Elen’de Atina demokrat; Sparta oligarşik cumhuriyet
olarak tanımlanır. Her ikisinin ordu yapısı da farklıdır. Söz konusu fark,
deniz savaşlarında gemilere verilen anlamlar arasında da gözlemlenir. Atina,
geminin düşman gemisine toslamasını; Sparta, geminin güvertesine çıkartma
yapılmasını önemsemiştir. Bugünkü siyasî-ideolojik düzlemde yaşanan salınım
bile bu türden ayrımlarla alakalıdır. Demokrasi yanlıları donanmayı
önemsiyorlar[1]; cumhuriyetçilerde ise kara ordusu belirleyici. Zaten toslama
ve güverteye çıkma taktikleri arasındaki ayrım da bu iki ordu arasında yapılan
tercihle alakalı.
Bugün askerî tarihçiler ve stratejistler, geçmişte
liberalizm açısından önemsedikleri milis kuvvetler yerine, merkezî yapıya
sahip, toplumla daha fazla içli dışlı, herkesi örtük olarak “askerîleştiren”
bir orduya vurgu yapıyorlar. Orduyu dünya egemenlerinin ordusunun birer
milisine dönüştürüyorlar.
Dolayısıyla ezilenlerin kudret arayışı açısından söz
konusu salınımı mesele edinmek gerekiyor. Kudretin ayrıştırmadığı gerçeklik,
egemenlerin gerçeğine biat ediyor. Ordunun niteliğindeki dönüşümden kısa vadeli
umutlar devşirmenin bir anlamı bulunmuyor. Bu umut, ezilenlerin kudretini
silikleştiriyor.
“Zaten
bütün program (Gotha Programı), bütün demokratik lafazanlığına rağmen, bir
uçtan bir uca Lassalle’cılar mezhebinin devlete kölece inanma mikrobuna
bulaşmıştır, ya da, bundan daha iyi bir şey olmayan, demokrasi mucizesine
inançla doludur; daha doğrusu, program, ikisi de eşit olarak sosyalizmden uzak
olan bu iki cins mucizeye inanma arasında bir uzlaşma teşkil etmektedir.”[2]
Mikrop ve mucize arasındaki salınımı tayin eden,
politik varlığını yukarıya kilitlemiş, endekslemiş orta sınıfların seyridir.
Orta sınıf, burjuvazinin bildiklerini bildiğini zannetmekte, buna göre hareket
etmektedir. Ayrıca, onun kendisinin bildiklerini bilmemekle eleştirmektedir.
Oysa bir devlet, işgalci ve zalim olduğunu bilir, buna
dair araçları titizlikle geliştirir, kütleselleştirip kitleselleştirir;
burjuvazi, sömürüden ve hegemonyadan haberdardır, kendi mevziinin
bilincindedir, dolayısıyla, buna göre hareket eder.
Devleti ve/veya burjuvaziyi kendisiyle eşdüzleme
çekip, onlarla aynı masaya oturanlar, sadece onlardaki eksiklere odaklanırlar
ve onların giderilmesine dönük öneriler sunmayı iş zannederler. Marx ve
Engels’in sözünü ettiği “sözde-sosyalistler” bu kesimin içinden çıkar.
“Burjuvazi,
sosyalizmin anlamı ve yönelimiyle ilgili olarak sözde-sosyalizmden daha doğru
hükümlerde bulunur. Sözde sosyalizm ise burjuvazinin yüreğini sosyalizme neden
sımsıkı kapadığını anlamaz, sadece insanların çektiği çilelere duygusal
tepkiler verip dizlerini döver, […] akıl, eğitim ve özgürlük konusunda hümanizme
yaslanan boş laflar eder veya öğreti düzeyinde tüm sınıfların uzlaşması ve
refahını hedefleyen bir sistem icat eder.”[3]
Dolayısıyla mesele, aklı, eğitimi, özgürlükleri
savunmak, ne olduğu bilinmeyen bir “insan”ı merkeze alarak yüceltmek değildir.
Bu açıdan, bugün mesele İslam değil, İslam’dan ne için korkulduğu, kimlerin
korktuğudur. Mesele, ona saldıranların sınıfsal-tarihsel nitelikleri ve
saldırının gerekçeleridir.
Sözde-sosyalistlerin bu anlamda İslam’a vurarak kendi
kirlerinden, paslarından arınmaları imkânsız. Vücutlarına sürdükleri sır, ya
devletin ya da burjuvazinin. Ak ve temiz gördükleri bu sırrın kendisi
problemli. İslam heyulası karşısında sosyalistlerin kendilerinin belirli bir
hizaya çekilmelerine izin vermemeleri şart. Kendi canlarını kolektife karşı
kapatmaları, varoluş için o hizaya gelmeyi zorunlu hâle getirecektir.
Zira Batı’da belirginlik arz eden İslam düşmanlığının
izlerini, seksenlerden itibaren “Sovyetler gidici, yerini İslamcılar alacak,
tedbirimizi alalım” diyen STK ve asker kaynaklı metinlerde sürmek mümkündür.
Burada hedef alınan, kolektif hareket etme ve iktidar olma imkânlarıdır.
Egemenlerin liberal ideolojisini çok yüceltmek
gerekmiyor. Sosyal demokrasi, muhafazakârlık, milliyetçilik aynı güç
ilişkilerine göre tespih ipine diziliyor. Komünist mücadele, o ipi kopartacak
işler yapmıyorsa, sadece sosyal demokratlarla, muhafazakârlarla ve
milliyetçilerle düşünce yarıştırmakla yetiniyor, o ipe dizilmeyi baştan kabul
ediyor demektir. O ipe dizilmek yerine, ezilenlerin tarihsel mücadelelerine bağlanmak
daha doğrudur.
İpe dizilince veya imameye biat edince, o mücadeleler
de sadece ezenlerin gözlükleriyle değerlendirilecektir. Bir yerde veya bir
dönemde ezilenler kudret sahibi mi oldu, “bizim düşüncelerimiz sayesinde olmuş
bu” denilecektir.
“Spartaküs, o dönemde Marksizm olmadığı için başarılı
olamadı” demek, Marksizmi ezenlerin gözüyle okumak, Marksizmi o gözle
formatlamak demektir. 1789’da veya 1871’de sadece burjuva ideolojisini görmek,
ezilenlerin öfkesini küçümsemek, dışlamak yanlıştır. Tarihte ezilenlerin
mücadelesini burjuva bilgiye uydurmaya çalışmak, mücadeleleri o bilgiye göre
kıymetlendirmek çıkışsızdır. Kafanın içinde kurulu olan dünyaya nağmeler
düzüleceğine, o kafanın burjuvaziye ait olduğunu görmek gerekir.
Ezilenlerin, tek başına, tek bir birey olarak, tek bir
kimlik özelinde kudret sahibi olması imkânsızdır. Önsel olarak ezilenler,
kolektife doğarlar, zaten kolektif olabildikleri ölçüde ezilirler. Ezilene
ezilmekten kurtulmayı öğretmek, ona kolektiften kurtulma bilinci
kazandırmaktır.
Sol ise devletin ve burjuvazinin kolektife yönelik
saldırılarına eklemlenme derdindedir. Bu açıdan, bindiği dalı kestiği açıktır,
ama aynı zamanda Nasreddin Hoca kadar da zeki değildir.
Milliyetçilik ve din başlıklarındaki ürolojik ve ideolojik
yarışın bir hükmü yoktur. Gemiye zincirlenmiş kürekçilerin gücüne tahammül
edemeyenler, düşman gemisine toslayarak mı yoksa yanaşıp güverteye çıkartma
yaparak mı “savaşacaklarının” hesabını yapmaktadırlar.
Kürekçilerdeki kolektif yapı, onlar için içteki
düşmandır. Onların ya öldürülmeleri ya da sağ salim evlerine döndüklerinde
sindirilmeleri gerekir. Demokrasiyle mi yoksa baskıyla mı sindirilecekleri,
basit bir yöntem tartışmasıdır. İdeolojinin bıçaklandığı, iddiaların vurulduğu
yer burasıdır.
Solun İslamcılığı “ana düşman”, devleti “tali düşman”
olarak kodlaması sorunludur. Bu sebeple sol, genel mânâda “hükümet eleştirilir,
devlete laf edilmez” noktasına gelmiştir. Bir tür kolektife yönelik saldırıya
ortak olduğu için, kolektif hareket etmesi, kolektifleşmesi ve kolektifi
temellendirmesi mümkün değildir. Zaten zımnî pazarlık bunu emreder. Bir
kolektife ve tarihine saldırı, kendi kolektifini ve tarihini geri çekmeyi
gerektirir. “Ben olsam hükümeti şöyle yönetirdim” demenin ezilenlere bir
faydası yoktur. Onları bu şekilde kandırmak yanlıştır.
Pazarlık, adam yurduna konulmak, insandan sayılmak
isteyenlere cazip gelir. Bu hileli duruma engel olacak olan da ezilenlerin
kudret mücadelesidir. Gustave Le Bon türünden burjuvazinin ideologlarının
baştan çıkartma, ayartma yöntemlerine vurgu yapmalarının nedenini o kudrette
aramak gerekir.
Le Bon’un Kitle Psikolojisi kitabı, Lenin’in Ne
Yapmalı?’sından yedi yıl sonra yayınlanır.[4] Le Bon, kitlelerin
reklâmcılık yöntemleriyle kandırılmasını, kişilerin çikolata türünden bir
ticarî ürüne dönüştürülmesini, böylece kontrol altına alınmasını önerir, ayrıca
devrimci kalkışmaları bir tür “akıl hastalığı” olarak görür ve kitlelerin
benzer şekilde tedavi edilmesini söyler. İslam düşmanı olurken şu aşağıdaki
Lenin’i unutan sol ise başka bir iddiayı ve iradeyi gündeme getirmektedir:
“Lenin’in
siyasî programı, Le Bon’un programına iki açıdan karşıtlık arz eder. Kitle
psikologlarının teorize ettikleri, kitlelerin sersemletilmesiyle alakalı
mekanizmaya karşı çıkmayı ve etkisizleştirmeyi öneren Ne Yapmalı?, hâkim
sınıfın başının üzerinde sallayıp durduğu ‘çikolata’yla kendilerini
kandırmalarına izin vermemeleri konusunda teşvik edilen öncü işçilerin
eleştirel aklına seslenir: ‘[…] Kapitalist başkentlerin tepesinde birer sopa
gibi sallanan savaş tehdidine ve sömürgeci istilalara karşı çıkılmalıdır: Çin’e
kadar uzanmış bulunan Avrupa devletleri, bugün ganimetin bölüşülmesi konusunda
bir kavgaya tutuşmaya hazırlanıyorlar ve kimse bu kavganın nasıl sona ereceğini
bilmiyor.’ [Lenin]”[5]
Le Bon’daki “akıl hastalığı” vurgusuna ezilenler
içerisinde olduğunu iddia eden solda da rastlanır. Ona göre ezilenler, devletin
disiplinine ve burjuvazinin terbiyesine muhtaçtırlar. Hukuk ilkinden, ahlâk
ikincisinden alınmalıdır. Kafanın kendisi olarak görülenin dünya veya memleket
olması arasında bir fark yoktur. O kafanın içinin devlete ve burjuvaziye göre
düzenlenmesi söz konusudur.
Politik mücadele, ne kafanın düzene sokulması ne de
düzenin kafanın içine yerleşmesiyle alakalıdır. Solun tarihteki varlık
imkânlarına ve konumlarına ilahi anlamlar yüklemesi doğru değildir. Hz.
Muhammed’e örgütlenmiş bir insana tahammül edilememesi, bu alternatif
tanrısallıkla alakalıdır.
Lacan’ın 68’deki öğrencilere dair söylediği gibi,
aranılıp bulunan başka bir tarih, başka bir tanrıdır. Nietzsche’nin ölen ve
ikame edilen Tanrı’sı, birey dolayımına tabi bir kurgudur. Bu kurgunun devlete
ve burjuvaziye bağlanması doğaldır. Her ikisi de iki ayrı gemide azgın
denizlere karşı mücadele eden iki güç olarak güvenliğini sağlamak zorundadır. O
güvenlik, kitle ve tarih içerisinde temin edilmelidir. Birileri Tanrı olmaya
ikna edilecektir.
Bugün iktidarda olan hükümeti İslam’a nispetle
eleştirmek yanlıştır. Bu eleştiri, devletin ve burjuvazinin talebidir. Hükümet
sayesinde kendini aklamaya çalışan sol, dolayısıyla devleti ve burjuvaziyi
aklamaktadır. “Tüm sömürü ve zulüm AKP ile başladı” demek, devleti ve
burjuvaziyi aklar. İstenilen budur. Bu sürece uyum sağlamak, burjuva
siyasetinin yüzeysel ayrımlarına göre konum almayı, kitlelerin bütün olarak
maruz kaldıkları sınıfsal depremleri görmemeyi, dip dalgaya körleşmeyi
dayatmaktadır. “Kısa günün kârı” siyaseti, tüccarların siyasetidir.
Eren Balkır
3 Temmuz 2018
Dipnotlar:
[1] Caroll Quigley, Weapons Systems and Political Stability, University
Press of America, 1983, s. 299.
[2] Marx-Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının
Eleştirisi, Sol Yay, Çev.: M. Kabagil, 1969, s. 48.
[3] Karl Marx, The Eighteenth Brumaire of Louis
Bonaparte, 4. Bölüm, MIA.
[4] Domenico Losurdo, Class Struggle: A Political
and Philosophical History, Palgrave Macmillan, 2016, s. 143.
[5] Losurdo, A.g.e., s. 144.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder