölgeye sirayet etmesi sayesinde solun
hasbelkader Ortadoğululaşmasına tanık oluyoruz. Orta sınıflar, en ufak olayda,
patlamada “nihayet bir Ortadoğu ülkesi olduk!” diye serzenişte bulunuyorlar.
AKP’yi çapsız, beceriksiz ve gerici olmak üzerinden eleştiriye tabi
tutabiliyorlar. Esasen Ortadoğululaşmıyorlar, Batı Asyalılaşıyorlar. Doğu’yu
ağzına almamak için “Batı Asya” tabirini kullanıyorlar. Kendi özgüllüklerini, o
özgüllüğün neşet ettiği özel coğrafya olarak Küçük Asya’yı öne çıkartıyorlar.
Burada Asya, hep Batı’nın uzanımı olarak görülüyor. Dolayısıyla sol, önemli
ölçüde Batı’nın küçük ajanları, o da olamıyorsa, küçük burjuvaları olarak
kendisini kuruyor. Anlamını ve bağlamını burada bulabiliyor. Sınıfsal yapısı,
kurduğu bağlara sirayet ediyor.
SBKP,
yetmişlerin başında TKP’ye soruyor: “Seni hangi KP listesine alalım.” O da
“Avrupa KP’leri listesine alın” diyor. Berlin, Paris, Londra gibi yerlerde bu
sebeple bürolar açılıyor. Oranın siyaseti bu sayede buraya tercüme ediliyor.
SBKP, Fransız, İtalyan KP’leri üzerinden çözülüyor. Bizim KP’miz, bu sayede söz
konusu çözülüşün parçası olabiliyor. Bu, sonraki kuşaklara miras kalıyor. KP
dışı veya karşıtı dinamikler, Batı failliğini o mahfillerden öğreniyorlar.
Doğu’ya
her daim bir misyoner, bir kolonyalist, bir İngiliz valisi gibi yaklaşılıyor.
Hindistan’daki paryalar, sol sayesinde düzene eklemleniyorlar. Yetmişlerin
başında Ortadoğu’ya değil, Avrupa listesine girme kararı ideolojik açıdan
sorgulanmayı bekliyor. Bu sorguya SBKP’nin Arap-Müslüman coğrafyaya “kapitalist
olmayan yol”u önermesine ve Türkiye’yi bir kama gibi kullanmasına dönük
eleştiriyi de dâhil etmek gerekiyor.
“Kapitalist
olmayan yol”, bir açıdan Çin ile alakalı. Sovyet-Çin geriliminin en iyi
okunduğu yerlerden biri ise Filistin. Hareketin millî kurtuluş ve devrimci
mücadele hattında bölünmesi bu momentte gerçekleşiyor. “İsrail’den mi
kurtulacağız, yoksa devrim mi yapacağız?” tartışması hareketi çözüyor. Milli
kurtuluş hareketlerinin hamisi olarak Çin, bitmiş-tamamlanmış devrimin
savunucusu olarak Sovyetler her düzlemde kavga ediyor. Bağlam, anlam
kaçırılıyor, bağlar kopuyor. Nihayetinde özneler dağılıyor.
Kürd’ün
kavgası, Sovyet-Çin bağlamında anlam kazanıyor. Filistinleştiği ölçüde ivme
kazanıyor. Birinci İntifada, ona da ruh veriyor. Kuzey Irak’a çekilmek, İsrail
ve Filistin ile ilgili sözlere de damgasını vuruyor. Suriye savaşı, bu
gerçeklikte yaşanıyor. Artık ABD-AB bağlamında farklı bir anlama kavuşmak
gerekiyor. Özne olmak, bu anlam aralığında tanımlanma imkânı buluyor. Bu
imkânın sorgusuna asla izin verilmiyor. Her türden sorgu, gericilik, arkaizm,
tarihdışılık eleştirilerine maruz kalıyor. Ekim’i geri kabul edenler, “doğunun
Ekim’i” diye yola çıkıp, batının Şubat’ına, en iyi hâliyle Mart’ına tav
oluyorlar. Zira o muhayyiledeki doğu, batının doğusu.
Bugün ABD-AB
geldiği için doğu kıymete biniyor, anlam kazanıyor, birden bağlam hâline
geliyor. Doğunun sömürü ve zulme karşı yürüttüğü mevcut kavgasıyla bağ kurmak,
bağlamı buradan oluşturmak, özneliğin anlamını bu gerçekte kazanmak
geçersizleşiyor. Doğu ise devrimini başka bir yerde kuruyor. Bu yer,
emperyalizm eliyle İslam’ın tasfiye edilmesi karşısında avuç ovuşturup sevinenlerin,
“bize gün doğuyor” diyenlerin ayaklarını bastığı yer asla değil.
Kâmil
Bitmiş-tamamlanmış
bir İslam bağlamında cihad, geçersizleşir. Zaten cihad geçersiz kılınsın diye
İslam münferit, her şeyden azade kılınıp yüceye çıkartılır. Allah olan, kul
olma esaretinden, sorumluluğundan kurtulur.
Aynı
durum, sosyalist hareket için de geçerlidir. Bitmiş-tamamlanmış, kâmil bir
sosyalizm bağlam hâline gelirse, anlam orada kurulursa, özne
kuruculuk-yıkıcılık diyalektiğini askıya alır. Kuruluş ve yıkım arasında tercih
yapar. Kendi kâmilliğine süreci kurban eder. Politik mücadele öznede
tamamlanır, kemaliyete ulaşır. Sınıflar mücadelesi bu tama halel getireceği
için kapı dışarı edilir. Kişilerin ve olayların açtığı kapılardan girme cüreti,
yüreği ve aklı terk eder.
Bugün
öznelliğin bitmiş-tamamlanmış İslam kurgusu olarak IŞİD üzerinden kurulmasının
sebebi budur. Böylelikle kötü kâmil’e karşı iyi kâmiller aranıp bulunmaktadır.
Devrimcilik yüceye yerleştirilmektedir. Ya da kâmil olarak özne, kendisini
satma imkânına bakmaktadır. Bağlamın burada, bu şekilde kurulması, anlamın bu
biçimde bulunması, özneyi süreçteki durum ve dönem denilen kırılmalara karşı
körleştirmektedir. Süreç boyunca tek doğruyu sürekli dillendirmek, politika
zannedilmektedir.
Ezilenlerle
ve onlar adına yürümek, kâmil olmayı dışlar. O ancak herkesle, hep beraber
verilen, müşterek kavgayla tanımlıdır. Kâmillik, devletle oydaşmaktır.
“Devletin geri, burjuvazinin ileri” olduğu üzerinden tanımlı siyaset de bu
“kâmil özne” tasavvuru ile bağlantılıdır. Siyasetle ancak “kâmil özneler”in
uğraşabileceği söylenir. Eğitim çalışmalarının amacı budur. Ezilendeki küfür,
kırık kalp, eksik akıl, bu siyaset için tehlikeli kabul edilir.
“Burjuvazinin
geri, devletin ileri” olduğunu söyleyen anlayış ile diğer anlayış arasında
yüzeysel bir fark mevcuttur. Ezilenlerin-sömürülenlerin bu yüzeysel farka
nispetle ayrıştırılması zûldür.
Kâmil
özne, her olgu ve olaya kendisi gibi bitmiş-tamamlanmış bir şey olarak bakmak
zorundadır. Yüzlerce yıldır süren teorik tartışma, kitlelere “her şeyin kader
ya da yasa” olduğunu söylemenin yanlış olup olmadığı ile ilgilidir. Kader veya
yasaya işaret edenlerin kitleselleşmesi, önemlidir.
Bir yükün
beş kilo olduğunu söyleyen, onu sadece kendisinin taşıyacağını söyler. Ama
kader veya yasa vurgusu, yükün bin kilo olduğuna vurgu yapar. Bu vurgu da
yardıma, dayanışmaya, ortaklaşmaya muhtaç olunduğunu söyler. Bitmiş-tamamlanmış
özne, ancak kendisi gibi olanı arar. Oysa devrim müşterektir, müşterek kavgaya
ve emeğe muhtaçtır.
Celâlî
İsyanları’nın hüküm sürdüğü bir zaman kesitinde ve bir coğrafyada Niyâzî-i
Mısrî, İstanbul’a gelir, bir camide verdiği vaazda devranın yasak edilmesini
eleştirdiği için ayağına bukağı vurularak Limni’ye sürülür. Devran, “devir”in
çoğulu. Şeyh olup tamama ermek derdinde olanların o devre en azından Osmanlı
kadar düşman olduğunu görmek gerek. İsyan coğrafyasında ortaklaşmaya dair her
tür imkân tehdit olarak algılanıyor. Şeyhler, şefler yükseliyor, parya
dışlanıyor. Bizim devranımıza ol paryayı katmamız, onu parya ile kurmamız
gerekiyor. O devran celalîdir, kıyamîdir. Bizim dilimizde “bir derdim var, bin
dermana değişmem” [Şah Hatayî] eksik olmamalıdır. O devran o dertle
dönmektedir.
[…]
Eren Balkır
29 Ağustos 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder