[…]
Çaydaki Şeker
Kendi’mizden pay biçmek… Sorgulanmamış bir kendi,
nefs, kimindir?
Tarihte ve toplumda sadece kendimizi görmenin, her
yaşananı kendimizden pay biçerek değerlendirmenin bir anlamı yok. Ruhun
saflaşması adına yürütülen teorik-ideolojik çalışmanın adı olarak İhvan-ı
Safa Risâleleri’nde dailere (propagandistlere) “halka, çaydaki şeker gibi
karışın” emri veriliyor. Halkınsa zalimle birlikte, onun eliyle kurulup
yıkıldığını görmek gerekiyor. Zalim, kendisini bir halkla birlikte kuruyor.
Bunun için mücadelenin kurduğu halkı parçalıyor, dilediğini kendisine teslim
alıyor.
Ama gene de halkçılık, popülizm eleştirilerine kurban
edilmemeli. Bu eleştiriler, ait olmanın hükmünün yitirilmesinin birer alameti.
Kendinden menkul, kendinden sorumlu, birer burjuva özne olarak kimi yapılar,
halka düşman olmayı devrimcilik zannediyorlar. Devrimin halka muhtaç olmadığı
yerde, halk da devrimciye ihtiyaç duymuyor.
Egemenler, misal Osmanlı’dan beri, halkların kuşaklar
boyu, coğrafyalararası hafıza aktarımını iğdiş etmeye mecburlar. Kendi özgül
varlıklarını genele teşmil etmeleri gerek. Politik hareketlerin onların özgül
olma hâllerinden çok şey öğrendikleri görülüyor. Oysa tuzak burada. En özel
hissedildiği yerde bile çubuk, genele bükülmeli. Egemenlerin hafızayı, dizgeyi,
zihinsel ve pratik bağları dağıtmaya dönük çabalarına alet olunmamalı.
Misal Alevîlik. Onun elbette İslam öncesi, örneğin
coğrafyadaki devrimci Hristiyan, Mazdekî vs. dinamiklerden ilham aldığını
görmek lazım. Ama meseleyi buna indirgemek, onun İslam’ın teorik ve pratik
âleminde açtığı yarığa, o yarıktan, o kapıdan mazlumların girdiği gerçeğine,
yaşanan dönüşüme de körleşmemek zorunlu. Alevîlik, başka anlamlara ve
bağlamlara mahkûm edilmemeli. Alevîliği kendi özneliğine kapatmak, kapıyı
kapatmakla eşanlamlı. Bugün için Batı’nın felsefî koridorlarından apartılmış
teolojik ve teorik temrinlere “Alevîlik” demek, sırf İslam’ı zayıflatmak için o
batılı nefse göre bir Alevîlik kurmak, özneliği oradan tarif etmek, çıkışsız.
Protestanlık üzerinden edinilmiş Batılı ezberi buraya taşımak, anlamsız. İslam,
Hristiyanlık hiç değil. Alevîlik, İslam’la mücadelenin basit bir aparatı olarak
görülmemeli.
Anlam ve bağlam önemli. Bugün Alevîlik diye gördüğümüz
şey, İttihatçılıktan beri imal edilegelen bir ideoloji ve bu ideolojinin
devletin özgüllüğü ile rabıtası mevcut. O, aynı özgüllükle, bu topraklardaki
mazlum direnişinin posası çıkartılmış hâli. Dolayısıyla bir Alevî, solcu
olmuşsa, ya sol örgüt devlete yakınlaşmıştır ya da o Alevî, Alevîliğini terk
etmiştir.
Geçmişten taşınan ideolojik olguların mücadelenin
tavında dövülmesi gerekli. Eskiden birer silâh olan bu ideolojilerin özne
denilen modern, güncel “silâh” lehine oyuncağa çevrilmesine izin verilmemeli. O
ideolojilerin dönüşümü dâhilinde, birer silâh olarak kuşanılması zorunlu. Silâh,
başka bir yerde kurulmalı.
Konspirasyon
Tarihte “çaydaki şeker olun” emrinin farklı bir seyri
var. İhvan-ı Safa, Haşhaşiler, Tapınak Şövalyeleri, Karbonariler ve hatta
Leninist örgüt arasında bir sürekliliğin olduğu iddiası doğru ise, buradaki
şekle değil, öze örgütlenmek şart. Yani, üç beş şefin etrafına kendisine benzer
insanlar toplayıp kendilerini korumaları, etrafındaki halkaları koşullara göre
genişletmeleri değil mesele. Galiba bu yüzden Tayyip Erdoğan’ın da böyle
hareket ettiği, zaman içerisinde etrafındaki halkanın daraldığı düşünülüyor.
Düşmanın da kendisi gibi hareket ettiğini düşünmek, ne büyük bir yanılgı!
“Ben Erdoğan’dan daha iyi yönetirim ülkeyi” demekten
başka bir şey söylemeyenlerin eleştirileri boş. Özneyi yücelten, nesneyi
küçültmeye mecbur. Bu sayede halkaları genişleteceğini zannedenler, gene
nesnelliğin duvarına tosluyorlar.
Lenin, iki-üç yıl Çar’a yapılacak suikast için onun
treninin geçeceği güzergâhtaki kasabada boyacılık yapıp sıradan bir insan gibi
yaşayan Narodnik geleneğin dönüştürülmüş hâli. Artık bu irade, bir kolektif,
bir parti olarak ifa ediliyor Lenin’de.
Teorik faaliyet, karışmak, aynılaşmak karşısında
sürekli bir sorgulama meselesi. Mesafenin kollanması, yoklanması. Bugün bir
hamle yaptığında arkasından kaç işçinin, kaç mahallenin ya da kaç gencin
geleceğini hesap edenler, yerleşmeyi, kök salmayı, derinleşmeyi
anlamsızlaştırıyorlar. Her şeyi bireylerin tekil iradelerine, eylemlerine
indirgiyorlar. Devletin de istediği bu. Devlet, istihbarat belgelerinde,
talimnamelerinde düşmanı bu şekilde çözdüğünü-çözeceğini söylüyor. Daha hâlâ bu
tuzağa düşmenin ne anlamı var?
Konspirasyon, düz manada, “birlikte nefes almak”
demek. Bizde ise sadece tek başına nefes almak önemli. Fanon, “insanlar nefes
alamadıklarında isyan ederler” diyor. Bizse bu lafı, kendi nefesimizin ederine,
kıymetine göre anlamlı buluyoruz. Mesele-dert, birlikte nefes almakta. Halka
çaydaki şeker gibi karışmak ve ondaki-kendimizdeki düşmanla nefes alıp gerektiği
yerde gerekli müdahaleyi gerçekleştirmek. Oysa bugün Türkiye, gündelik hayatın
içinde erimiş, şeflerinden emir geleceğini bile unutmuş kadroların ve hâlâ o
kadrolara bir gün söz geçireceğini zanneden, kafası kırık eski şeflerin
memleketi.
Dert, bu açıdan, o şeflerin ve kadroların aritmetik
toplamı olamaz. Oraya dönük bir teorinin ve pratiğin hiçbir kıymeti yok.
Teorinin bir mahallede rakip-hasım örgüte fark koymanın, o örgütle rekabet
etmenin aracı olmadığı görülmeli. Kolektif içre, kolektifle, partiye dair
düşünmek, mesafe almak, gidişatı görmek, akışı anlamak, düşmanın hamlelerini
fark etmek, onu gerektiği yerde ve zamanda yere sermek, mesele, bu olmalı. Bu
açıdan bir doktora tezi yazıp ömrü boyunca o asset’inin, altın
bileziğinin üzerine yatanlardan da bir şey çıkmaz. Bize daimî kavgacılar lazım.
Paradoks
“Her şey politiktir”se politika yoktur. Bu söz,
gündelik bilincin yarattığı basıncın ürünüdür. Kişinin meslekî, geçimle alakalı
yönü politikayı kendi seviyesine çeker. Patlayan bir bomba sonrası insanlar sokağa
çıktıklarında, kendisi dışındaki herkesi “bombacı” gibi görmeye başlarlar.
Devlet, kendisini burada örgütler. Yarına çıkması için sürekli kısıtlı bir
parayla ve imkânlarla boğulan halk, yarını devlette bulur.
Her şeyin politik olma potansiyeli mevcuttur, ama
devlete örgütlenildiği momentte unutulmaması gereken, sınıflar mücadelesidir.
Düz bir yol tasavvuru, mahalledeki ajit-prop çalışması için kısmen uygundur,
ama çok boyutlu, çok katmanlı bir gerçeklik karşısında işlevsizdir. “Sınıflar
mücadelesini bilmek, ama onu proletarya diktatörlüğüne uzatmak Marksizmdir” ise
politika da bu yaklaşımdan münezzeh değildir. Sınıflar mücadelesini unutmamak
zorunlu ise politika, nisyanın huzuru olarak görülmemelidir.
Sınırdan ve sınıftan azade, basit bir uğraş olarak
politika, burjuvalara hastır. Bu anlayışı komünist harekete kama misali
sokanlarsa küçük burjuvalardır. Onlar, kendilerine yer açmak için kendi
apolitizmlerini bile politikmiş gibi göstermeye mecburdurlar. Buradan da
politika, bireyle, benlikle, hazlarla inşa edilecektir. Bireyden gerçeğe doğru
kurulan her tür politika, liberalizme kapaklanır. Bize içinde, ait olduğumuz
hakikatin kavgası olarak devrimci politika lazımdır.
Bir şey, her yerde ise yoktur. Politika, her yere
yayılarak yok edilir. Faşizm, politikanın imkânsızlaştırılmasıdır. Faşizme
yönelik eleştirilerde kitle-birey ayrımı üzerinde durulur ve faşizmin
kitlelerle kurulduğuna vurgu yapılır. Bireyin temize çekilmesine dönük bu çaba
da faşizm ve devlet içredir. Devlet, bireye dair bir metafor olarak işler. Ezilenlere
ses çıkardıkları, isyan ettikleri için acı çektikleri öğretilir. Bu, birey
kapısından girilerek gerçekleştirilir. Kitlelerin kolektif ruhu ve bedeni bu
türden tezviratlara ve sapmalara karşı şerbetlidir. Faşizm, devlet adına
kitlenin ruhunu; liberalizm, burjuvazi adına kitlenin bedenini çözer. Her ikisi
de bu çözme işlemini bir birey kurgusu ile gerçekleştirir.
Yüceye yerleştirilen birey, bağlara ihtiyaç duymaz,
hatta onlara düşman olur. Birden bağı ve bağlamı düşmanlaştıran fikirler hücum
ederler. İhtiyaç, her şeyin anasıdır. Egemenlerle ve devletle kurulan göbek
bağı adına, her türden bağ, bir bir kesilir. Bağlamın dağılmasıyla anlam da
kalmaz. Oraya dönemeyen, geldiği yere, toprağa döner, intihar eder.
Politika, sınıflar mücadelesinden azade kılınınca,
özgürleşileceği yanılsaması tehlikelidir. Özgürlüğü onlarda aramamak gerekir. Son
dönemin modasına uygun olarak, HDP vekili Erdal Ataş’ın bir panelde dile
getirdiği gibi, “Dünya yoksa, sınıflar mücadelesinin ne anlamı var?” denilemez.
Esasen “sınıflar mücadelesi yoksa, dünyanın anlamı yoktur” sözü doğrudur.
Kendisini nerede ve kiminle anlamlı kıldığını düşünmek zorunda olan
devrimciler, günbegün gerçeğe hesap vermek, gerçeğin içerisinde hesap sormak
zorundadırlar.
Eren Balkır
28 Ağustos 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder