Yalan
“Kemalizmin
belirleyici yanının dindar çevrelere karşı savaşması olduğu savı, kuşkusuz
koskoca bir yalandır.”[1]
1980’de TKP bu değerlendirmeyi yapıyor. Bugünkü TKP ve
türevleri ise ya “yalan”a ya da Kemalizme örgütleniyorlar. 1980’deki TKP de bir
yalana örgütlenmiş idi. O günlerde kongresini Konya’da örgütlediğini söylüyordu
sağa sola, oysa kongre Moskova’da toplanmıştı!
Bu yalanı bugün Manifesto ve TKH
güncelliyor.[2] İmam-hatipten ayrılmış ve komünist saflara katılmış biriyle,
hayalî bir röportaj gerçekleştiriyorlar. Doğal olarak “Muhammed” isimli bu
şahıs, son dönemdeki Deizm tartışmaları üzerinden bir anlam kazanıyor. Aslında
Muhammed gibi o deizm tartışması da yalan! Yalanı Kemal abilerinden
öğreniyorlar.
Deizm
İlber Ortaylı “Atatürk, olsa olsa deisttir” diyordu
bir sohbetinde. Deizm demek ki Atatürk Türkiye’sine örgütlenmeyi ifade ediyor.
Esasen deizmin yaygınlaştığı haberleri, devlet kaynaklı ve hiçbir somut
karşılığı yok. Devlet ve burjuvazi, kendi azınlık hâlini, güçsüz durumunu,
gayri meşru varlığını, bazen ilahi bazen de doğal kanunlara isnat ederek
gerekçelendirmeye ihtiyaç duyuyor.
Bugünün deizm tartışmaları da bu zeminde
gerçekleşiyor. İmam-hatip gibi olgular böylelikle meşru bir zemine
kavuşturuluyor. Özel kolejler kadar imam-hatipler de düzen açısından zaruri,
her ikisine özel kitleler inşa ediliyor.
Asıl sorun, TKH’nin “demek ki imam-hatipler korkulacak
yerler değil” sözüne ikna edilmiş olması. Onların yıkılmasına gerek yok, zira
istenilirse içinden komünist militanlar devşirmek mümkün.
Aynı mantık, Halkevleri gibi yapıların
“üniversitelerde bilimsel eğitimi savunuyoruz” deyip sonra da çocuk istismarına
soyunmalarında da var. Çocukların arkasına saklanınca, tüm yalan, tüm yanlış
temize çıkartılır zannediyorlar. Kendi zaman ve mekân algısı üzerinden düşmanın
zamanını ve mekânını da meşrulaştırıyorlar. İkisini asla ayıramıyorlar.
Bilimsel eğitimi savununca, AKP öncesi Koordinasyon’un tüm o bilimsel eğitim
talepleri boşa düşüyor, çünkü bir şeyi savunuyorsanız, onun var olduğunu da
söylemiş oluyorsunuz. Koordinasyon’un partisini kuracakken, çocuk kulüplerine
dönüşmek, gerçekten trajik!
Çentik
Düşmanın zaman-mekânı ile devrimin zaman-mekânı
arasına çentik atmak şart. TKP’nin 1980’de yapamadığı bu. Ordu içerisinde
ilerici subaylar arıyor, bunların Türkeş çetelerini tasfiyesine ve goşist solu
yok etmesine seviniyor. Böylelikle 12 Eylül rejimine örgütleniyor.
Asıl mesele, bu örgütün başındaki ismin bugün PKK
saflarında, “verin Öcalan’ı, alın Rojava’yı” demesi. Asıl mesele, kimilerinin
Efrin’in neden Çanakkale’nin yıldönümünde, 18 Mart’ta teslim edildiği.
İmralı’ya hangi heyetin gittiği.
Veysi Sarısözen, 12 Eylül öncesinde, önemli bir işçi
örgütü olan DİSK’i CHP’ye vermişti. Bu küçük burjuva pazarlık mantığı dâhilinde
Sarısözen, DİSK karşılığında ne aldı?
MSP ile ilgili değerlendirmede de bir hinlik var tabii
ki. Ulusal demokratik cephe, devlete içrektir ve askeri de içerecek şekilde,
tüm iktidarın örgütlenmesine ait bir bileşendir. Tek kurbanı DİSK de değildir.
TKP gölgesinde ilerleyen ekiplerin hepsi, TKP ile birlikte bir bir tasfiye
edilmişlerdir. Eldeki miras budur.
Demokrasi Zokası
Doksanlarla birlikte kim demokrasi hikâyesinin
içerisine belirli toplumsal unsurların dâhil edilmesini istemişse, asıl derdi,
o unsurlardaki devrimci zindeliği öldürmektir. Yani “en temel demokratik
mesele, Kürt meselesidir, o mesele çözüme kavuşturulmadan demokrasi kurtulamaz”
diyenler, esasen bir tür sömürgeciliği mutlak önveri kabul ederek
konuşmaktadırlar ve ağızlarından çıkan sözler, o sömürgeciliğin tezahürüdür.
“Demokrasiye Kürt gerek” diyenler, aslında “Kürt’e
demokrasi gerek” demektedirler. Bu da mevcut demokrasinin sınıfsal temellerini
sorgulamadan, o potada Kürt’ün eritilmesiyle ilgili bir taleptir. Kürt,
demokrasi diye ari ırka tekabül eden bir nizam adına, arındırılmalı, tasfiye
edilmeli, yola getirilmeli, çapaklarından temizlenmelidir. TKP ve türevleri
şahsında aynı durum işçi sınıfı için de geçerlidir.
Korku
TKP, o dönemde MSP’lilere çağrı yapınca, demek ki sol
içerisinde eleştiriye uğramış. O da hemen “Marksizm ve Din” diye bir yazı
yazmak zorunda kalmış. “Tanrıları korku yarattı” türünden gayri Marksist, teori
dışı laflar sıralayan TKP, “dinsel gericilikle mücadeleyi geriye atmıyoruz”
diyor. Ama bu noktada politik bir tutum alarak, “dindar yığınları
anti-emperyalist savaşıma daha etkin katmak için çalışmak” gerektiğinden söz
ediyor.[3]
Bu anti-emperyalizm de ordu ve Kemalizmle belirli bir
ilişki kurmak için girilen bir kapıdan başka bir şey değil. TKP’nin anlamlı bir
anti-emperyalist mücadele vermesi zaten imkânsız. İpini bağladığı yerin
anti-emperyalist mücadele verdiğini zannetmesi, bu imkânı ortadan kaldırıyor.
Onun tüm “ulusal kurtuluş savaşı” okuması yalan ve yanlış üzerine kurulu.
Sığınak
Bu TKH, TKP içerisindeki bölünmede eski TKP’lilerin
ağırlıklı olarak yer aldığı yapı. Oradaki bir ismin yazdığına göre, 12 Eylül
öncesi başlayan ayrılıkta bir ekip, bile isteye devlete teslim ediliyor. Önemli
isimler İstanbul’a çağrılıyor, asıl şefler Avrupa’ya kaçıyor. İçlerinden biri
tekstil fabrikası bile kuruyor, hatta NATO’ya kamuflaj satıyor. Yoksul olanlar
ve rakip hiziptekiler, işkencehanelere gönderiliyor.
Korkup sığınanlar, “korku”dan söz ediyorlar. Bugün de
masa başında ürettikleri hayali bir isim olarak “imam-hatipli komünist”
Muhammed’e “komünist olunca tüm korkularımdan uzaklaştım” dedirtiyorlar. Bu
“korku” edebiyatında, batı sömürgeciliğine has üstünlükçü ve kibirli dil hâkim.
Kendileri korktuklarından Avrupa’ya kaçıyorlar, kaçacak bir yeri olmayan yoksul
Müslüman’a “korkak” diyerek onu aşağıladıklarını zannediyorlar.
Bahsi edilen rakip hizip de sonrasında Alevicilik
yapma kararı alıyor. Ekibin bir bölümü “biz materyalistiz, ateistiz, Alevilikle
ne alakamız var” diye geri çekiliyor. Kalanlar, devlete dişleri çekilmiş
Aleviler yetiştiriyorlar.
Nereye Payidar?
Sınıf bilinçli veya bilinçli sınıfçı kişiler, tek tek
rejime ve iktidara teslim oldular. Bugün orta sınıfa kolejler, yoksula
imam-hatip dayatılıyor. O teslim olanların bu gerçeğe dair söyleyecekleri bir
sözleri yok. Ancak “Muhammed imam-hatipte”, “Muhammed kortejde” diye masallar
anlatırlar.
12 Eylül’de orduda ilerici bir yan keşfedildiği
noktada TKP, MSP kitlesiyle ilişki kurmaktan hemen vazgeçiyor. Zaten gerekli
sinyalleri alıyorlar ve buna uygun hareket ediyorlar. MSP kitlesinin sancıları,
gerilimleri kimsenin umurunda değil.
TKP açısından işçi sınıfı, demokrasi oyununa dâhil
edilmeli. Ama bunun için sivri dişlerinden, çapaklarından kurtarılmalı. Ona bu
rol verilmiş. Yukarıyla irtibatını kesemeyen orta sınıf sol, işçi sınıfını her
fırsatta satmış. Siyaseti pazarlık meselesine indirgeyen sol, rejime ve düzene
“onu alma beni al” demiş hep. Kitleleri ve öncü güçleri devrime örgütlemeyi zûl
addetmiş. İlkini kirli ve aşağılık; ikincisini tehlikeli ve riskli görmüş.
Bugüne uzanan hatta, her ikisinden de kurtulmak, tek çare. 1 Mayıs, bu yükle
çağırıyor sınıfı bağrına. O yükten bizi kurtaracak olansa, kolektif kavgamız.
Eren Balkır
16 Nisan 2018
Dipnotlar:
[1] “MSP ve TKP”, 1 Ekim 1980, Atılım. Kaynak: İştirakî.
[2] “İmam Hatip Öğrencisi Manifesto’ya Konuştu”, 6
Nisan 2018, Manifesto.
[3] Atılım, 1 Ocak 1981, s. 6.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder